Dolar

34,8626

Euro

36,6443

Altın

3.014,31

Bist

10.084,57

Bir devrimin başındayız

Tarihçi yazar Selman Kayabaşı, romanlarında işlemiş olduğu teziyle son yılların en dikkat çeken kalemlerinden. Kendisiyle romanlarına dair konuştuk

16 Yıl Önce Güncellendi

2010-05-03 17:23:00

Bir devrimin başındayız
Bünyamin Eser / TIMETURK

Tarihçi yazar Selman Kayabaşı, romanlarında işlemiş olduğu teziyle son yılların en dikkat çeken kalemlerinden. Teşkilat ve Muhafız isimli kurgu romanları haftalarca çok satanlar listesinde kalmış, bir çok film ve diziye ilham kaynağı olmuş, özellikle gençlik üzerinde –işlemiş olduğu tezden dolayı- ciddi bir fenomen olmuştur.

Peki, bizim Sayın Kayabaşı'na ilgimiz çok sattığı için mi? Tabiî ki hayır. İlgimizin başlıca sebebi, romanlarında işlemiş olduğu tezin kamu vicdanında bizimde müşahede ettiğimiz karşılığını bulmuş olduğundandır.

Tezi, içinde bulunduğumuz sürecin bir devrim süreci olduğu ve Osmanlının nüfuz sahasını da içine alan, fakat Osmanlıdan daha güçlü bir devlete doğru giden tarihi akışı özetlemekte. Bu kısmıyla bize hiç yabancı gelmeyen tezinin kamuoyunda dikkatlice okunmasının başlıca sebebi, bu sürecin müşahhas bir kurum eliyle yürütülüyor olduğunu iddia etmesi olarak değerlendirmekteyiz.

Kayabaşı, tarih boyunca süregelen savaşların aslında iki ana eksen etrafında sürdüğünü, bu iki ana eksenin bir tarafında TAPINAKÇILARIN, diğer tarafında ise TEŞKİLATIN bulunduğunu ileri sürer.

Selçukludan, Osmanlıya, oradan Türkiye cumhuriyetine, kurulmuş olan devletlerin perde arkasında aslında bu TEŞKİLAT'IN var olduğuna inanır. Bunu da tarihî hâdise ve vesikalarla teyid eder. Türkiye Cumhuriyetinin bu TEŞKİLAT tarafından kurdurulduğuna inanırken, daha sonraki süreçte, kurulan devletin tapınakçılar tarafından ele geçiririldiğine, 2000'li yıllardan sonra da TEŞKİLATIN tekrar etkin olarak yeni devletini kurmaya başladığına inanır.

Bu haliyle çokça masalsı görünen tezi, kamu vicdanı önünde gördüğü ilgi sayesinde doğrusu bizi de meraklandırdı.

Tezinin gerçekçiliği- masalvârîliği bir yana, Anadolu insanının ruh köküne bağlı bir davranışla Osmanlıdan daha güçlü bir şekilde coğrafyasına hâkim olacağı tezinin kamuoyunca kabul görmesi ve heyecan uyandırması bizce asıl dikkate alınması gereken yanıdır.

Çünkü zamanı gelmiş bir fikrin önünde hiçbir kuvvet duramaz!.. Şu halde biz, bu tezin genel kabul görmüş olmasını da zamanı gelmiş bir fikir adına ancak bir karîne kabul ederiz.

Teşkilatın gerçekliğine-masal vârî tarafına gelince; Anadolu'nun her ilinde, her kasabasında hatta çoğu köyünde, üzerinden nur tüten kabirlerinden gülümseyen mânâ erlerinin gerçekliği ne kadarsa o kadardır. TEŞKİLAT onlardır. Onlar hayatın her alanına her ayrıntısına müdahil, oyunun tamda göbeğinde olan, oyun kuruculardır.

TEŞKİLAT ve TAPINAKÇILARIN savaşı, ruh ve nefsin-doğu ve batının savaşıdır aslında.

Sayın Selman Kayabaşı'nın bu mahfil ve anlayışın dışında olmadığını söylerken, ALTAY SİYASİ ARAŞTIRMALAR MERKEZİNİN, Baran dergisi için hazırlamış olduğu röportajı dikkatinize sunarız.

*** *** ***


Kendinizden bahseder misiniz biraz?

