En uzun soluklu Kürt dergisi Nûbihar
Kürtçe yayıncılığa ciddi katkıları olan Nûbihar Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Süleyman Çevik, kuruluş aşamasında görüşlerine başvurulan TRT Şeş ve ‘Açılım’ı değerlendirdi.
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-03-04 20:33:00
Nûbihar Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Süleyman Çevik. Dergi ve kitap yayıncılığı alanında 18 yıldır yayın yapan NUBIHAR, Kürtçe yayıncılığa ciddi katkıları olan bir emeğin adresi de aynı zamanda.
Daha açılımın adı bile anılmazken, baskı ve cinayetlerin kol gezdiği bir dönemde, Kürt kimliğini yok sayan resmi dayatmalara rağmen ırkçılığa prim vermeyen, gerilim ve çatışmayı dıştalayan bir yerde durmayı başarabilen Nûbihar’ın Genel Yayın Yönetmeni Süleyman Çevik ve arkadaşlarının ortaya koyduğu çaba ve bu değerin oluşmasındaki payını göz ardı etmemek gerekir. İlkehaber olarak, hem bu başarının arka planını irdelemek, hem de başta Kürt sorunu olmak üzere, Türkiye’nin genel sorunlarını analiz etmek için Çevik’le konuştuk. Samimi bir hava içinde sorularımıza cevap veren Çevik’in, “Biz şu ana kadar Kürtlerle, Kürt gruplarıyla, insanlarıyla, partileriyle herhangi bir çatışmanın kavganın tarafı olmadık” cümlesi hem yaşadıkları süreci hem de bu sürecin kendilerini getirdiği noktayı tanımlayan bir cümleydi. TRT Şeş’in kurulmasıyla ilgili olarak Nûbihar’ın görüşlerine başvurulmasının arka planında yatan sihir buydu belki de. Bu sihrin etkisini sorularımıza verdiği cevaplarda da görmek mümkündü. Daha bir sağduyulu, daha bir diyaloga açık ama ilkeli ve özgün bir bakış açısıyla yapılan değerlendirmelerde de görmek mümkün aynı etkiyi.
- Önce kendi ağzınızdan özgeçmişinizi anlatır mısınız?
- Nüfusa gere 1965 doğumluyum. Aslında nüfusta Ergani üzerinde gözüküyoruz ama Çermikliyiz. Köyümüzün ismi Arabük’tür. 1965’den 74’e kadar orada yaşadım. Sonra babamın işi dolayısıyla Mardin’e göç ettik. İlkokul, ortaokul ve liseyi Mardin’de okudum. 1985’te Marmara Basın Yayın Yüksek Okulu, şimdiki adıyla İletişim Fakültesi’ne kayıt yaptım. O zamandan beri İstanbul’dayım. 1989’da mezun oldum. 1992’den beri de Nûbihar dergisi ve Nûbihar yayınlarını arkadaşlarımızla birlikte devam ettiriyoruz.
- Yayınevinin kuruluş öyküsünden biraz bahsedebilir misiniz?
Yayınevi 1992 Mart’ında kuruldu. O zaman yayınevinde yalnız Müştehir Karakaya vardı. Yayınevi Fatih’te küçük bir yerdeydi; giriş katında toplam 30-35 metrekare civarındaydı.. Kuruluşundan 2-3 ay sonra ben geldim. Müştehir abi ile devam ettik. Beraber 2-3 kitap çıkardık.
- Yayınevi’nin kuruluş amacı Kürtçe yayıncılık ve Kürtçe dergi miydi?
- İlk etapta Kürtçe yayıncılık, Kürtlerle ilgili yayın yapmaktı amacımız; Kürtçe dergi çıkarma projesi de vardı. Sonra Sabah abi Ankara’dan geldi...
- Bu proje için mi geldi?
- O da İstanbul’a gelmek ve yerleşmek istiyordu, Kürtçe yayıncılık yapmak, Kürtçe dergi çıkarmak istiyordu. Bu işe gönüllü arkadaşlarla, Sabah abiyle görüşüldü. Sabah abinin yayın yönetmenliğinde, 1992 Ekimi’nde Nûbihar dergisi çıktı. Ama yayınevi Nûbihar dergisinden önce kurulmuştu. Buna rağmen daha sonraki süreçte dergi ön plana çıktı. Aslında bizim başlangıçtaki niyetimiz kitap yayınıydı. Dergi yayınıyla beraber dergiciliğimiz ön plana çıktı. Sabah abinin yayın yönetmenliğinde dergiyi aylık olarak yayınlanmaya başladık.
- Şimdi iki önemli özellik var: birincisi Kürtler arasında 18 yıldır Kürtçe yayınlanan, şimdiye kadar istikrarlı bir şekilde Kürtçe yayınlanan bir dergi hatırlamıyorum ben. Kürtler bu kadar uzun süren bir yayın var mı?
- Türkiye’de yok da değişik ülkelerde var.
- Zaten Türkiye için soruyorum. Türkiye’deki Kürtler arasında yok. Hepimiz 12 Eylül sürecini iyi biliyoruz, yıllarca yayıncılık yaptık… Bir yayının kuruluşundan günümüze sürdürülememiş. Birçok yayın kuruluşuna bakıyorsun 15 kişi, 20 kişi, 30 kişi sürdürmüş bu görevleri. Ama Nûbihar’da sorumluluk kadrosu da değişmedi. Süleyman Çevik başından beri Nûbihar’ın içinde ve uzun dönemdir de Nûbihar’ın yayın yönetmenliğini yapıyor. Kürtçe'deki 18 yıllık istikrarı; aynı zamanda Süleyman Çevik’in 18 yıldır orda kalmasını neye bağlıyorsunuz? Bunun sırrı nedir?
