''Dink'in adını bir okula vermek isterim''
Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu görevinin dokuzuncu ayında Türkiye'nin gündemi olaylarla ilgili önemli ve bir o kadar da ilginç açıklamalarda bulundu.
16 Yıl Önce Güncellendi
2010-02-07 21:26:00
Siyasete adım attığı ilk günden beri samimiyet çizgisini bozmadığını görüyorum: Hem sıcak, olduğu gibi görünen bir Anadolu kadını, hem insan haklarına saygılı bir entelektüel. Devlet adamı olarak portresinde ise cesaretiyle temkinliliği at başı gidiyor. Ego geride, akıl önde. Bu söyleşide bazı konularda çok ileri gidemiyor ama yine de çok önemli şeyler söylüyor. Mesela Hırant Dink'in adını bir okula vermek istediğini, öğrencilerin her Pazartesi sabahı topluca söylediği andımızın kutsal bir metin olmadığını, gerekirse yeni bir andı kaleme alabileceğini, "cemaatsiz, ruhbansız kaldık" diyen Barthelemeos'un acısını içinde hissettiğini, dersanelere talebin eninde sonunda biteceğini, artık üniversitelerin öğrenci peşinde koşacaklarını, SBS sınavının öğrenci üzerindeki etkilerini araştırdıklarını, sonuç olumsuz çıkarsa değiştireceklerini, öğretmenlerin performanslarını ölçeceklerini... Ve daha neler neler...
Bakan olduğunuzu sürpriz bir şekilde öğrendiniz. Evinizi taşıyordunuz o günlerde. Bir öğle molasında lahmacun yerken tesadüfen televizyonu açtınız. Aa! Milli Eğitim Bakanı olmuşsunuz! Lahmacun az daha boğazınızda kalıyordu. Neden bu kadar şaşırdınız?
Milli Eğitim Bakanı olmayı beklemiyordum çünkü. Bu konuda hiçbir belirti yoktu. Böyle bir şeyi televizyondan öğrenince tabii ki etkileniyorsunuz.
Çok zor bir görev... Kendinizi oraya layık görmediğiniz için mi şaşırdınız?
Hayır, hiç ilgisi yok. İnsan siyaset yaparken, tabii ki her türlü görevi 'acaba bana verilse bunu yapabilir miyim' şeklinde aklından geçiriyor. Demek ki kendimle bu bakanlık arasında duygusal iletişim kurmamışım.
Başbakan sizi bu bakanlığa getirdi. Çünkü; a) Güzelsiniz, b) IQ'nuz yüksek, c) Duygusal zekanız yüksek, d) Sabırlısınız, e) Çalışkansınız. Hangisi?
Hiçbiri.
Yani bu özelliklerin hiçbiri sizde yok mu?
Ben bu tip görevleri her zaman nasiple açıklarım. Yoksa bütün bu özelliklerin daha fazlasına sahip insanlar olabilir. Ama benim burada olmam nasiptir.
Bu görevinizde dokuzuncu aya girdiniz. Daha önce bilmediğiniz, içine girince öğrendiğiniz, sizi çok şaşırtan ne oldu bu sürede?
Milli Eğitim Bakanı olduğumda zaten dört buçuk yıldır bakandım. Sayın Başbakan, Bakanlar Kurulu'nda hemen her konuyu çok kapsamlı olarak istişareye açtığı için, milli eğitim alanında neler olup bittiğini çok iyi biliyordum.
İyi ama bakanlığınızın ilk günlerinde sizden röportaj talep edenlere, "Hele bir öğreneyim" diyordunuz.
Tabii hala öğreniyorum.
Ama biraz önce milli eğitimde neler olduğunu iyi biliyordum dediniz.
Yok yok, şaşırma duygusuyla açıklayamayacağım bir şey var ki, bu da öğrenme süreciyle ilgili... Ben hiçbir konuda ahkam kesmeyi sevmiyorum. Bunu biraz hukukçu tizizliğiyle açıklayabilirim. Ben kendi alanım dışında, hukukta da bilmediğim bir alan olduğunda, mesela ticari hukuku ilgilendiren bir konu olduğunda açıklıkla "ben bunu bilmiyorum" derim. Eğitim benim hem mesleki manada öğrenmem gereken bir alandır, hem de ne yapacağıma karar vermeyi bilmem gerekir. Siyasi bir kişiliğe ne yapmayı düşünüyorsunuz diyecekler. Şöyle yapmayı düşünüyorum diyebilmem için bunun sadece düşünce olarak oluşması gerekli değil. Bundan söz etmiyorum. Ben bakan olduktan iki ay sonra zaten bütçeyi maliyeye teslim edecektik. Bunun planlamalarını o iki ay içerisinde yapmam gerekiyordu. Bir taraftan okuyordum, bir taraftan çok sayıda interaktif toplantı yapıyordum. Her kesimden eğitimciyi çağırıyordum. Böyle olsa nasıl olur diye kendi düşüncemi anlatıyordum. Bunun olup olamayacağını tartıştırıyordum. Röportajdan kaçındım çünkü biraz temkinli bir yapım var. Böyle çok genel geçer sözcüklerle, yuvarlayarak konuşmayı sevmiyorum.