1983 doğumluyum. Boğaziçi Üniversitesinde tarih okudum. Tarih bölümünde okurken “Kafkas Ruleti” isimli bir kitap yazdım; 2005 yılında yayınlandı. Daha sonra Timaş yayınlarından kendileri ile çalışmam yönünde bir teklif aldım. Aklımda yokken yayıncılık hayatına girdim. Farklı meslekler yapıp bir yandan da kitap yazmak gibi bir niyetim vardı ama profesyonel yayıncılık yoktu aklımda. 2006 yılında Timaş yayınlarında Siyaset ve Proje danışmanlığı yapmaya başladım. 2007 yılında Timaş yayınlarında proje danışmanı oldum fakat böyle bir mesai saatinde çalışmak bana pek uymadığı için bir ay sonra yayın yönetmenliğini bıraktığımı söyledim. Tekrar dışarıdan proje danışmanlığına geçtim ve 2007’de Teşkilat kitabını 2009’da da Muhafız kitabını yayınladım.

Okulda okuduğunuz yıllarda “Rus Ruleti”ni yazdığınızı söylediniz, etkilendiğiniz isimler var mıydı; o kitabı yazmanızı tetikleyen şey neydi? Veya okul yıllarından başlayalım. Etkilendiğiniz insanlar, ekipler, yazarlar, hadiseler, tarihi olaylar?

Boğaziçi Üniversitesinde öğrenciyken bize anlatılan bazı hikâyeler olurdu. Bir de muhafazakâr bir çevrede yetişmişiz, bize anlatılan bazı hikâyeler ister istemez insanı etkiliyordu. Bunlardan bir tanesi neydi? Öncelikle Boğaziçi Üniversitesinin kurulmuş olduğu arazi ile ilgili anlatılan bir efsane vardı.

Bu efsane Fatih Sultan Mehmed’in Bizans’ı, Rumeli Hisarının üstünden yıktığına dair bir kurguydu. Bunun karşılığında, Bizans’ın da o topraklar üzerine bir okul kurarak Türkiye’yi ve Osmanlı’yı içten yıkacağı bize anlatılırdı. Hatta bu kurgunun şöyle alt başlıkları olurdu: Fatih Sultan Mehmed Konstantinapolis’i ziyaret ettiğinde, Kral Konstantin, Fatih’e demiş ki “Buralardan sana bir toprak hediye edeyim, bir parça toprak lütfedeyim, senin olsun” demiş. Fatih Sultan Mehmed de işte kiminin rivayetine göre bir dana postu kiminin rivayetine göre öküz derisi büyüklüğünde olacak diye söylemiş.

Bu deriyi incelte incelte bu günkü kurulmuş olan Rumeli Hisarında ki araziyi Konstantin’den hediye olarak almış. Bunun karşılığında yıllar sonra Robert Koleji ismi verilen kolejlerle başlayan bir süreçte, demişler ki Osmanlı bizi içimizden bir toprak parçası alarak yıktı, biz de onları içlerinden bir toprak parçası alarak yıkalım. Ve Robert Kolejinin kurulması sonrası Boğaziçi Üniversitesinin bu sürece dâhil olması… Bu bize hep hikâye olarak efsane olarak anlatılmıştı. İster istemez insanın bilinçaltında şöyle bir düşünce oluşuyor: “Ben Boğaziçi Üniversitesini kazanmışsam burada bir Konstantin olarak değil bir Fatih olarak yetişmeliyim. Burada bir Bizans evladı olarak değil Osmanlı evladı olarak eğitim almalıyım” diye bir psikolojiye giriyorsunuz.

Peki, bu neyle birleşiyor! Eğitim sürecinde henüz birinci sınıfta almış olduğunuz eğitimle birleşiyor. O da şöyle bir şey; biz hazırlıkta iken bir tek kelime Türkçe görmedik tamamen İngilizceydi. Birinci sınıfa geçtiğimizde ilk olarak Dünya Tarihi ismi ile görülen dersimiz “Sömürgecilik Tarihi” ile başlar. Hoca sınıfta bize şunu sormuştu “What is Imperyalizm” “Emperyalizm ve Sömürgecilik nedir?” El kaldırıp budur dedim. Hoca da dedi ki nedir, “budur” dedim “çünkü ben de Türküm o da Türk; bir Türk Üniversitesinde eğitim görüyoruz birbirimize İngilizce soru soruyoruz, Türkçe konuşmamız yasak. Sömürgecilik budur ve sömürgeciliğin en iyi örneği şu an üzerinde bulunduğumuz toprak parçasıdır” diye cevab verdim.