- Ben aslında kendimi vitrindeki bir manken olarak tanımlıyorum. Vitrindeki mankenin üzerine güzel bir takım elbise giydiriyorsunuz, üzerine bir fiyat yazıyorsunuz ve diyorsunuz ki, “Böyle bir takım var.” ve içeriye müşteri çekiyorsunuz. Ama içeri girdiğiniz zaman bakıyorsunuz ki yüzlerce takım elbise ve başka şeyler var. Kurumu temsil etme babında ön planda görünen benim, ama hiçbir zaman yalnız olmadım. Arkadaşlarım var, çevrede bizlere moral verenler var, ellerinden geldiği kadar fedakârlık yapan insanlarımız var. Bu yüzden bir ekip olarak kabullenmek lazım bunu. Yani tek başına bir fert olarak ben bir şey yapamam. Ama temsil babında sorumluluğum var.
- Yanlış anlaşılmasın, yaptıklarınız birilerin emeğini…
- Evet, birilerinin emeğini hiçe saymamak gerekir... Ben onların emeklerini az veya çok teslim etmek anlamında bunu söylemek zorundayım. Fakat dergicilik anlamında yaptığımız iş, biraz da sabır işi, bu nedenle işi ciddiye almak olarak değerlendirmek lazım. Yaptığı işi sevmek, yaptığı işe önem vermek anlamında bakmak lazım. Yaptığımız işe önem verdiğimiz ve ciddiye aldığımız için; işimizi severek yaptığımız için; işin hakkını vermek ve sonuna kadar götürmek için arkadaşlarımla beraber çabaladık. Aslında bazı zamanlarda bu işi bitirmek veya sonlandırmak mümkün iken, biz ısrarla “bu işi yapacağız” deyip, ekonomik veya başka sebeplerden kaynaklanan sorunlara çare arayarak yayıncılık faaliyetlerine devam edelim demişiz. Böyle bir gayret içinde bulunmuşuz. Yoksa normalde bu işler bu kadar uzun sürmez. Azim olmasa, sabır olmasa, kararlılık olmasa, bir işe inatla sarılmak olmasa bu iş gitmez. Ama biz, imkânlarımızın hepsini birleştirerek bu işi sonuna kadar götürelim dediğimiz için, şu ana kadar ayakta kalabilmişiz.
- Hem Kürtçe dergicilik açısından, hem bir kurumun düzenli yürütülmesi açısından deneyimlerinizi bizimle nasıl paylaşırsınız? Yani başlangıçtaki Süleyman Çevik ile şu anki Süleyman Çevik arasındaki farklar nelerdir?
- Tabi insan zamanla bir takım şeyleri daha iyi anlıyor; tabiri caizse zamanla pişiyor. İlk günler ile şimdi arasında büyük farklar var. İnsan zamanla bir işin nasıl yürütüleceğini, nerde ne konuşulacağını, bir işin nasıl ele alınacağını, insanlarla nasıl diyalog kurulacağını öğreniyor; işi daha sağlıklı yürütmek anlamında, farklı kesimlerle, insanlarla ilişki kurma noktasında büyük bir deneyim kazanıyor. 18 yıllık bir süreç içerisinde elbette tecrübe kazandık. Başka iş yapmadığımız için tabiri caizse sadece bu işi öğrendik. Bugün birileri çıkıp derse ki; “Bu işi biliyor musunuz?” biz de “Biliyoruz” deriz.
- Dergiciliğin, Kürtler açısından değerlendirildiğinde bir siyasal alt yapısı da var mutlaka. Siyasal alt yapısından kastım bir dünya görüşünün olmasıdır. Bu anlamda Nûbihar’ı nasıl tarif edebiliriz?
- Nûbihar, başlangıçta, Sabah abiyle başladığımız zaman koyduğu ilkelerle devam etti. Daha ilk gününde dedik ki; “Kürtlerle, Kürt gruplarıyla, insanlarıyla, partileriyle, herhangi bir çatışmanın kavganın tarafı olmayacağız.” Bir yaklaşımımız buydu. Sıralama önemli değil. Ancak önem verdiğimiz bir değer de inançlarımıza özgüydü; biz Müslümanlara, dinimize, inançlarımıza yönelik hakaret içeren bir olayın içinde de bulunmayacağız, demiştik. Bulunmadık da. Bu iki nokta bizim için önemliydi. Şu ana kadar bunları büyük oranda koruduğumuzu düşünüyorum. 90’lı yıllarda ilkeleştirdiğimiz siyasi duruşumuz şu ana kadar gelmiştir diyebilirim. Çünkü yüz yüze görüştüğümüz insanlardan, hem sağdan, hem soldan buna benzer şeyler duyuyoruz. Dinimize, inançlarımıza saygılı, kendi yayın çizgisinden taviz vermeyen, hakaret ve ırkçılıktan uzak davranan, kendi dışındaki gruplarla kavga etmeyen, çatışmayan, başkalarıyla diyalog arayan, bir araya gelmeye çalışan, bir siyasi duruşumuz var. Nûbihar, ilk yayıncılık faaliyetine başladığı zaman, şöyle bir ilke de oluşturmuştu: Biz Kürtlerle, Kürtlerin toplumdaki yerleriyle ilgili, tarihi birikimiyle, edebiyatıyla, kültürüyle, klasikleriyle ilgili bir yayıncılık yapacağız, diye başlamıştık. Bu ilkemiz elbet yayıncılık ve dergicilik faaliyetlerimizin bir yansımasıydı. Dergicilik zor bir iş, dergicilik yaptığınızdan dolayı kitap çalışmalarında ister istemez bazı aksamalar oluyor. Çünkü süreli bir yayının zamanında çıkabilmesi için bir emek vermeniz gerekiyor. Eğer kadronuz sınırlı ise, ekonomik olanaklarınız yoksa, bu durum, kitap yayınlama noktasında ister istemez bir akamete neden oluyor, gecikmelere sebep oluyor ya da dergiden dolayı kitap çıkmıyor. Bu nedenle ilk etaplarda fazla kitap çıkaramadık. Ama son dönemlerde kitap yayıncılığımız da gelişti. Klasik eserler başta olmak üzere halkımızın değerlerini öne çıkaran yayıncılık anlayışımız devam ediyor. İleriki süreçte de Kürtlerin klasikleri, tarihi, kültürüyle ilgili yayınlarımızı sürdüreceğiz.
