"Ya eşin başını açacak ya da..."
YAŞ kararıyla ordudan atılan Niyazi Budak, "Eşin Allah rızası için başını örtüyor, ama emir var: Ya açacak, ya da atılacaksın" diye uyarıldıktan sonra ihraç edilmiş.
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-02-17 11:07:00
“BAŞÖRTÜSÜ ATATÜRK İLKELERİNE TERS”
“Yüzbaşı oluyordum. Rütbe törenine eşimle gelmem istendi. Tesettürlü almadıkları için götürmedim ve savunmamda o şekilde ifade ettim. ‘Başörtüsü Atatürk ilke ve inkılâplarına aykırı, çağdaş yaşama ters, subay eşine yakışmaz’ diye bir yazı verip, daha sonra ihraç ettiler.”
Ya eşin başını açacak, ya ordudan atılacaksın
NAMAZ kıldığı ve eşi başörtülü olduğu gerekçesiyle yüzbaşılık rütbesindeyken Yüksek Askerî Şûrâ (YAŞ) kararıyla Türk Silâhlı Kuvvetleri’nden (TSK) atılan Niyazi Budak, Yeni Asya’ya konuştu. İnancı sebebiyle yaşadığı haksızlıkları gözler önüne seren Budak, YAŞ kararlarının yargıya açılmasıyla mağduriyetlerin son bulacağına olan ümidini dile getirdi.
Hangi tarihteki YAŞ kararı ile ordudan ayrıldınız?
1997 Aralık Şurası’nda. Yani 28 Şubat sürecinin olanca hızıyla devam ettiği zamanlar.
Size isnad edilen suç ve suçlar nelerdi?
YAŞ kararı bana tebliğ edilirken, disiplinsizlik olarak tebliğ edildi. Tabiî ki disiplinsizliğin altında yatan neden, namaz kılmam ve eşimin başörtülü olmasıydı.
Namaz kılmanız ve eşinizin başörtüsüyle ilgili
yaşadıklarınızdan bahsedebilir misiniz? Bu konuda size yapılan bir tebligat var mı?
Ben, 1994-96 yıllarında Hakkâri’de görev yaparken, bölgenin ve görevimin hassasiyetinden dolayı bu konuda fazla sıkıntı çekmedim. Ama orada bile eşimin karşılaştığı bir olayı anlatmadan geçemeyeceğim: Hakkâri’de jandarma lojmanlarında oturuyorum. Lojmanlar orduevi ile komşu. Eşim birgün lojmana gelirken kestirme olsun diye orduevinin bahçesinden geçmek istiyor. Nizamiyedeki asker eşim başörtülü diye onu içeriye sokmuyor. Tabiî ben de o esnada dağlarda terörist peşinde koşuyorum.
Bizim esas sıkıntımız, tayinimizin Ağustos 1996 tarihinde İzmir’e çıkmasıyla başladı. İzmir Ege Ordu’da göreve başladıktan sonra Tabur Komutanı namaz kıldığımı öğrendi. Bana mescide gidemeyeceğimi şifaî olarak tebliğ etti. Ben de Hakkâri’den yeni geldiğimi, orada birçok şehidim ve yaralım olduğunu, dolayısıyla namaza gerçekten ihtiyacım olduğunu söyledim. Herkesin öğle tatili olmasına rağmen bana sadece 15 dakika müsaade edeceğini söyledi. Fakat bu müsaadesi de bir hafta sürdü ve ayrıca ‘‘odanda, depoda, kademede, kalorifer dairesinde veya herhangi bir yerde namaz kılmayacaksın’’ dedi. “Peki nerde kılayım komutanım “sorusuna da, akşam olunca evinde kılarsın deyip kestirip attı.
Ben odamda—çok şükür —namaz kılmaya devam ettim. Belki namaz kılmamı kimse görmüyor diye bu konuyu böyle kapattık. Başörtüsü meselesine gelince; bu da uzun bir süreç ama ben kısaca anlatmaya çalışacağım. Başörtüsü ile ilgili de sıralı komutanlardan çeşitli ikazlar aldım. Ben de eşimin başörtüsünün tamamen bizim inancımızdan kaynaklandığını ve maksadımızın Allah’ın rızasını kazanmak olduğunu izah etmeye çalıştımsa da nafile tabii ki. Yaklaşık bir yıl sonra bu tür sıkıntılardevam ederken, Tabur Komutanın tayini çıktı ve gitmeden önce beni odasına çağırarak şöyle dedi:
‘‘Bak Niyazi, ben seni bir yıldır takip ettiriyorum. Eşinin başörtüsünü, Allah rızası için taktığına ben inandım. Çünkü, astların arasında ayrım yapmadın, onlara dinî propagandada bulunmadın, işini düzgün yaptın. Ama yukarıdan kesin emir var. Ya eşin başını açacak ya da ordudan atılacaksın.’’