Bu dersten çıktıktan sonraki dersimizin konusu da Osmanlı Devletinin kuruluşuydu. O derste de 3–4 tane yabancı profesörün Osmanlı devletinin kuruluşuna dair görüşleri anlatılmıştı bize. Ben hep şöyle bir burukluk ve eksiklik hissettim kendimde. Osmanlı devletinin kuruşlunu neden içimizden biri anlatamıyor da, yabancı profesörler ve bilim adamları Türkiye’ye geliyorlar araştırma yapıyorlar. Bir devletin yıkılması ve kurulması yerine tekrar yeni bir devletin kurulması bütün bunlar sadece kılıçla sadece savaşla sadece strateji ile olacak şeyler değil; vicdanla olacak şeyler.

Osmanlının kuruluşunu, Selçuklunun kuruluşunu ve bu devletlerin yıkılışını anlatacak olan ve açıklayacak olan insanda bu devletlerin ruhu ve vicdanı da olması lazım diye bir tezim vardı benim. Her ne kadar Köprülüyü kısaca anlatmış olsalar da, biz hep yabancı bilim adamlarının anlattıklarıyla bir tarih eğitimi aldık.

Ve neticede son sınıfta iş şuraya geldi. Tarih dersindeyiz hocamız ders anlatıyor. O zaman ABD Irak’ı işgal etmişti ve gazetede şöyle bir haber okumuştum: “Saddam Hüseyin kayboldu fakat Saddam Hüseyin’in bir ekibi saraydaki gizli belgeleri alıp kaçırdılar gizli bir yere götürdüler.” Ben burada şöyle bir şeye karar verdim her devletin yıkılma süreci başladığı andan itibaren devreye giren gizli bir ekibi var.

Tezini bu analizlerinin dışında doğrulayan, bürokrasiden veya bunu onaylayacak makam hangi makamsa böyle bir makamdan bunun teyidini alabildin mi? Bu tezini doğrulayacak daha da güçlendirecek bir onay…

Bunları yazmadan önce değil de yazdıktan sonra, “evet bunlar var bu gibi çalışmalar yapılıyor” diyen eski Bakanlardan, Başbakan Yardımcılarından…

Anladım bunlara gelmeden önce, iki bölüm halinde konuşalım diyorum ilk bölümü kitaplarınla alakalı ikinci bölümü de güncel politika ile alakalı. Herkesin aklına gelen ilk soru,- tahmin ediyorum kamuoyunda daha önce de sana sorulmuştur bu- kitapların bir kurgu roman; reelliği ne kadardır sence?

Şimdi bu kitapları ilk okuduğunuz zaman ben mesela iyi bir okurumdur ilk okuduğum zaman şöyle bir kanıya varırım yazardan soyutlarsam kendimi. Bu yazar ya hayal âleminde yaşıyor çok ciddi bir hayal gücü var veyahut bu yazar bir şeyleri biliyor ve onları anlatmaya çalışıyor çırpınıyor. Okurluğumu bir kenara bırakıp yazarlık yanıma geldiğim zaman şunu söylerim, ben hayal kurarak bir yere varılacağını zannetmiyorum, dolayısıyla hayallerimi insanlara anlatma ve satma derdinde değilim.

Şu halde şöyle söyleyebilir miyiz Teşkilat gerçekten var?

Evet.

Peki, gerçekten var olan bu Teşkilatla hayatının herhangi bir döneminde temas kurduğunu düşünüyor musun? Hayatının her hangi bir döneminde Teşkilatın herhangi bir unsuru ile temas kurdun mu?

Evet.

Şimdi eserlerinizde toplu olarak “Çamda bizim kozalak da bizim” diyorsunuz. Genele de vurulabilecek, parça parça da incelenebilecek bir tezdir. Osmanlı ile Cumhuriyeti bir bütün; aslında bir bütünün farklı farklı meyveleri olarak değerlendiriyorsunuz. Bu ne kadar doğru? Mesela birisi size gelip şöyle diyemez mi: bu çam böyle kozalak vermemeliydi? Bu çamdan böyle bir kozalak düşmemeliydi.”