- Nûbihar’ın, gördüğümüz kadarıyla tüm Kürt gruplar nezdinde ayrı bir yeri var. Mesela bir imza kampanyası, bir panel ve benzeri etkinlikler olduğu zaman herkes Nûbihar’ı bu çalışmaların içinde görmek istiyor. Yani bir saygınlık oluşturmuş...
- Teşekkür ederim. Fakat şöyle bir durum da var: İnsan kendi misyonunun dışına çıkmak da istemiyor. Bazen öyle durumlar oldu ki, bizim misyonumuzun dışında olan, yaptığımız işe uygun olmayan bazı çalışmalar da oluyor. Örneğin, siyasi bir takım faaliyetlerin yapılması gerekiyor. Biz daha ilk günümüzden kültürel olarak ortaya çıktığımız için bu tür siyasal faaliyetlere zaman ayıramadık. Bunu da yapmak gerekir; ancak bunun için kadro lazım, zaman ayırmak lazım. Bu yüzden siyasal toplantılara pek katılamadık. Tabi katılamayışımızın sebebi, bunların gereksiz oluşundan değil. Elbette gerekli; bir meselede görüş belirtmek, onunla ilgili kamuoyu oluşturmak babında bunlar gerekli olan çalışmalar. Fakat hem kadro konusunda, hem de yaptığımız işle direk alakalı olmadığından, bazen bu tür çalışmalardan uzak durduk. Bu işi önemsemediğimizden değil, ama bizim işimiz değildi... Kendi misyonumuzun dışına çıkmak istemedik.
- Şimdi 2010’dayız ve ‘Açılım’ı konuşuyoruz. Daha açılım ortada yokken. Nûbihar Kürt sorunuyla ilgili bir sempozyum düzenledi. Bu sempozyum büyük bir ses getirdi. Neredeyse Nûbihar’ın ilk kurulduğu günlere denk gelen bir programdı.
- 6. sayıdan sonra yaptık. Ne yazık ki devamını getirmedik.
- Kimler katılmıştı?
- Tebliğ sunanlardan 6 kişi vardı. 20-30 civarında ise müzakereci katılmıştı.
- O günün aktörleri ile bu günün aktörleri arasında bir fark var mı, yoksa aynı kişiler mi?
- Değişenler oldu tabi.
- Mesela sizin sempozyumunuza katılıp bu gün Kürt sorununu dillendiren...
- Var tabi. O gün katılanların çoğu bugün de o tür çalışmalarını sürdürüyorlar. Ama kulvar değiştirenler de oldu.
- Mesela Mazlum-Der Eski Genel Başkanı, şu an Ak Parti Diyarbakır Milletvekili İhsan Arslan...
- Yanılmıyorsam İhsan Arslan müzakereciler içindeydi.
- Başka hatırladığınız kişiler var mı?
- Var tabi. Mesela Hikmet Özdemir vardı, şimdi Cumhurbaşkanlığı Danışmanı. Ermeni Araştırmalarının başına geçti. Sabah Kara, Osman Tunç, Mehmet Metiner, Altan Tan, Yılmaz Çamlıbel tebliğ sundular. Hüsnü Okçuoğlu vardı. Müzakereciler içinde İslami kesimden ve diğer Kürt kesimlerinden birçok farklı düşünen insan vardı. Geniş katılımlıydı.
- Nûbihar’la İstanbul’da tanıştım. Kürtlerin geleneksel tarihi içerisinde klasik edebiyat dönemi yada medreselerin etkili olduğu 1950’lere gelinceye kadar Kürtler medreselerin de etkisiyle kendi dilleriyle, kültürleriyle yaşamlarını sürdürmüşler. Ama 1950’lerden sonra Kürt Müslümanlar arasında ciddi bir durgunluk var. Bu durgunluk neredeyse 1990’ların başına kadar, hatta Nûbihar’ın çıkışına kadar devam ediyor. Nûbihar’ın çıkışına kadar Kürt Müslümanları, Kürtçeye ilgisizler ya da Kürtlerin diğer kesimleriyle ciddi bir işbirliği yapmaya yanaşmıyorlar.. 1990’lardan sonra Nûbihar’ın da etkisiyle Kürtlerin diğer kesimleri ile Kürt dindarları arasında sıcak bir diyalog başladı. Kürt dindarları dile, kültüre, edebiyata geçmişten daha fazla sahip çıkmaya başladı. Yanılıyor da olabilirim ama 1950’lerden 1990’lara kadar, neredeyse 40 yıllık bir süreç içerisinde Kürt dindarları çok içine kapanık bir politika yürüttü. Elbet Kürt solunun da ciddi hataları var, bu eksikleri yalnız başına dindarlara mal edemeyiz. Kürt solu dindarları dışlayıcı bir tutum içine girdi. Sizin böyle bir tespitiniz var mı? Söz ettiğimiz dönemde Kürt dindarları Kürtleri ezenlere karşı, yalnız Türkiye’de değil, diğer dört parçada sessiz durmadı mı?
