Edebiyat Ortamı Dergisi'nde yayınlanan söyleşide Prof. Dr. Saadettin Ökten, "Medeniyet" kavramı üzerine görüşlerini paylaştı. Anadolu'nun İslam ile tanışması, Osmanlı'daki insan tasavvuru, Anadolu medeniyetinin mimari, şiir, musiki, edebiyat alanlarında ortaya koyulan seviye gibi konular hakkında görüşlerini paylaştı.
Edebiyat Ortamı' dergisinde yer alan Prof. Dr. Saadettin Ökten söyleşisinin bazı bölümleri ise şöyle;
Anadolu'nun İslam irfanıyla tanışması nasıl bir süreçte olmuştur?
Moğol istilası ve Haçlı seferleriyle İslam dünyasının ortaya koyduğu durum çok vahim bir durum. Bir taraftan medeniyetin ekonomik temelleri çöküntüye uğrarken hayat damarları kesiliyor, diğer taraftan sosyal hayatta büyük çalkantılar olunca; bilim, felsefe, düşünce gelişemiyor. Daha doğrusu onları besleyen büyük gönül adamları, ruh adamları çok rahat ortaya çıkamıyor. Ve bir tedirginlik var İslam dünyasında. Bu büyük tedirginliğin ürünü olarak adeta İslam medeniyeti kendisine yeni bir vatan-mekân arıyor. İşte bu mekânı da Anadolu'da buluyor. Anadolu'ya gelen bildiğimiz iki büyük isim var. Bunlardan bir tanesi Mevlana Celaleddin-i Rumi, diğeri de Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli. Bunların ikisi de Horasan'dan gelmişler Anadolu'ya. Ve menkıbeyle bilim arasında burada bir takım çelişkiler, çatışmalar var ama genel manada söylemek durumundayım hadiseyi. Horasan'da yetişmişler, Maveraünnehir'de yetişmişler ve ondan sonra oradaki atmosferin, sosyal şartların elvermemesi nedeniyle uzun bir yolculuk yapmışlar. Önce Horasan'dan İran'a geçiyorlar, oradan Irak'a iniyorlar, oradan mutlaka Kâbe'ye uğruyorlar. Suriye üzerinden geçerek Anadolu'ya geliyorlar ve Anadolu'da yerleşiyorlar. Bu yolculuk bugünkü gibi değil, birkaç sene sürüyor. Her gidilen yerde uzunca süre kalınıyor. Gidilen yerde adeta bir kültürel alışveriş yapılıyor. Yani İslam dünyasının içerisinde bir büyük daire çiziyorsunuz. Gittiğiniz yerdeki insanlarla tanışıyorsunuz. Hiç şüphesiz bilginlerle ve mistiklerle tanışıyorsunuz. Şeyhlerle, manevi liderlerle tanışıyorsunuz ve onlarla alışverişte bulunuyorsunuz. Bu iki büyük zat tek başlarına gelmiyor etraflarında çok kalabalık talebe halkası var. Üstat ve öğrenciler ekol olarak geliyorlar. Bu kimseler adeta İslam dünyasının o günkü aktüel durumunu bütün birikimleriyle, adeta her kovandan bal alarak geliyorlar Anadolu'ya yerleşiyorlar. Ve burada ister irşada başlıyorlar deyin, ister yeni bir sosyal düzenin temellerini atarak yeni bir hayat anlayışını ortaya koyuyorlar deyin, isterseniz Anadolu'yu dönüştürüyorlar deyin, isterseniz mayalandırıyorlar deyin hiçbir şey fark etmiyor. Bu insanlar Anadolu'da yeni bir medeniyetin temelini atıyorlar. Yahut bir medeniyetin yeni bir yorumunun temellerini atıyorlar..."
İrfani, batıni, sufi geleneklerin beslediği Osmanlı'da nasıl bir insan tasavvuru var?