Şimdi şöyle bir örnek vermek lazım. Ben Osmanlı ve Türkiye’yi ayrı birer devlet olarak hiç değerlendirmedim. Mesela “Osmanlı büyük bir devletti bir kenara koyalım, Türkiye küçük bir devletti bir kenara koyalım” gibi değerlendirmedim hiç. Osmanlı da kaynaktaki devletin bir unsurudur, yani aynı ‘sistem’ Kanuni Sultan Süleyman’ın vefatından sonra Osmanlı Hanedanından Osman Bey’in torunlarından yönetimi alıp başka bir hanedanlığa da verebilirdi ve o zaman devletin ismi başka bir hanedan’ın ismi olabilirdi. Şunu söylemeye çalışıyorum kurduğunuz devletler zaman zaman başkaları tarafından ele geçirilebilir.

Mesela, Sultan Abdülaziz suikasta uğradıktan sonra, 1876’da başa V. Murad geçmiştir. Fakat çok kısa bir süre sonra ciddi bir operasyonla başa tekrar Sultan Abdülhamid’in geldiğini görürüz. Peki, bu arada ki devlet kimin devletidir bu aradaki devlet bizim devletimiz idiyse mesela Sultan Abdülhamid’in devletiyse neden beşinci Murad Saltanata devam etmedi? Bunu sadece zihinsel eksikliğiyle veya hastalığı ile açıklayabilir miyiz? Veya soruyu şöyle mi sormamız gerekiyor? Beşinci Murad Osmanlı devletini kuran iç dinamiğin kabul etmediği bir isimdi de bir şekilde tasfiye edilip yerine Sultan Abdülhamid mi geçirildi, Şehzade olan Abdülhamid Padişah mı yapıldı? Eğer bu ikinci sorumuza da doğru cevabı verecek olursak şunu da kabul etmiş oluruz:

Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi ve Sultan Abdülhamid’in tahta geçirilmesi arasında ki geçen dönem bizim kayıp dönemimizdir. Devlet başkalarının eline geçmiştir. O halde Türkiye Cumhuriyeti devletinin iç dinamikler tarafından kurulduğunu söyleyebiliriz fakat peşinden şunu ekleyebiliriz;

Bu devlet Lozan’dan sonra İsmet İnönü aracılığıyla başkalarının eline geçmiştir.

Muhafız adlı esrinizde M. Kemal ile Enver Paşa arasındaki bir kavgaya değiniyorsunuz. Mesela Enver Paşa İngilizlerle anlaşmış Hilafet’in ilgasını o gerçekleştirecekmiş başaramamış. Kitabın kurgu olan tarafını bir kenara bırakalım burada neticede idrak aşılama gayesi güdüyorsunuz…

Teşkilatta da tam tersidir Enver Paşa büyük komutandır.

Evet. “Enver Paşa İngilizlerin desteği ile Hilafetin ilgası için çalışıyordu fakat bu mümkün olmadı teşkilat müdahale etti.” Eserde öne sürülen tez bu. Daha sonra M. Kemal iktidara geldi bakıyorsunuz Hilafet ve Saltanat bir anda bitirildi ve ortaya şöyle bir tablo çıktı Enver Paşa ne kadar istediyse Teşkilat ona izin vermedi ama M. Kemale Teşkilat izin verdi Hilafetin kaldırılması ve Saltanatın ilgası için. Bir tarafta İngilizlerin muradını gerçekleştiren M. Kemal var diğer tarafta gerçekleştiremeyen Enver Paşa var. Hemen peşine Üzeyir Garih’e söylettirdiğiniz cümle şu, şayet…

Enver Paşa

Enveristler diyelim. -Bir yazar da Enveristler olarak değerlendiriyor. Star gazetesinin yazarı Engin Ardıç “Ordudaki Enveristlere Ergenekon darbesi yapılmıştır” diye değerlendiriyor. “Ergenekon Enveristlere yapılmış bir darbedir aslında. Kemalistler üzülmesin AKP Kemalistlerin politikasının devamıdır” demeye getiren bir sözü var.- Enveristlerin İsmet İnönü vesilesi ile müdahalesi olmasaydı Hilafetin daha kolay gelebileceğine dair Üzeyir Garih’e böyle bir şey söylettirdiniz. Bu bir çelişki değil mi bir yanda hilafetin ilgası teşkilat tarafından onaylanıyor,

Bakın ben M. Kemal’in Türkiye Cumhuriyeti tarihi için önemli, güçlü, ciddi, iktidar sahibi olduğuna inanmıyorum. Benim tarih okumalarım benim tarih bilgilerim M. Kemal Atatürk’ün 23 Nisan 1920 ile 29 Ekim 1923 arasında iktidar sahibi olduğunu fakat Temmuz 1923’den sonra M. Kemal’in Ankara’daki asıl iktidar merkezi olduğuna inanmıyorum. Bunu Can Dündar hazırlamış olduğu belgeselde bir nebze olsun vermeye çalıştı fakat kıyamet koptu. Atatürk’ün kendi günlüklerinde bunlar yazar “beni köşke attılar tek başıma beni bıraktılar kimse beni dinlemiyor bir şey yapamıyorum” diyor.