- 1950’den sonraki süreci değerlendirdiğimizde birkaç sebep sayabilirim. Birincisi mesela 50’lerden sonra İmam Hatip okullarının açılması medreselerin rolünü çok azalttı. Tabiri caizse İmam Hatiplerde okumayan medrese talebelerinin, 12 ilimden müntehi olmaları halinde bile icazetleri hiçbir işe yaramadı. İmam Hatipler ön plana çıktı, medreselerin tesiri azaldı. Medreselerin, dolayısıyla Kürtçenin etkisi belli bir süreçten sonra akamete uğradı. Bir başka sebep 1960’lı yıllardan sonra dünyada sol hareketlerin ön plana çıkmasıdır. Bu durum etkisini Kürtler arasında da gösterdi. Kürt meselesinde duyarlı olan insanların daha çok sol kesimlerden çıkmış olması, 60’lı yıllardan sonra solcu gelenekten gelen gençlerin Kürt meselesini sahiplenmesi ve bunu gündemlerinin birinci maddesi yapmaları sebebiyle dindarların yaklaşımında bir gerileme oldu. Tabi şöyle de oldu; Kürt dindarların etkinlikleri görünmez de oldu. Mesela Güneydeki Barzani hareketi içinde yer alan birçok mollanın yaptıkları, İslami bir gelenekten gelmelerine rağmen İslami kesime mal edilmedi. Bunlar Barzani hareketinin veya diğer solcu kesimlerin yaptığı etkinlik veya eylemlilik olarak anlaşıldı. Bir başka önemli sebep de, özellikle Kürt Müslümanların Türklerle sürekli diyalog içinde olmalarıdır. Başka bir deyimle Kürt dindarlarının Türk cemaatlerinin, gruplarının, fraksiyonlarının içinde olmalarından kaynaklı olarak, “acaba kendi milletimle ilgili, kendi dilimle ilgili bir talepte bulunursam dinden çıkar mıyım, ırkçı olur muyum,” kaygısı baş gösterdi. Yani öyle bir şey ki sanki kendi diliyle, kültürüyle ilgili bir talepte bulunursa bu dine aykırıymış gibi anlaşıldı. Kürt Müslümanlarının bir kısmı arasında, ne yazık ki “Bu sorunları duymayalım da bari dinimizden olmayalım” gibi bir durum gelişti. Bu bir duyarsızlığı da beraberinde getirdi. Tüm bunlara rağmen biliyoruz ki Müslümanların bu meseleyle ilgisi aslında her zaman vardı. Eskiden de vardı, şimdi de var. Belki belli bir dönem sessizlik oldu; ya da Kürt Müslümanlarının sesi duyulmadı. Ama o sessizlik dönemi içinde de bu meseleden dolayı duyarlı olan içi yanan, bu meseleye bir şekilde sahip çıkmaya çalışan Müslümanlar her zaman vardı.
- Kürt meselesi konusunda duyarlı olan grupların içinde Nurcuların yeri nedir? Nurcular Kürt meselesine ne kadar duyarlı? Bir soru daha; mesela Yeni Zemin’de Osman Bey vardı; şu anda Başbakan’ın danışmanı olan Yalçın Akdoğan vardı. Birde sanırım Mehmet Metiner vardı.
- Ali Bulaç ve daha çok kişi vardı.
- Evet o da vardı. Şu anda Başbakan’ın, biri resmi biri gayri resmi danışmanlık görevini yapan iki kişi var. Onlar da geçmişte Kürt meselesiyle ilgili yoğun olarak mesai harcamış insanlar. Yeni Zemin’de olsun daha önceki dergilerinde olsun, insanlar vardı. Onların şu anda gündemde olan açılıma katkıları nelerdir?
- Doğrusu bu konuda kimin başbakana ne bilgi verdiğini bilmiyorum. Yeni Zemin’in yayını ile benim bir görevim olmadı. Osman Tunç abinin sahibi olduğu Yeni Zemin o dönemde çok önemli işler yaptı. O dönem konuşulması zor olan ama bu gün konuşulan, Türkiye’deki değişime yönelik, Kürt meselesiyle, demokratikleşmeyle ilgili, sistemi sorgulama anlamında, Müslümanların duruşunu sorgulama anlamında Yeni Zemin’de ciddi makaleler yayınlandı.
- Yazanlar arasında benim hatırladığım kadarıyla Mehmet Altan vardı...
- O dönemde birçok insanla röportajlar yapılıyor, yazılar alınıyordu... Yazanlar arasında sağdan da, soldan da olanlar vardı. Liberal kesimlerden, farklı gruplardan o dönemde bir araya gelmesi mümkün olmayan insanlar Yeni Zemin’de yazıyordu.
- Sanki bugün konuştuğumuz şeyler 15 yıl önce konuşulmuş, bir adım atılmış, ondan sonra üzerine bir örtü atılmış konuşulmamış gibi…
- Yeni Zemin’den önce Girişim vardı. 1990’da kapandı. Beş sene devam etti. O dönemde Girişim’de çok ciddi yazılar çıktı. Özellikle İran devriminden sonraki süreçte, dönemin şartlarıyla kıyaslandığında Kürt meselesine duyarlı yazarlar cesur makaleler yayınladı.
- Peki on yıllık dönemde bir girişimde bulunulmaması neyle izah edilebilir? Yeni Zemin’den sonra, sizin başlatmış olduğunuz o toplantıdan sonra bir şey gelişmedi. Sadece sol gruplar ön plana çıktı. İslami kesimde Kürt meselesine duyarlılık çok fazla gelişmedi. Bunun nedeni, bugün adından sıkça söz edilen Ergenekon gibi unsurlar tarafından uygulanan bir baskı politikasının sonucu olabilir mi? O dönem çok inanılmaz baskılar vardı. Baskılardan kaynaklı bir şey olabilir mi?