Öyleyse şu anki mutlu beraberliğimizi sizin olaya artık vukufiyetinize mi borçluyuz?
Aslında bakan olduktan dört ay sonra da bunu yapabilecek durumdaydım ama zaman planlamasını yapamadım. Bu manada biraz gecikti buluşmamız.
ÖĞRENCİYKEN ÖNLÜK GİYMEMEK İÇİN ETEĞİNİ ISLATIRDIM
Siz öğrenciyken okullarla ve eğitim sistemi ile ilgili ne gibi şikayetleriniz vardı?
Ben öğrenciyken belki de en rahatsız olduğum şey tek tip eğitimdi. Ve fark gruplarına yeteri kadar saygı gösterilmediğini, fark gruplarının yeteri kadar tanımlanmadığını düşünüyordum. Okulda üniforma giymek mesela böyle bir şeydi. Öğrenciyken okulun bahçesinde her gün siyah önlüğümün eteğini suyla ıslatır ve sınıfa öyle girerdim. Öğretmen de "iyi çıkar kızım ıslandı" derdi. Öyle otururdum ve bakardım herkese. Yani önlüğü giymek istemezdim
Yaşasın, milli eğitim bakanımızın çocukken içinde bir isyankar varmış.
Buna karşı değil sadece. Gerçekten farklı tepkilerim vardı. Bu farklılıkları tanıyan ve buna saygı gösteren bir öğretmenle yetiştiğim için çok şanslıyım. Beni başka bir öğretmen yetiştirseydi, bu farklılıkları törpüleseydi, isyankarlığıma, asiliğime, yaramazlığıma ve özgüvenime yönelik bir saldırıyla karşılaşsaydım ve bu özelliklerimi kaybetseydim, bugün bu noktada olamazdım. İşte buradan yola çıkıp tanımladığımda da, öğretmenin eğitimde en önemli rolü oynayan "kilit" kişi olduğunu düşünüyorum. Kendi çocuğumu yetiştirirken 'acaba hangi dönemlerde kaç nesil daha bunlarla karşılaşacak' diye sorguladığım çok olmuştur. Eğitim dediğimiz alanın, bir kimlik oluşturma mücadelesi olduğunu görüyorum ve insanların temel haklarına aykırı olduğunu düşünüyorum.
Sekiz buçuk aylık bakanlığınız döneminde bunlardan hangilerini kırabildiniz? Hangilerinde hala direnç olduğunu görüp üzülüyorsunuz?
Tek tip insan yetiştirme misyonunun değişimi yönünde çok önemli adımlar atıldı. Soran, sorgulayan, düşünebilen, tartışabilen bir nesil yetiştirmenin en önemli anahtarlarından biri de buna uygun bir müfredat oluşturmak. Ki bunu oluşturduk. Gerçekten çok iyi bir müfredatımız var ve sürekli modüler ve kendini yenilemeye de elverişli bir sistem.
Müfredatı değiştirmek yeter mi?
Maalesef henüz öğretmenlerimizin, yeni müfredata uyumlu bir zihniyet geliştirmediklerini görüyoruz. Onun dışında bazı şeyler de, algıların tamamen değişmesiyle ve bunu aktaracak kitlenin zihinsel değişimi ile mümkün. Doğrusunu isterseniz çok geniş bir kitle var. 16 milyon öğrenci var. Eğitim sistemimizle ilgili toplumsal taleplere dönüp baktığımız zaman, en çok şikayet edilen konulardan biri de sistemde çok sık değişiklik yapılması.
Öğrencileri yetiştirmekten daha önemli olan belki de öğreticileri yetiştirmek. Bu konuda bir projeniz var mı?