Bunu 1930 sonrası için dile getirmiyor mu mesela 1930’dan önce. Nutku’nu ele alalım Nutuk 1923’den sonra yazılmış daha doğrusu söylenmiş
(Hk)Bu sorunun cevabını vermeden önce parantez açabilir miyim, Kemalist misin?


Kesinlikle hayır. Şimdi bakın 1930’dan sonra Atatürk’ün güçsüzleştiğini söylerler. Fakat 1930 tarihi Atatürk’ün güçsüz olduğunun ortaya çıktığı tarihtir. Ne olur 1930’da? 1930’da Atatürk bakar ki İsmet İnönü çok güçlenmiş, iktidarı tamamen ele geçirmiş, bürokrasi ve devleti Atatürk’ten soyutlamıştır. Atatürk’ün söylediklerini de yapmıyor. Bunun üzerine Atatürk çok kritik bir karar alır çok yakın arkadaşı harbiye mektebinden beri arkadaşı olan Ali Fethi Okyar’ı yurt dışından ülkeye çağırır ve der ki “yeni bir parti kuracaksın”.

İnönü’nün despot Cumhuriyet Fırkasına karşı Serbest Cumhuriyet Fırkasını kurar. Bu halka verilmek istenen bir mesajdır. Atatürk der ki, “sizin toplanmanız gereken yer burası…” Ve kendi kız kardeşi de başta olmak üzere en yakın akrabalarını ve arkadaşlarını Serbest Cumhuriyet Fırkasına sokar. Serbest Cumhuriyet Fırkası üzerinden tekrar iktidarı ele geçirmek istemektedir. Fakat İsmet İnönü ciddi bir operasyonla Serbest Cumhuriyet Fırkasının kapanmasına sebeb olur.

Bakın orada çok kritik bir nokta var: Diyorlar ki Ali Fethi Okyar partiyi kapatmak zorunda kaldı çünkü Atatürk Fethi Okyar’dan desteğini çekmişti. Bunun için danışıklı bir Demokrasi dövüşüydü diyorlar. Ben de diyorum ki Atatürk gibi çok zeki olduğu söylenen, çok stratejik kararlar aldığı iddia edilen bir isim, kendi kurdurduğu, kendi pohpohladığı, kendi çocuğu olan bir partiyi bu şekilde rezil rüsva bir vaziyette kapattırmaması lazımdır, bu mantığa aykırıdır.

Burada mesele şudur; İnönü hakikaten çok güçlenmiştir ve Atatürk şunun farkına varmıştır; Eğer İnönü’nün karşısında durursa, sadece Fethi Okyar değil Atatürk de kaybedecektir. Nitekim Fethi Okyar kaybetmiştir. Bakınız Türkiye kurulduğunda Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanı İsmet İnönü veya Fevzi Çakmak değil Fethi Okyar’dır.

Şeyh Said isyanı meydana geldiğinde İnönü Atatürk’ün karşısına çıkar ve Başbakanlığı ele alır. Ondan sonra Cumhuriyet tarihinin o görülmemiş radikal kararlarının alındığını görürüz, İnönü, Peker ikilisi yükselmeye başlar.

Peki Fethi Okyar niye hep karşımıza çıkıyor bakın burası da ilginçtir. Fethi Okyar 31 Mart Vakasında Sultan Abdülhamid devrildikten sonra Sultan Abdülhamid’i alıp yurt dışına Selanik’e götüren orada korumalığını yapan kişidir.
Balkan Harbi çıktığında oradan Sultan Abdülhamid’i alıp Beylerbeyi Sarayına getiren ve Beylerbeyi Sarayında da her gün yanında olan bir komutandır.


Burada bir zincir var mıdır yok mudur bunları tartışmak gerekir. Benim iddiam şudur: Atatürk’ün iktidarından daha çok İnönü’nün iktidarının konuşulması lazımdır. Burada Atatürk’ün yaptıklarını yok sayalım falan noktasında değilim. Demek istediğim şu;

Anladım. Tarihi gerçekleri yakalamak istiyorsak;

Bir şeyi yargılamak istiyorsak Atatürk’ü yargılamak üzerinden yaparsak boşluğa düşeriz.