- Müslümanların fazla bir şey yapmamasının baskılarla ilgisi vardır, diyemiyorum. Yukarıda da söylediğim gibi müslümanların geneli bu meselede yeterince duyarlı değildi. O dönemde baskılar daha çok başka gruplara yönelikti. Müslüman dindarlar da elbet baskılardan nasibini alıyordu. Bölgede rahat çalışamama, rahatsız edilme, psikolojik baskı... Bu baskıları kendi arkadaşlarım için de söyleyebilirim. Bölgede 90’lı yıllarda rahat çalışmak mümkün değildi; en azından yaptığı işin suç olmadığını bir takım yetkililere anlatabilmek için çok sıkıntı çekilmiştir.
- Üstelik faili meçhullerin yoğun olduğu bir bölgede…
- Çok sıkıntı çekilmiştir. Bölgede dergilerimizi dağıtan ve dergiye sahip çıkan arkadaşlarımız büyük sıkıntılarla karşılaştı. Tabi bölgede faili meçhullerin başlaması, insanların kim vurduya gitmesi gibi birtakım şeyler, insanların kabuğuna çekilmesine neden oldu. Dindarlarımız, belki de bazı şeyleri o anki şartlar içinde söylememek, yapmamak için belli bir geri durma, geri adım atma veya öteleme içine girmiş olabilirler. Müslümanların tavrında bu tür şeyler vardır ama dediğim gibi Müslümanlar henüz “Kürtlerle ilgilenirsem ne olur? Böyle bir şey yanlış anlaşılır mı? Türk kesiminden birileri beni milliyetçi, ırkçı diye damgalayabilir mi,” psikolojisinden de kurtulabilmiş değil.
- Sanırım bu psikoloji Kürtlerin büyük kesiminde var...
- Kürtler bu memlekette yaşıyor, ister istemez yaşananlardan etkileniyorlar. Yani şimdi devlet bir şey yaptığı zaman insanlar diyor ki “devlet yaptı ben de yapayım.” Mesela son dönemde İslami cemaatler içerisinde, birtakım cemaatlerde, Türkiye’deki açılımdan sonra birçok yayıncı arıyor, “biz kitap çıkarmak istiyoruz, ne yapalım? Bunu çevirmek istiyoruz ne yapalım” diye… Özellikle devletin TRT Şeş’i açmasıyla birlikte, ortamın yumuşamasıyla birlikte, yetkililerin Kürt meselesiyle ilgili bir takım söylemlerinden dolayı bu konuda bir şeyler yapmak isteyen bir sürü grup var. Bizi arıyorlar. “Kitap çevirelim, bir şey yapmak istiyoruz, ne edelim” diye. Tabanlarının Kürt olmasından kaynaklanan ya da bu bölgeye bu şekilde gidip yerleşelim oraya ve bir taban oluşturalım” anlayışından kaynaklanan böyle bir çaba var.
Nûbihar’ın ilkelerini belirttiniz. Uzlaşmacı bir yapınızın yanı sıra ilkeli bir duruşunuz olduğunu söylediniz. Ama şunu da biliyoruz; bir kültür ve edebiyat dergisi çıkarıyorsunuz. Normal şartlarda baktığınız zaman siyasi-politik bir dergi değil. Buna nazaran 18 yıllık bir geçmişiniz var. Bu geçmişinizde herhangi bir baskı, herhangi bir kapatma gibi bir durumla karşılaştınız mı?
- Biz, yazdığımız yazılardan tutun, yayınladığımız makalelere kadar, her şeye özellikle dikkat ettik. Bir işin, kalıcı ve sürekli olabilmesi için bazı şeyleri o an söylemiyorsun, söylemek istemiyorsun, gerek de görmüyorsun. Yani işin kalıcı olması açsından biz yazdığımız yazıların söylemlerine dikkat ediyoruz. İlerde bizim için bir sıkıntı oluşturur mu yaptığımız çalışmayla ilgili diye. Bunu bir basitlik olarak da değerlendirmemek lazım bana göre. İşin kalıcılığı açısından, bu işi nasıl daha ileriye götürürüm diyerekten bazı konularda dikkatli olmak gerekir. Dediğiniz gibi dergimizin kültürel olması hasebiyle, dergiyle ilgili, herhangi bir toplatmayla ve kapama davasıyla karşılaşmadık. Fakat derginin sürekli takip edildiğini biliyorum. Derginin özelliğinden, özellikle bir takım kişiler tarafından, devlet kurumları tarafından takip edildiğini biliyorum. Bu anlamda dergiyle ilgili herhangi hukuki bir takip olmadı ama dediğim gibi bölgede dergiyi çantasında taşıyan, dergiyi dağıtırken, bir bayiye bırakırken, dergiyi okurken takip edilen, hakarete uğrayan, tartaklanan arkadaşlarımız oldu. Yani niye onu okuyorsunuz, onu okumayın gibisinden baskılar yapıldı. Kitaplarla ilgili olarak da, birkaç tane kitabımız takibata uğradı. Bundan dolayı ceza da yedik. Örneğin bahsettiğim sempozyumla ilgili kitaptan dolayı ceza yedik.
- Yani o kadar özen göstermenize rağmen yine de ceza yediniz.
- Resmi olmasa da, bölgede resmi görevliler tarafından yapılan uygulamaların yanı sıra birkaç kitabımızdan ceza yedik. Şu an öyle bir şey yok ama bahsettiğimiz süreç içerisinde bazı haksız uygulamalarla karşılaştık.
- Konuyu biraz değiştirelim istiyorum. İsterseniz direk sorayım. Çünkü Kürtler arasında bunun çokça dedikodusu yapıldı. Bu konu nedeniyle rahatsız olduğunuzu da biliyorum. TRT Şeş’le ilgili olarak sizi biraz da ben rahatsız edeyim. TRT Şeş’i Nûbihar mı kurdu?
- Yoo biz kurmadık.
- Öyle diyorlar ama Kürtler arasında.
