Faşizme doğru omuz omuza!
Michael Haneke, bıkmadan usanmadan Avrupalının vicdanını masaya yatır-maya devam ediyor. Usta yönetmen, yeni filmi 'Beyaz Bant'ta, I. Dünya Savaşı arefesinde Almanya'nın kuzeyinde küçük bir köyde olup biten esrarlı olaylara yer veriyor.
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-04-30 09:06:00

İlginç şekilde, yeni filmi 'Beyaz Bant' (The White Ribbon), filmografisinin başyapıtlarından kabul edilen 2005 tarihli filmi "Caché/Saklı"yla yakın bir akrabalık barındırıyor. 'Saklı'da Laurent ailesine yollanan (ve ailenin evinin dışarıdan görüntülendiği) kamera kayıtları filmin kahramanı Georges'u çocukluğundan kalma bir vicdan muhasebesine kadar sürüklüyordu. Basit bir muammayla başlayan ve uzun süre o muammanın izini süren film, finalde Haneke usulü bir kreşendoyla Fransızların Cezayir mezalimine dokunduran acımasız bir yergiye dönüşüyordu. Georges'un bilinçdışına ittiği küçüklük günahını bugün Fransa'nın çoktan 'içine atmış olduğu' Cezayir'e yaptıklarının yanına iliştiriyordu yönetmen. Georges'un mikro derdi makro ölçekli bir anlam kazanıyordu.
Geçen sene Cannes Film Festivali'nde Haneke'ye en iyi yönetmen ödülünü kazandıran 'Beyaz Bant'ta bu kez tüm dünyayı sarsmış bir 'felaket'in arifesindeki Avrupa'da, Almanya'nın kuzeyindeki küçük bir köydeyiz. Taşraya pek uğramadığını bildiğimizden, yabancısı olduğumuz bu Haneke diyarında nelere tanık olacağımız tam bir meçhul. Lakin daha ilk dakikalarda "Anlatacaklarımın ne kadarı doğru bilemiyorum" diyen öğretmenin iç sesiyle başlayan film, izleyeni kısa sürede tam Haneke'lik topraklara sürüyor.
Toprak ağalığının hükmünü sürdüğü 1913 yılındayız. Köye yeni atanan öğretmenle birlikte tuhaf olaylar baş gösterir. Önce köyün doktoru kaza olmadığı apaçık bir 'kaza' geçirir. Ardından ağanın (oradaki sıfatıyla baron) hizmetçilerinden birinin karısı şüpheli bir ölüme kurban gider. Onu sırayla köyün çocuklarının başına gelen bir dizi korkunç olay izler. Bir yandan da köy ahalisi gündelik hayhuyuna devam etmektedir.
Çok katmanlı, sabır isteyen ve faşizme giden yolların bir Alman köyünde hangi iyi niyet taşlarıyla döşendiğini mikro ölçekte tasvir eden bir film 'Beyaz Bant'. 2,5 saatlik süresi ve siyah-beyaz görüntüleri seyircisine bir Bergman filmi izliyormuş, bir Yakup Kadri veya Dostoyevski romanı okuyormuş havası veriyor. Haneke'nin acelesi yok. Uzun uzun köy halkının ilişkilerini tasvir ediyor, araya faili meçhul vakaları sokuyor, finalini de, tıpkı 'Saklı'da olduğu gibi, ucu açık bırakıyor.
Yüzyıl başında Avrupa kırsalının, Kilise baskısı, eğitimsizlik, sıkışmışlık, feodal sömürü, ahlaki çürümüşlük batağında debelendiğini görüyoruz. Yakında başlayacak Dünya Savaşı ve hemen akabinde Yaşlı Kıta'nın 'aslan payını' kasıp kavuracak faşist iklimin izlerini arıyoruz ister istemez film boyunca.
Sinema tarihinde Stanley Kubrick'ten daha soğuk, sert, hatta biraz daha ileri gidelim, nemrut bir üslupçu varsa, bu Haneke'den başkası olamaz! Burada da alabildiğine mesafeli... Sadece üslubu değil, kahramanları bile öyle. Perdede olup bitenlerin sertliğine rağmen, izleyiciyle neredeyse 'sizli bizli' iletişim kuran bir sinema bu. Hele ki 1950'ler öncesinin görsel dünyası öyle diye tercih ettiği siyah-beyaz görüntüler bu mesafeyi iki kat artırıyor. Daha önceki kimi filmlerinde olduğu gibi burada da ısrarla müzik kullanmaktan imtina etmesi de filmle aranızdaki mesafeyi açan unsurlardan.
Aslında filmleriyle Avrupa insanının ruhuna psikanalitik seanslar tatbik ettiğini varsayarsak, onun soğukluğunu sabırlı bir psikiyatristinkine benzetip işin içinden çıkabiliriz. Gel gelelim, 'Beyaz Bant' onun başyapıtlarının kalitesine yaklaşmakta zorlanıyor. Sonuçta, bir psikiyatristle geçen her seanstan aynı ölçüde rahatlayarak çıkmak mümkün değildir, öyle değil mi? Ya analizleri sizi tatmin etmez ya da telkinleri... 'Beyaz Bant'ta da öyle oluyor.
Kaynak: Zaman
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
SON VİDEO HABER
Haber Ara