İsmet İnönü’yü ölümünden ne kadar önce görevinden aldı?


Bir yıl önce.

Bir yıl önce… O zaman o gücü nereden buldu daha önce bulamadığı? O gün nasıl birden bire karar verdi?

Bakınız Atatürk’ün ölümünden sonra Atatürk’ün en yakın arkadaşlarının hatıratları 1950 yılına kadar yayınlanmamıştır.

Atatürk’ün en yakın arkadaşlarından Kazım Karabekir sizin deyiminizle Teşkilat’ın kadrolarında... Atatürk’e suikasttan dolayı yargılanan insanlardan biri oluşunu düşünürsek öyle bir imaj çıkıyor ki, o dönemi incelediğimizde Atatürk aslında tek adam yani Teşkilat da yok!

Ben de bunu anlatmaya çalışıyorum! Atatürk’ü bize tek adam diye anlatan o dönemin kendisi üzerindeki bütün pisliklerini Atatürk’e yıkmaya çalışan İsmet İnönü’nün resmi tarihidir. Biz bugün sağdan da baksanız soldan da baksanız İnönü’nün yazdırmış olduğu tarihlerden yola çıkan, Milliyetçinin, İnönü’nün yazdırmış olduğu tarihlerden yola çıkan İslamcının, İnönü’nün yazdırmış olduğu tarihlerden yola çıkan Komünist’in yazmış olduğu tarihlerden yola çıkarak yorum yapıyoruz. Mesela bir İslamcı Bir Komüniste onun tarih açısına saldırırken farkında olmadan yine İsmet İnönü tarafından yazdırılan tarihin dinamikleriyle saldırıyor. Bir de o olayın içinde

Bir de reel olan şeyler var: Atatürk’ün yaşadığı dönemde gerçekleşen devrimler İsmet İnönü’nün döneminde belki bir veya ikidir. O da ezanın Türkçe okunmasının kanun yoluyla cemiyete yayılması, işte Kur- an’ın Türkçe okunmasına yönelik tercüme faaliyetleri… İnönü döneminde sadece bunları görebiliyorsunuz ama Atatürk’ün döneminde Şapka İnkılabı, Harf İnkılabı falan. Şöyle bir şey diyemezsiniz “Atatürk, İnönü’nün faaliyetlerinde onun gölgesinde kalmış bir insandı.” Yani İnönü’nün yaptığı işlerin hezimeti altında kaldı diyemeyiz. Hatta bana tam tersi geliyor, İnönü mizacen daha korkak birisiydi ve Atatürk kadar devrim gerçekleştirmeye cesaretli bir insan değildi. Ve gölgede kalma noktasındaysa mesela paranın üzerindeki resimleri değiştirdi diyebilirim. Mesela Atatürk olsaydı 1948’de dışarıdan dayatılan demokrasiye hayır diyebilirdi diyebilirim.

Kim hayır diyebilirdi?

Atatürk!.. Mesela diyorum… Ama İnönü dışarıdan dayatılan demokrasiye hayır diyemedi ve Demokrat Partinin kurulmasına vesile oldu. Yani şu anda Teşkilat mantığıyla gidiyoruz ya, o bir kurgu bu da bir kurgu.

Şimdi ben bir yeri anlatmak da güçlük çekiyorum Temmuz 1923’e kadar Atatürk memurdur Teşkilat’ın emrindedir. Temmuz 1923’den sonra ise Atatürk başka bir yöndedir.

Anladım iktidar el değiştirmiştir. Şahıslar…

Siz diyorsunuz ya İnönü o kadar kudretli değildi Atatürk kudretli olduğu için devrimleri yaptı. Atatürk devrim falan yapmadı Atatürk kopyacılık yaptı.

Harf İnkılâbı, şapka İnkılâbı?

Atatürk’ün ortaya koymuş olduğu bir devrimden özgün bir devrimden bahsedebilir misiniz?

Kopya olmayan bir şey var.

Nedir mesela?

Ona da hiçbir millet gerçekleştirmeye cesaret edememiştir. O da dil devrimi.

Peki dil devrimi neden yapıldı bunu soruyor muyuz kendimize?

Çok defa sorduk ve hep de klasik cevablar veriyoruz!