- Nûbihar’ın TRT Şeş’in kurulmasına herhangi bir katkısı yok. TRT Şeş kurulurken, o işin başında olan insanlar gelip bizimle de görüştüler. Bizimle görüştükleri gibi birçok insanla da görüştüler. Piyasada Kürt meselesi ile ilgili yazı yazan, çizen, yayınevi sahibi, yazar, çizer, anlamında birçok insanla görüştüler. Biz, o dönemde de bu işin, ciddi bir şekilde yapılırsa, Kürtlerin hassasiyet gösterdiği meselelerde hassas olurlarsa, bu işi ciddiyetle yaparlarsa iyi bir şey olacağını söyledik. Halen de onu söylüyoruz ama Nûbihar’la ilgili, Nûbihar’da daha önce çalışmış, yazmış çizmiş birkaç arkadaş şimdi TRT’de çalışıyor. Bu durumu TRT Şeş’i Nûbihar kurdu diye algılamak çok yanlış olur. Nihayetinde Kürtçe yayıncılık yaptığınız zaman, Kürtçe yayıncılık yapan insanlar da sınırlı insanlar, belirli insanlar, bu alanda çalışan insanlar belli insanlardır. Böyle bir iş yapıldığı zaman ya bizden ya başkasından ya da başka bir gruptan eleman alacaklar. Gidip başka yerden adam getirecek halleri yok. 90’lı yıllardan beri Türkiye’de bu işi yaptığımız için, bu işle ilgilenen insanlar bu işin iskeletini oluşturur ister istemez. TRT 6’i kuracak insanlar elbet Kürtçeyi bilen, Kürtçe yazıp çizen insanlar olacak. Onlar da nereden olacak? Ya Nûbihar’dan olacak, ya başka bir yerden veya başka bir yayınevinden, ya da bir dergi çevresinden olacak. Daha önce birlikte çalıştığımız arkadaşlar var. Şimdi orada çalışıyorlar. Nihayetinde 18 yıllık süreç içerisinde bizde çalışan, yazan bir çok insan oldu. Bu insanlardan birkaç kişinin TRT Şeş’e gitmesinden yola çıkarak, olay Nûbihar üzerinden yürüyor gibi algılamak yanlış olur. Şunu da biliyoruz: Bir televizyon sadece geçmişte Nûbihar’da çalışmış insanlar üzerinden gitmez ki. O televizyonun birçok çalışanı var.
- Geçmişte sizinle çalışıp bugün TRT Şeş’te olan arkadaşlarınızı yadsımıyorum. Sonuçta birileri bu işi yapacak. Bunların Kürt diline hizmet etmiş insanlar olması, bu bilinçle iş yapması, çok daha iyi. Peki şuraya gelelim: Böyle bir ihtiyaç da yok muydu? Türkiye’de Kürtçe Televizyon kurulması gerekli değil miydi? Eksi ve artılarıyla bakacak olursak TRT Şeş’i nasıl değerlendirmek gerekir?
- Biliyoruz ki TRT 6’in perde arkasında bir çok insan var, onlarla da bizim alakamız yok, hatta önemli bir kısmını tanımıyoruz bile. Gelelim TRT Şeş konusuna. TRT Şeş’in Cumhuriyet tarihi içindeki önemini kesinlikle küçümsememek lazım. Böyle bir televizyonun devlet tarafından kurulmuş olması son derece önemlidir. On sene önceye kadar senin dilini kültürünü, millet olduğunu, Kürt diye bir milletin varlığını inkar eden bir anlayış, bir devlet geleneği arıyor size diyor ki, “sizin dilinizle bir televizyon kuruyorum” ve kuruyor. Bunun masrafını bizzat kendisi karşılıyor, eleman istihdam ediyor. Senin dilinle sana yayın yapıyor. Cumhuriyet sonrası Türkiye tarihini iyi bilen insanlar bunun nasıl büyük bir olay olduğunu bilir. Bir kere televizyonun böyle bir etkisi var. Senin dilinle seni inkar eden bir anlayış, bir televizyon kuruyor, o televizyon yirmi dört saat yayın yapıyor, Kürtçe konuşuyor ve bu seni inkar edenlerle...
- Deyim yerindeyse inkâr politikasının iflasıdır.
- Tabi ki öyledir. Ama bu televizyonun kuruluşuyla Kürtlerin Türkiye’deki sorunları bitmiyor. Yani sadece bu yayınla sorun bitmiyor. Türkiye’de eğitimle ilgili sorunlar var, kültürel başka çalışmalar var. Şu anki televizyonun yasal bir güvencesi yok. Kanuni olarak, kanunun hangi maddesine göre kurulmuş belli değil. Yarın bir değişiklik olur ve “bu televizyon reklâm almıyor, biz bu televizyonu kapatıyoruz, ödenek ayıramadık” derseler, ne yapılabilir? Belki siyaseten yapmazlar bunu. Televizyonu kapatamazlar belki; Türkiye’ye dışarıdan getireceği siyasi risklerde vardır, bu yüzden yapmazlar diyorum, ama yasal dayanağı olmadığı için isterse böyle bir karar alabilirler.
- Radikal bir parti gelirse…
- Belki o da yapmayabilir. Çünkü Türkiye’de bir devlet geleneği var. Yani devletin yaptığı şeyleri sonradan gelen partiler de büyük oranda sahipleniyor. Ama onu işlevsiz hale getirebilir. İçeriğini değiştirebilir, yayın politikasında bir takım değişiklikler yapabilir. Bu nedenle televizyonun bir an önce yasal bir güvenceye kavuşturulması lazım.
- TRT Şeş bütün sorunları gidermedi. Devlet, TRT Şeş ile sadece dille ilgili bir politika değişikliğine gitti. Şu anda hükümetin daha kapsamlı olduğu iddia edilen bir açılım politikası var. Bu açılım politikasının kısa, orta ve uzun vadeli projelere ayrıldığı belirtiliyor. TRT Şeş sanırım bu politikanın birinci ayağıydı. İsterseniz biraz da açılım politikasından bahsedelim.