Çok kapsamlı bir çalışmamız var. Öğretmenlerimizin okullarını bitirir bitirmez göreve başladıklarını ve uzun bir süre hiç eğitim almadıklarını görüyoruz. Artı hizmet içi eğitim uygulanıyor. Ama ben bu konuda birkaç araştırma yaptırdım. 300 bin öğretmen eğitildi. Seminerlere katıldılar ama buradan ne aldılar gibi...Çoğunlukla anlatılanlar bürokratik meseleler. Yani nasıl kayıt tutacaksın falan...
Biz bundan bahsetmiyoruz.
Evet, bu değil. Bu yeni dünyanın dilini okuyabilecek ve buna entegre olabilecek, bunu aktarıp anlatabilecek öğretmenlerin yetiştirilebilmesinin klasik yöntemlerle mümkün olmadığını gördük. Öğretmenler de memnun değiller. Hiçbir şey öğrenemediklerini söylüyorlar. Dolayısıyla hizmet içi eğitim dediğimiz mekanizmayı öğretmenin yaşamının her alanında beslenebileceği bir sisteme dönüştürmek için çalışıyoruz. Yani biz bir kütüphane olmalıyız. Öğretmenler de gelip istediği kitabı istediği zamanda alıp okuyabilmeli. Bir de sürekli olmalı. Bir yıla yayılmalı. Proje net olarak ortaya çıktığı zaman tüm unsurlarıyla ben size yine anlatırım.
ÖĞRETMENLERİN PERFORMANSINI ÖLÇECEĞİZ
Eğitmenlerin de belirli zamanlarda bir sınava tabi tutulması gerek belki. Bakalım kendilerini ne kadar yenilediler? Bu riski göze alabilir misiniz?
Avrupa Birliği ülkelerinin birçoğunda aslında öğretmenlerin yeterlilik ve öğretme kabiliyetlerinin test edildiği sistemler var. Bir süre sonra bu da öğretmeni sistemin dışına çıkarıyor. Orada özellikle okulların bütçeleri, öğretmen alımları ve karar verme mekanizmaları bizden biraz daha farklı işliyor. Bu nedenle, öğretmenler de bir şekilde kendilerini sürekli yenilemek mecburiyetindeler. Yoksa iş akitleri fesh edilir. Ama bizdeki sistem, biraz devlet memuriyeti şeklinde ilerliyor. Velev ki sınav yaptık, öğretmenler yetersiz çıktı. Ne yapacağız?
Atacaksınız. İşte bu manada riskli dedim zaten. Atmadığınızda bu durumun devamına karar vermiş oluyorsunuz. Bu siyasi cesaret ister. Var mı sizde bu cesaret?
Aslında bizdeki gibi devlet memuriyeti sistemi ve garantisiyle çalışan ülkeler de var. Buralara baktığımızda, öğretmenlerin öğretme kabiliyeti, bir şekilde kendi öğrenci kitlesi üzerinden değerlendiriliyor. Buna da performans değerlendirmesi deniyor. Bu iki yöntem seçilebilir. Birincisi sizin dediğiniz gibi başarısız öğretmeni atmak şeklinde olabilir. Bu, yöntem olarak siyasi risk ve cesaretten ziyade, çok hoşuma gitmeyen bir şey. Bir şekilde öğretmen olmuş. Öğretmenler de eğitilebilir, bu manada katkı sağlayabiliriz diye düşünüyorum. Ben yöntem olarak performans ölçümünden yanayım. Öğrencilerin sadece sınav başarılarının değil fen bilimlerinde, uluslararası olimpiyatlarda, liselerdeki başarı performanslarının da öğretmenlerimize olumlu yansıyacağı bir sistem öngörürsek, kendi içlerinde bir yarış başlar.
Böyle bir sistem yakında gelecek, bunun hazırlıkları yapılıyor, öğretmenlerin performansları ölçülecek diye bir başlık çıkartabilir miyim bu sözlerden?
Evet. Olabilir.
Ne zaman başlar peki? Önümüzdeki eğitim öğretim yılından itibaren mi?
Önümüzdeki eğitim-öğretim yılına yetişip yetişmeyeceğinden emin değilim. Eğitim alanında çok sık değişim yapma meselesini çözmek gerekiyor. Bunun için birçok uygulamayı önce küçük illerde pilot sistemiyle gerçekleştirmek veya büyük illerde bir örnekleme yapmak ve sonra 1-2 yıl içinde Türkiye genelinde uygulamak lazım. Bu manada, siyasi sonuç almak açısından da bugün attığımız adımların sonuçlarını on yıl, on beş yıl sonra görebiliriz. Dolayısıyla bugün hemen yarın şunu yapacağım demek çok riskli. Bazı uygulamaların Türkiye'de hemen başlatılmasının ciddi sakıncaları yaşandı.