Ben de kararımızın kesin olduğunu ve gerekli işlemleri yapabileceğini söylemekle yetindim.
O yıl yani 30 Ağustos 1997’de yüzbaşı oluyordum. Yeni tabur komutanı gelmişti. O da rütbe törenine eşli gelmem konusunda emir yazmıştı. Tabiî ki tören alanına tesettürlü kimseyi almadıkları için eşimi getirmem mümkün değildi. Bunun için de yani eşimi rütbe törenine getirmediğimden dolayı bir yazılı savunma verdiler. Ben de eşimin tören alanına gelse bile kıyafetinden dolayı oraya alınmayacağı için gelmesinin anlamsız olduğunu yazdım. Bunun cevabı olarak da işte başörtüsünün Atatürk ilke ve inkılaplarına aykırı olduğu, çağdaş yaşama ters düştüğü, bir subayın eşine yakışmadığı ve irticanın sembolü olduğunu içeren bir yazı verdiler.
Bu son ikaz gibi bir şeydi ve çok geçmeden de gereğini yaptılar.
Bu süreçte görev esnasında herhangi bir ceza aldınız mı?
Hayır. Subaylık hayatım boyunca kesinlikle ceza almadım. Hatta namaz ve başörtüsü sıkıntıları devam ederken bile takdir yazıları almaya devam ettim. Fakat bunların çok anlamı olmayacağını düşündüğümden ayrıntıya girmiyorum.
“SUÇSUZUM, AMA HAKKIMI ARAYAMIYORUM”
Ordudan ayrıldıktan sonra hakkınızı aramadınız mı?
Tabiî ki işin en acı yönü de o. “Suçlusunuz!” diyorlar ama bir hukuk devletinde mahkeme önüne çıkıp kendinizi savunamıyorsunuz. Anayasanın 125. maddesinin 2. fıkrasına göre YAŞ kararları yargı denetimi dışında biliyorsunuz. Kanunlarda namaz kılmak veya başörtüsü takmak (hem de eşinize ait) gibi bir suç olamayacağına göre ben kendimi suçlu görmüyorum, ama şu anda hakkımı arayabileceğim bir merci de yok ne yazık ki.
Ordudan ayrıldıktan sonra çevrenizden nasıl
tepkiler aldınız?
Bunu çevremize anlatmaktan gerçekten çok zorlandık. Çünkü ordumuz, Peygamber ocağıydı, askerlik Peygamber mesleğiydi. Nasıl olur da insanlar inançlarından dolayı ordudan atılabilirdi? İşte, çevrem bunu anlamakta gerçekten zorlandı. Ama beni tanıdıkları için de çok fazla bir şey diyemediler belki. Ben işin iç yüzünü bildiğim için rahattım, ama ailem için bunu çevreye izah etmek çok daha güçtü. Zannediyorum esas sıkıntıyı onlar çekti ve çekmeye de devam ediyorlar.
ORDU, İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜNE SAYGI DUYMALI
Söylemek istediğiniz son bir şey var mı?
Ben ordudan irticai sebeplerden dolayı atılan insanların büyük çoğunluğunun, dinî vecibelerini yerine getirmek istemelerinden başka bir taleplerinin olmadığına inanıyorum. Eğer YAŞ kararları yargıya açılırsa bu durumun çok net bir şekilde ortaya çıkacağından eminim.
Ordumuzun da bir an önce bu durumu görüp, bu tür insanlardan korkmak yerine en temel insan hakkı olan inanç özgürlüğüne saygı duymasını talep ediyorum. Hatta bir askerin en önemli silâhının, sağlam bir inanca sahip olması olduğunu düşünüyorum. Tarih boyunca kazanılan savaşların en önemli etkenlerinden biri de ölürsem şehit, kalırsam gazi olurum inancıydı. Gelecek günlerin ordumuz ve milletimiz için hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ediyorum.
Kaynak: Yeniasya
SON VİDEO HABER
Haber Ara