Hükümetin açılım politikasına baktığımız zaman işlerinin zor olduğunu görüyoruz. Türkiye’de belli bir zihniyet ve anlayışı değiştirmek sanıldığı kadar kolay değil. Açılımla ilgili olarak, bu işi yapma konusunda, bu işi sürdürme babında çok iyi niyetli insanlar görülüyor hükümetin içerisinde. Ama bu işin yapılmasını istemeyen, bu işi nasıl engelleyebilirim zihniyetinde olan insanlar da görülüyor ki, bunlar Ak Parti’nin içinde de var. En azından Başbakan ve Ak Parti’nin önde gelen kadroları, “Biz bunu çözmek istiyoruz, yapmak istiyoruz...” diyorlar. Bu da alışılmış bir şey değil Türkiye’de. “Bu meseleyi çözmek istiyorum” deyip sivil toplum örgütleriyle görüşen, kararlı demeçler veren Başbakan’ın “Bu işi sonuna kadar götüreceğiz, yapacağız” söylemleri bir kere önemli şeyler. Bunun sonuna kadar götürülmesi lazım. Fakat diğer partileri bir yana bıraksak bile, ki diğer partilerde zaten muhalifler çok, kendi partilerinin içinde de işleri sıkıntılı.
- Muhalefetin bir karşı duruşu var. Özellikle CHP ve MHP’nin çok sert ve ihanetle suçlayan bir tutumu var. Aslında bunlar da çok önemli değil. Belki CHP ve MHP’nin çok fazla bir etkisi olmayacak, sadece muhalefet edecekler. Ak Parti içindeki muhalefet de Erdoğan’ın karizmasıyla bir noktada duruyorlar. Ama sanırım Ak Parti’nin, eski DTP şu anki BDP ile bir uzlaşma yapması lazım ki bu açılım iyi noktada sonuçlansın veya başarılı olsun.
- Tabi Ak Parti’nin burada bir handikabı var. DTP ile ilişkisine gelmeden önce bir şey söyleyeyim; Türkiye’de Kürt meselesi Türk kesimi tarafından çok hassas bir mesele olarak kabul ediliyor. Yani Kürtlere yönelik herhangi bir açılım veya bir iyileştirme anında bir partinin oylarının azalmasına sebep oluyor. Yani Kürtlere yönelik her hangi bir çalışma hemen tepki doğuruyor. Mesela bu açılımdan dolayı da Ak Parti oylarında bir azalma olduğu söyleniyor ki, bu doğrudur. Bu konuda, açılımdan dolayı Ak Parti oy kaybetmiş durumda. MHP ve CHP’nin çatışmacı anlayışından kaynaklanan sert muhalefetleri var. Bu sert muhalefet Ak Parti’ye oy kaybettiriyor. Buna rağmen, bu sorunların bir çözüme kavuşturulmasıyla paralel olarak ileride içyapının düzelmesi durumunda, Ak Parti’nin oylarının önümüzdeki seçimde olmasa bile sonraki seçimlerde artacağı da kesindir.
- Kürtler açılım sürecine yeterince ortak edildi mi sizce?
- Değil, işte ona geleceğim. Ak Parti’nin buradaki handikabı bu zaten. Sorunu çözmeye yönelik bir çaba içinde olduğunuzu söylüyorsunuz. Ama burada Kürtleri hiçbir şekilde muhatap almıyorsunuz ya da Kürtlerle konuşmuyorsunuz veya “Kürtler ne istiyor?” diye sormuyorsunuz. “Ben sizinle görüşmeden, sizi ciddiye almadan bu sorunu çözerim,” anlayışı son derece yanlış. Şimdi sen bu sorunu 25-30 senedir birileriyle yaşamışsın. Diyorsun ki; “Ben bu sorunu çözeceğim ama sizi hiç takmadan yapacağım bunu; hatta sizi de tasfiye edeceğim.” Bunu dediğiniz zaman sorun çözülmez. Düşman bellediğiniz, karşı durduğunuz veya direk çatıştığınız insanları, kurumları muhatap almasanız bile birileri ile oturup konuşabilirsiniz. Bu yasal bir partinin yetkilileri olabilir. Bu olmasa bile akil adamlar dediğimiz farklı kesimlerden gelen, Kürt kamuoyunca da Türk kamuoyunca da saygınlığı olan belli bir takım kişiler olabilir. Ne yazık ki Ak Parti’nin şu anda yaptığı şey, bu değil; onların bir ayağı hep geride kalıyor, hep zayıf kalıyor.
- Sanki bu politika değişikliği Habur’dan girişlerden sonra oldu gibi geliyor bana. Daha önce DTP ve Ahmet Türk ile görüşmeleri vardı. Habur’dan sonra o bağlantı kesildi gibi.
- Habur’daki o görüntülerden sonra muhalif partiler bunu çok kullandılar. Hala’da kullanıyorlar. Ama Habur’da bir meydan okumadan ziyade, 25 senedir sıkıntı çekmiş, köyü yanmış, köyünü terk etmiş, çoluk çocuğu ölmüş, dağa gitmiş birtakım insanların aslında barış gelecek diye yaptıkları bir sevinç vardı. Aslında o sevinci kendileri de yeterince anlatamadı. DTP de anlatamadı bunu. Türkiye’deki kamuoyu da bunu bir kalkışma, bir zafer olarak algıladı. Öyle değildi aslında. O Kürtlerin barışa kavuşma, sükûnete kavuşma gibi bir sevincin dışa yansımasıydı. Türkiye kamuoyu bu meseleyi devlete karşı bir başkaldırı olarak algıladı. Bu Ak Parti üzerinde de etkili oldu tabi. Bu süreçten sonra hükümet de açılımda yavaşladı. Bu son dönemlerdeki girişimleri de söylemek lazım. Mesela Başbakan’ın sanatçılarla yazarlarla...