DERS KİTAPLARINDA AYRIMCI İFADELER VARSA BİZE BİLDİRİN DEĞİŞTİRELİM
Biraz evvel eğitimin müfredatını olgunlaştırdık dediniz. Burada da size çok katılamıyorum. Derslik sayısının artışında gösterdiğiniz başarıyı eğitimin içeriğini düzeltmekte tam olarak gösterebildiniz mi gerçekten? Bütün o sizi üzen, demeçlerinize yansıyan ayrımcı, otoriter yönleri müfredattan ayıklayabildiniz mi?
Büyük ölçüde başarıldığını düşünüyorum. İnsan hakları meselesinde veya ayrımcılıkla mücadelede eğer 1940'lı yıllardaki algımız devam ediyor olsaydı, bugün çok mutlu olmazdık. Bu çok gelişen bir alan. Bu tam manasıyla tamamlanmış bir süreç değildir. Bugün bunları aktarmakta güçlük çekiyor olabiliriz ama bu müfredatın uygulandığı zaman birinci sınıfta olan çocuklar, şimdi daha beşinci sınıftalar. Şu anda bunların topluma veya öğrencilere yansımalarını ölçme gücüne sahip değiliz.
Peki ezbercilik bitti mi? Daha ne vakte kadar çocuklar papağan olmaya devam edecekler?
Şu andaki müfredata göre çok samimi söylüyorum zaten ezberci olmanız mümkün değil. Buna uygun bir değişimin gerçekleştiğini düşünüyorum. Ama bunun anlatılmasında ve aktarılmasında eksiklikler olduğunu kabul ediyorum. Ders kitaplarında hala ayrımcı ifadeler, yanlış bilgiler olabilir. Bunlar bulunup bize aktarıldığı sürece bunları değiştiririz. Daha hızlı değişebilen, kendisini bu çağın gereklerine adapte edebilen bir müfredat var şu anda. Çoğumuz bunun farkında değiliz. Bu çok anlatılamadı. Bir de çok kötü bir fiziki alt yapı ile olağanüstü bir şey yapmanız mümkün değil. Büyük bir derslik açığı vardı Türkiye'de. 70-75 kişinin ders yaptığı sınıflar... Özellikle belli bölgelerde okul yok, ahırdan bozma binalar var. Ama bugün her okula internet erişimi sağlanmış, bilişim teknolojisi kurulmuş durumda. En azından fiziki altyapıyı belli bir noktaya getirmelisiniz. Ben değişimin aynı düzeyde dikkate alınmadığını düşünüyorum. Bu konuyla çok ilgilenilmedi. İlgi de çekmedi. Mesela bugüne kadar bana bunu sizin sorduğunuz kadar çok soran olmadı.
Ama hala tarih yalanları var kitaplarımızda. Milli tarih yaratma adına bazı gerçeklerin saklanması, bazılarının abartılması durumu var. Daha ne vakte kadar bu yalanlar söylenmeye devam edilecek? Küçücük bir örnek vereyim size. Belki bunu cumhurbaşkanına yahut başbakana sormalıyım. Ama şimdi karşımda siz varsınız. Cumhurbaşkanlığı forsundaki o devletlerin aslında tamamen uydurulduğu, ne o bayrakların, ne de o devletlerin adlarının gerçek olduğunu dürüst tarihçiler biliyor.
Eyvaah!
Peki...Başka örnekler vereyim. Kahramanlıklarımızın abartıldığına, yenilgilerimizin, ayıplarımızın saklandığına katılırsınız herhalde. 6-7 Eylül olayları, gayrimüslimlere reva görülen şeyler...Öğrenciler yakın tarihimizi öğrenemeden okullardan ülkelerinin geçmişine bir yabancı olarak çıkıyor. Yalan mı?
Aslında özellikle kendi yakın çevremizdeki ülkelere baktığınızda, Suriye örneğini vermiyorum ama birçok ülkede tarihin öğretimde maalesef bu şekilde saptırılarak aktarıldığını görüyoruz. Şu anda bizim tarih kitaplarımızda düşmanlık aşılayan, diğer toplumları veya ırkları küçümseyen, aşağılayan ifadelerin yer almasının özellikle önüne geçildi. Bazı itirazlar ileri sürülebiliyor. Ama benzeri şeylerin Yunanistan gibi, bizim düşmanlık algımızın dışına çıkmış ülkelerin eğitim kitaplarında aynı üslupla anlatılmaya devam ettiğini biliyoruz.
