İstanbul’dan mektup var
İstanbul ilgimi her zaman çekmiştir. İnsanlarını, kültürünü, yiyeceklerini ve her şeyden önemlisi modern Türkiye fikrini seviyorum.
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-06-21 11:55:00
Aynı anda modern, laik, Müslüman, demokratik bir ülke olmasını ve Araplar, İsrail ve Batı ile iyi ilişkileri olan Avrupa ve Ortadoğu’nun ortasında bir ülke olmasını da seviyorum. 9 Eylül’den sonra ben de “Bin Ladin” e panzehir Türkiye modelini seslendirenler arasındaydım.
Aslında, Türkiye’yi en son 2005’te ziyaret ettiğimde, yetkililerle olan temaslarım hep Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılma konusunda gösterdiği çabalar hakkındaydı. Ancak bu kez İstanbul’a gittiğimde Türkiye’de İslamcı hükümetin Avrupa Birliği’ne değil de Arap Ligi’ne yoğunlaştığını; hatta İsrail’e karşı vücut bulan Hamas, Hizbullah ve İran direniş cephesine odaklandığını görmek beni şok etti.
Peki, bu nasıl oldu?
“Bir dakika Friedman. Sakin ol. O kadar da abartma.” diyor Türk yetkililer.
Haklısınız. Abartıyorum. Ama sizin dediğiniz kadar da değil. Son yıllarda Türkiye’nin içinde ve çevresinde oluşan birçok boşluk Başbakan Erdoğan’ın AKP’si tarafından yönlendirilen Türkiye’nin İslami devlet anlayışını doğu ve batı arasındaki denge noktasından çok uzaklaştırdı.
Bunun çok büyük belirtileri var. Türkiye’nin dengeleyici rolü dünya politikasında oldukça sabitleyicidir. Ancak bunun gittiğini görüyoruz. Bizzat İstanbul’da edindiğim izlenim, tüm bu boşlukların yanlış şekilde doldurulması durumunda Türkiye’yi kesin olarak kaybedebileceğimize inandırıyor beni.
İlk boşluk Avrupa Birliği’nin samimiyetten yoksun nezaketinden kaynaklanıyor. Türklere on yıl boyunca ‘eğer Avrupa Birliği’ne girmek istiyorsanız, kanunları, ekonomiyi, azınlık haklarını ve sivil-asker ilişkilerini yeni baştan elden geçirmeniz gerekiyor’ dedikten sonra -ki Erdoğan hükümeti bunları harfiyen yerine getirdi- Avrupa Birliği şimdi de Türkiye’ye: “Size kimse söylemedi mi? Biz bir Hıristiyan kulübüyüz. Müslümanlar giremez.” diyor.
Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi dışlaması son derece yanlış bir hamle olmanın yanı sıra, Türkiye’nin İran ve Arap dünyasına kaymasında da asıl etmen oldu.
Ama Türkiye gözlerini Güney’e çevirdiğinde, bir başka boşluk daha buldu: Arap İslam dünyasındaki lider kıtlığı. Mısır başıboş. Suudi Arabistan uykuda. Ve Irak da çok kırılgan.
İşte böyle bir ortamda Erdoğan, Hamas yönetimindeki Gazze’ye karşı İsrail tarafından uygulanan kısmi ablukaya karşı tavır alarak ve yolcuları arasında bulunan 8 Türk’ün İsrail tarafından öldürüldüğü Türk gemisinin ablukayı delme girişimine sahne arkasından destek vererek Türkiye’nin Arap dünyası ve pazarındaki etkisini çok büyük oranda artırabileceğini fark etti.
Erdoğan bugün gerçekten de Arap dünyasının en popüler lideri. Maalesef, bu popülarite Erdoğan’ın demokrasi, modernite ve İslam’ın bir sentezini sunduğundan değil; İsrail’in işgalini şiddetle eleştirmesinden ve Batı Şeria’daki Filistin Yönetimi yerine, sorumluluk duygusu Batı Şeria’daki Filistin Yönetimi kadar gelişmemiş Hamas’ı övmesinden kaynaklanıyor. Halbuki Batı Şeria’daki Filistin Yönetimi Filistin devletinin kurulması yönünde büyük adımlar atıyor.
İsrail’in bölgede insan haklarını suiistimal etmesini eleştirmede bir yanlışlık yok. Keza İsrail’in Filistin problemine dönük yaratıcı bir çözüm üretememesi ciddi bir boşluk doğuruyor.
Ancak Edoğan’ın bir yandan, oylarının dikkate alınmasını isteyen binlerce İranlıyı hapse atan veya öldüren İran’ın cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ı sıcak bir şekilde karşılarken ve üstelik Darfur’da akan kanda sorumluluğu bulunduğu gerekçesiyle Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından savaş suçu ve insalığa karşı suçlar işlemekle yargılanan Suden Devlet Başkanı Ömer el-Beşir’i Ankara’da samimi bir ortamda kaşılarken; diğer yandan da İsraillileri katil olarak tanımlaması tezat teşkil ediyor.
Üstelik Erdoğan, Beşir’in Türkiye ziyaretini, “Bir Müslüman’ın soykırım yapması mümkün değildir.” diyerek savunuyor.
Bunları yazarken aklıma bir Türk analistin bana söyledikleri geldi: “Artık doğu ve batı arasında aracılık etmiyoruz. Doğudaki birçok gerici kesimin sözcüsü olduk.”
Son olarak, Türkiye’nin içinde de bir boşluk var. Laik muhalif partiler yaklaşık on yıldır karışıklık içinde, ordu telefon dinlemeleriyle sindirilmekte, medya hükümet baskısından dolayı giderek artan oranda kendi kendini sansürlemek zorunda kalıyor.
Geçtiğimiz Eylül ayında Erdoğan hükümeti en etkili, en eleştirel ve en büyük medya kuruluşu Doğan Medya’yı dize getirmek için şirketi 2,5 milyar dolarlık vergi cezasına çarptırmıştı. Aynı zamanda, son günlerde Erdoğan iç desteğini artırmak için İsrail aleyhindeki konuşmalarını daha da sertleştirerek İsraillileri katil olarak tanımladı. Ayrıca kendini eleştirenleri de sık sık “İsrail’in taşeronları” ve “Tel Aviv’in avukatları” olmakla yaftalıyor.
Sayın Erdoğan akıllı, karizmatik ve gerçekçi bir lider. Diktatör falan da değil. Onu Arap dünyasının en popüler lideri olarak görmek istiyorum. Ama Arap radikallerinden daha radikal ve Hamas’ı destekleyen bir lider olarak değil, aksine antidemokratik Arap liderlerinden farklı, demokrasinin savunucusu ve bütün Filistinliler ve İsrailliler arasında dengeleyici bir arabulucu olan bir lider olarak görmek istiyorum.
Ama Erdoğan farklı bir noktada duruyor ve bu sıkıntı doğuruyor. Türk- Amerikan ilişkileri bir uçuruma gitmeden önce, belki ABD Devlet Başkanı Obama fırtınalı havayı dağıtmak için Erdoğan’ı bir hafta sonu “Camp David”e davet etmeli.
(NY Times, 16 Haziran 2010, Thomas L. Friedman, Letter Istanbul)
ekopolitik
SON VİDEO HABER
Haber Ara