Nûbihar’dan davet edilen oldu mu?
- Benim bildiğim kadarıyla şu ana kadar kimse davet edilmedi. Bilmiyorum belki yazarlarla ilgili, ya da bir takım çevrelerle yapılacak toplantıya çağırırlar. Dediğim gibi bir ayağı eksik kaldı bu açılımın. Sanatçılarla, yazarlarla ve toplumun diğer farklı kesimleriyle açılımla ilgili Başbakan’ın bir toplantı yapacağı söyleniyor. Bu toplantı geniş tutulup, ciddi anlamda katkı sunacak kişiler çağrılırsa olumludur diye düşünüyorum.
- Sanatçılara baktığımızda toplumun geniş kesiminden çağrılan bir heyet olduğunu görüyoruz. Çok da yabana atılır bir çağrı değil. Mesela MKM sanatçılarından Rojda çağrılanlardan biri. Gerçi o çağrıyı reddetti, toplantıya katılmayacağını söyledi, ama çağrılması yine de önemli. Ama diğer taraftan bir bakıyorsunuz Demet Akalın gibi medyatik bir sanatçı da çağrılmış.
- Sanatçılarla, yazarlarla, Türkiye’deki değişik kesimlerle, söz sahibi insanlarla oturup bu meseleyi konuşacağı izlenimini vermesi olumlu. Yani bu başka türlü de olmaz.
- Diğerleriyle de devam etmesi gerekirdi aynı şekilde.
- Elbette. Bu bir toplantıyla da bitirilmemeli, devam etmeli. Uzun süreli bir iş. Avrupa’da bu tür sorunları yaşamış bir İngiltere, bir İspanya ve buna benzer ülkelerde de sorun birden bire çözülmüyor ki.
- Dindar bir çevre bilindiğiniz için sormak istiyorum. Türkiye’de bazılarına göre 20 milyona yakın Alevi de yaşıyor. Hükümet yedi tane Alevi Çalıştayı yaptı. Bu Alevi Çalıştay’larından sonra bir rapor yayınlandı. O süreci takip ettiniz mi? Sürece dönük ilginiz nasıldı?
Basından izlediğim kadarıyla tabi... Bu da çok önemli bir şey. Çünkü Türkiye sadece Kürtlerle sorun yaşamamış ki. Alevilerle sorun yaşamış, gayrimüslimlerle sorun yaşamış, Rejim bunların hepsiyle sorunlarını çözmelidir. Mesela Roman vatandaşlarla da toplantılar yapıldı. Açılımı sadece Kürt açılımı şeklinde değerlendirmek de doğru bir şey değildir. Belki hükümet buradan da yanlış yaptığını anladı ve adını sonra Demokratik Açılım’a dönüştürdü. Açılıma topyekûn bakmak lazım; toplumun içerisindeki insanların devletle, sistemle ne kadar sorunu varsa onları çözme girişimi olarak bakmak lazım. Alevi Çalıştayı da bunun içinde bir pakettir. Gayri Müslimlerle ilgili şey de bunun içindedir. Türkiye’de sistemin, rejimin kiminle bir sorunu varsa bu sorunu bir şekilde çözmesi gerekiyor ki Alevi Açılımını da böyle algılamak gerekir.
- Ak Parti sistem içerisindeki direnişi aşabilir mi?
- Sistem fazla direnemez buna. Yani Türkiye, ya kendi kabuğuna çekilecek bir üçüncü dünya ülkesi olacak ya da Avrupa ve Amerika ile beraber oturacağım, bunlarla anlaşmalar yapacağım, bunların bulunduğu ligdeki bir ülke olacağım diyecek; bir ülke başka türlü davranamaz. Kendi iç sorunlarını çözmemiş bir ülke güçlüler liginde bulunamaz. Kendi sorunlarını çözen bir ülke rahatlıkla Avrupa’da, Amerika’da, dünyanın saygın ülkeleri içerisinde yer alabilir. Türkiye’de bu şekilde düşünen, olayı bu şekilde gören bir çok insan var. Rejimin, değişmeden olduğu gibi kalmasını isteyen insanların bulunduğu bir Türkiye’nin güç kaybettiğini görüyoruz ki bu ileride daha da belirgin bir şekilde görünecek.
- Şöyle bir iddia var: hükümette Ak Parti değil de CHP’de olmuş olsaydı süreç bu şekliyle başlayacaktı diye bir bakış açısı var.
- Bu kadar hızlı olmasa da olacaktı diye düşünüyorum. Türkiye, Avrupa’yla Amerika’yla belli anlaşmalar imzalamışsa, gidip Çin’le, Rusya’yla ya da başka bir ülkeyle yeni bir politikaya yönelmesi, yani politika değişikliğine gitmesi çok kolay bir şey değil.
- Yani bir hükümet politikası değil bir devlet politikası...
- Tabi ki bir devlet politikası. Tersi sistemin, kurulu düzenin allak bullak olması demektir. Yani kim olursa olsun, hızlı da olsa yavaş da olsa bu açılım mecburen yapılacaktı. Sen uluslararası anlaşmalar imzalamışsın, onlarla oturup kalkmışsın, bunların şartlarını yerine getirmen gerekiyor. Başka bir hükümet olsaydı bile bu süreç yaşanacaktı; ama belki bu kadar kararlı olunmazdı, daha ağır aksak olurdu. Bu bir devlet politikasıdır, diye düşünüyorum. Ama bu devlet politikasının oluşmasında Ak Parti’nin payı da büyüktür.
Haber Ara