Bakınız mesela Osmanlı Devleti Japon alfabesini kullanıyor olsaydı,

Ve fikirler onun üzerine bina edilmiş olsaydı,

Burada yapılmak istenen tek şey şuydu, Osmanlı devletinin -yeni devlet Türkiye Cumhuriyetinin güneyden çizilen sınırlarla- hiçbir bağı kalmasın. Nedir o? Suriye, Irak gibi devletler kurulmuş. Bunların alfabesi Arab alfabesi, yukarının alfabesi bunlardan farklı olmak zorunda yapılmak istenen bu. Bakınız bizde alfabe değiştirilirken orada da bir operasyon oldu.

Onların bütün ders kitapları Osmanlı düşmanlığı üzerine İngiltere ve Fransa tarafından sil baştan dizayn edildi. Demek ki operasyon iki taraflı yapılıyor. Şimdi siz bu durumda şunu söyleyemezsiniz; Mesela Suriye’nin başındaki adam çok güçlü iktidar sahibi bir adam mıydı yoksa Fransızların suyunda giden bir adam mıydı?

Irak’ın başında ki adam bir diktatör çok güçlü bir adam mıydı yoksa İngilizlerin talimatı ile mi onları yaptı? O halde sınırın üst tarafında düşündüğünüz zaman şöyle bir gerçekle karşılaşıyoruz sınırın üzerindekiler kendi iradeleri ile korkusuzlukları ile bunları yapmadılar!..

Memur oldukları için. Tabi bu da şuna denk geliyor, tarih de hiçbir zaman gerçek savaşlar olmamıştır üst perdede birileri satranç oynamıştır alt taraf da ise o satranca uygun kılıçlar çalınmıştır mı demek istiyorsunuz?

Yani ben şunu anlatabilirsem her şey açığa çıkar Atatürk gösterilen şeklin dışında iktidar sahibi falan değildir.

Ama bir şeyi gerçekleştirmek için bir imaj üzerinden gitmek gerekir. Atatürk… Şöyle diyelim başka birisi yapamazdı, bir İnönü o devrim kararlarını aldıramazdı.

Peki Lozan’ı Türkiye Cumhuriyetinde imzalattıran isim kimdir? Bakınız Türkiye Cumhuriyeti 23 Nisan 1920’de kurulduktan sonra imzaladığı ve aldığı en ağır karar Lozan’dır. Bunu kim imzalamıştır?

İsmet İnönü gözüken ve pazarlıklarını altı ay… Neyse biz sizinle röportaj yapıyoruz siz benimle röportaj yapar gibi bana soru soruyorsunuz.

Peşinden hayır kararı aldıran kişi İsmet İnönü müdür?
Bakınız ben, şuradan bir girelim belki biraz daha rahatlarız. İsmet İnönü 1930 yılında Ankara’da İnkılâp Enstitüsünün açılışında şöyle bir konuşma yapıyor diyor ki; “Biz Türkiye Cumhuriyeti olarak ve Türkler olarak İngilizler ve Fransızlardan da öte Osmanlıya karşı savaşarak bu devleti kurduk, Osmanlıyı yendiğimiz için modern bir Ulus Devleti ortaya çıkarttık diyor. İsmet İnönü’nün konuşmasıdır bu keşke getirseydim yanımda. Size atarım bende konuşmanın tam Metni bende var.

Çok iyi olur.

Şimdi soru şu, Türkler ve Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı Devletine karşı savaşmışsa ve Osmanlı Devletini yenerek kurulmuşsa, bir Türk ordusundan ve bir Osmanlı Ordusundan bahsetmek ve bu orduların çarpıştığını iddia etmek lazımdır, doğru mudur?

Doğru ve gülünç bir iddia olur.

Ne kadar gülünç olduğunu ben şimdi anlatacağım; bakınız M. Kemal 19 Mayıs 1919’da Samsuna ayak basıyor İsmet İnönü o gün nerede?

İstanbul’da.

Ne yapıyor? Osmanlı Harbiye Nazırlığının müsteşarıdır. Yani Osmanlı Milli Savunma Bakanlığının Müsteşar’ı Albay İsmet’tir. Peki, o gün 19 Mayıs 1919’da Osmanlı’nın Erkan-ı Harbiye Reisi yani Genelkurmay başkanı kimdir, kim bu? Bakınız İsmet Paşa’nın yazdırmış olduğu resmi tarihle biz bunları bilmiyoruz.

Girmiyoruz da pek.