"Bu irfani, batıni, sufi dediğimiz zaman bunlar zaten iç içe. Sufizm bizim tasavvuf dediğimiz hadise zahir-batın bütünlüğünü ele alır, irfan dediğimiz hadise de ilim ve irfan ikilemiyle ortaya çıkar. İlim bir manada akla hitap eder. İrfan ise gönle hitap eder. İşte hani incelik, zarafet, düşüncelilik dediğimiz hadise. İnsan hiçbir zaman nereden geldiğini ve niçin gönderildiğini unutmamalı, nerden geldiği ve niçin gönderildiği noktasındaki genel ve kendisine tebliğ edilen evrensel anlayışa göre hayatını tanzim etmesi gerekir. Yalnız bu çizgide şunu hemen söyleyeyim. Sufi gelenek kesinlikle zahiri ihmal etmez. Yani aklı kesinlikle ihmal etmez. Belki son zamanlarda ortaya çıkan ve toplumda yanlış anlaşılan bir görüş var. O da şu: İslam medeniyeti hele Osmanlı dediğimiz toplumsal anlayış, Osmanlı düşüncesi, Osmanlı anlayışı, Osmanlı estetiği, zevki, Osmanlı duygu dünyası hiçbir zaman zahiri ihmal etmez. Zahir için, dünya için, madde için gereken bütün önlemlerin alınmasını öngörür. Ama bilir ki hayat sadece dünyadan, zahirden ibaret değildir. İnsanın ruhi bir tarafı vardır, gönül tarafı vardır, duygusal tarafı vardır. O duygusal boyutun da İslam dünyasının, İslam itikadının kendine özgü usulüyle terbiye edilmesi, zenginleştirilmesi ve nihai gayesine erdirilmesi icap eder. Dolayısıyla batıni, sufi, irfani görüş bir anlamda hem maddenin, hem mananın belli bir kompozisyon içerisinde, ahenk içinde birbirine bağlanması, hayatın bir bütün olarak yaşanması demektir. Ama burada hemen şunu söyleyeyim. İslam itikadında veya sufi, irfani anlayışta mana maddeye hâkimdir. Madde manaya hâkim değildir. Mananın üzerindeki güç ile ruhi enerjiyle ister ona sevgi, aşk deyin, ister tevekkül deyin, ister tevazu deyin mananın üstünlüğüyle siz maddeye hükmedersiniz. Bunun tam tersini düşünsek yani bir manada maddeyi mananın üzerinde kabul etsek işte o zaman dünyayı yaşanmaz hale getiren biçim ortaya çıkar. 20. yüzyılın başında insanlar bu biçimin farkında değillerdi. Kısaca söylemek gerekirse madde, makine, mekanik sizi yönetmeye başlar. Bir insan olarak ise, maddenin manayı yönetmesi, maddenin beni yönetmesi bana çok ağır geliyor. Ben maddeyi yönetmeliyim. Çünkü yine İslam düşüncesinin ana kaynaklarında bütün bu evrenin insanın emrine verildiği ifade edilmiştir. Yani insana musahhar kılındığı ifade edilmiştir. Dolayısıyla insanın kendi iç dünyasıyla, daha doğru söyleyelim gönlüyle, kalbiyle o zengin deruni dünyasıyla hayatı yaşaması ve maddeye hükmetmesi lazımdır. Maddenin insana hükmetmesi halinde ortaya çıkan insani boyut - bunun reddi mümkün değil- nefis adını verdiğimiz boyuttur. Ama bizim bir gönlümüz var, bir ruhumuz var ve bir nefsimiz var. Eğer nefsimizin esiri olursak ki o bir anlamda maddenin manayı yönetmesidir. Ortaya çıkan insan tipi isterseniz onu da söyleyelim işte hiçbir şeyden tatmin olmayan, hayatın bütün boyutlarını yaşadığı halde mutlu olamayan, iç dünyasında kendisiyle, çevresiyle, varlığıyla kavgalı, dış dünyasında ise çevreyle kavgalı, tatmin olmayan bir insan tipidir. Bu insan tipi bugün maalesef dünyamızı yaşanmaz hale getirmiştir. Çok kısa bir örnekle bitirelim. İşte küresel ısınma yaşanmazlığın veya işte bu büyük kıtlık veya büyük savaşlar bu yaşanmazlığın ürünleridir, göstergeleridir."