Fevzi Çakmak’tır. Yani 19 Mayıs 1919’da Atatürk Samsun’a çıktığında Osmanlının Genelkurmay başkanı Fevzi Çakmak’tır. Gelelim 23 Nisan 1920’ye… Meclis kuruluyor, 9 Nisan 1920’de Fevzi Çakmak’la Albay İsmet Anadolu’ya geçiyorlar 9 Nisan 1920’de. 23 Nisan 1920’de yeni devlet kuruluyor. Peki 9 Nisan 1920’de Mustafa Fevzi Paşa’nın görevi nedir? Samsun’a çıktığında. Osmanlının Harbiye Nazırıdır yani Milli Savunma Bakanı’dır, peki yanında ki Albay İsmet nedir? Harbiye Nazırlığı Müsteşarıdır Milli Savunma Bakanlığı Müsteşarıdır.

Şimdi soru şu: Türkiye Cumhuriyeti kurulduysa 23 Nisan 1920’de kuruldu. 19 Mayıs 1919’a kadar çalışmalar yapıldı. Çok basit bir soru soruyoruz, Kuvayi Milleye Osmanlıya karşı savaşmışsa Albay İsmet’le Mustafa Fevzi Paşaya karşı savaşmış olması lazım. Kuvayi Milliyeciler Vatan hainliğinden dolayı tutuklanmışsa bunun emrinin Osmanlı Harbiye Nazırlığı tarafından verilmiş olması lazım. Ve en üst düzeyde iki imzanın Mustafa Fevzi Paşa’nın ve Albay İsmet’in imzalarının olması lazım. Eğer bunlar yoksa şu soru sorulması lazım, Türkiye Cumhuriyetinin ilk Savunma Bakanı Fevzi Çakmak Osmanlı Devletinin son Savunma Bakanıysa burada bir süreklilik yok mu?

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Genelkurmay Başkanı İsmet İnönü Osmanlı Devletinin son Milli Savunma Bakanı Müsteşarıysa burada bir süreklilik yok mu? Peki başka bir soru, Sivas Kongresinden bir hafta önce Doğu’da Kazım Karabekir Paşa’ya İsmet Paşa tarafından gönderilen Telgraf da ne yazıyordu? İsmet Paşa’nın “Paşaların Hesaplaşması” kitabında bu mektup aynen var birebir Osmanlıcasıyla bunu okuyabiliriz. Bunu yazan Albay İsmet’tir.

Sivas Kongresinden bir ay önce Ağustos’ta yazıyor. Diyor ki, bizim Anadolu’da silahlı bir mücadeleye girişmemizin hiçbir faidesi yoktur. Yapacağımız tek şey bütün bir milletin topyekûn bir şekilde, Amerikan milletine dayandığını ve bağımsızlığını Amerikan milletinde gördüğünü söyleyip Amerika ile iş birliği yapmaktır” diyor.

Peki neden o tarihi seçiyor çok kritiktir. Çünkü o gün İstanbul’dan hareket eden üç kişilik bir Amerikan ekibi Sivas’a gitmektedir. M. Kemal’le görüşecektir.

Mandayı kabul etmesi için.

Ve daha sonra bu mektubdan Kazım Karabekir Paşa’nın M. Kemal Bey’e yazmış olduğu bir mektup var aynı kitapta. Diyor ki Kazım Karabekir Paşa; “Paşam siz daha önce kararlaştırdığımız şekilde davranmış olmayıp, Sivas Kongresinin Ruznamesine Amerikan Mandasını eklediniz. Çok büyük hata ettiniz, bu heyet sizin yanınızdan ayrılıp benim yanıma geldiğinde sizin vermediğiniz cevabı benden alacaktır” diyor. Burada sormak lazımdır, bu bilgiler neden bizim tarih kitaplarımızda yok? Çünkü bunlar belgedir. Kuvayi Milliye’yi organize eden isimler Ali Fuat Cebesoy, Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Refet Bele, Mustafa Kemal. Lozan Antlaşması imzalanacağı zaman Ali Fuat Cebesoy, Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Refet Bele itiraz ediyorlar. Lozan antlaşmasından bir ay önce Meclis seçimleri tekrarlanıyor ve bu dört isim Meclis de yoklar.
Peki kim var o süreçten sonra? Tek başına İsmet İnönü var!
Neden böyle bir operasyon yapıldı? Bakınız ben İsmet İnönü çok güçlüydü demiyorum, Atatürk çok güçlüydü demiyorum sadece güçlü olan kendi adamlarını yerleştirdi diyorum, benim söylemek istediğim bu.

Devam edecek..

Haber Ara