Bırakalım başka ülkeleri, biz kendi öğrencilerimize yakın tarihimizi doğru öğretebiliyor muyuz?
Ders kitaplarında Avrupa Birliği projesi başlattık. 12 pilot ilde çalışma yürütüyoruz. Bunun çerçevesi genel olarak, demokratik yurttaşlık dediğimiz algının bütün ders kitaplarında doğru anlatılması ve aktarılması. Müfredat halen itirazlara konu olabilecek ve düzeltmelere ihtiyaç duyan bir yapıdaysa düzeltiriz.
Mesela bir öğretmen, müfredat programının dışına çıkıp, çocuklar kitapta yazmıyor ama aslında şöyle şöyle oldu dese başına ne hal gelir?
Bence bir şey gelmez. Ne gelsin.
Bir soruşturma açılmaz mı yani hakkında?
Bu müfredatın öğretmenlere sağladığı bir esneklik de var. Artık ezberci bir yaklaşım yerine, soru soran, sorgulayan, düşünen, üreten farklı bir yaklaşım var. Ödevler de artık eskisi gibi kitaptan deftere geçir şeklinde değil. Performans ödevi adı altında farklı kaynaklardan yararlanılarak hazırlanacakları bir sisteme doğru gidiyoruz. Dolayısıyla öğretmen öğrencilerinden konuyu ders kitaplarında anlatıldığı şekilde değil, farklı bir biçimlerde de araştırılmasını isteyebilir.
Bakın, benim çocukluğumda okulda içimdeki en büyük çelişki şuydu: Öğretmen bana başka bir tarih anlatırdı, okul dışı çevremde aynı olayların bambaşka anlatıldığına tanık olurdum. 27 Mayıs bayram diye kutlanırdı okulda. Bizim içimiz kan ağlardı. Çocuklar bu çelişkiden kurtuldular mı?
Kurtuldular. Çünkü artık o çağ bu çağ değil. Bir kere bilişim teknolojisinin, öğrenme yöntemlerinin geliştiği bir çağda yaşayan, her okulda internet sayesinde her türlü bilgiye ulaşma olanağı olan çocuklarla bizim çocukluğumuz arasında çok ciddi bir fark var.
Bugün 11 yaşındaki, bilgisayar kullanabilen bir çocuk, Albert Einstein'in sahip olduğu bilgiye sahip. Bin tane kaynağa girip, bir tane yerden bunu doğrulatabilir, inceleyebilir, araştırabilir. Araştırıyor da... Zaten öyle devam edemez, o yüzdende bu değişti. Hatta daha da değişmek zorunda.
YAKINDA ÜNİVERSİTELER ÖĞRENCİLERİN PEŞİNDE KOŞACAK
Dershaneleri tamamen devreden çıkararak büyük bir reforma imza atmayı düşünüyor musunuz? Böyle bir konu var çünkü strateji planınızda.
Strateji eylem planı 2010-2014 dönemini kapsayan, aynı zamanda DPT tarafından hazırlanan 9. kalkınma planında, bizim eğitimle ilgili olarak yapılması gerekenlerin kapsamlı bir şekilde, koordineli bir şekilde öngörüldüğü bir sistem. Orada dershanelerin özellikle okullara dönüşme niteliklerine sahip olanların, dönüştürülmesi teşvik edilecektir diye bir cümle var. "Teşvik edilecektir" cümlesi ve "yeterliliğe sahip olması" kavramları tamamen atılıp, dershanelerin yüzde 70'i özel okula dönüştürülecektir diye bir haber çıktı. Ama aynen benim söylediğim şekilde yer alıyor orada. Devletin hem özel öğretim kurumları, hem özel dershaneler üzerinde bir karar verip otokratik bir şekilde uygulama yapması mümkün değil. Sadece teşvik edilebilir. Ve nitekim biz de stratejik planda teşvik edileceğini söylüyoruz. Fakat merkezi sınav sisteminin olduğu ülkelerde, yani bizim dışımızdaki ülkelerde, okul dışında eğitime ve sınava hazırlayan dershaneler de var. Burada hedef yüksek öğrenimin kontenjanını artırmak. Gelecekte okumayı talep edenle, üniversite kontenjanının birbirne yaklaştığı bir dönemde bu kendiliğinden ortadan kalkacak bir şeydir zaten. Ama yeni eğitim sistemimizde, seviye belirleme sınavında özellikle müfredattan soru soruluyor. Çocuklar okulda ne okuyorlarsa o soruluyor. Eskiden sınavda sorulan sorularla eğitim öğretimde gördükleri çok farklıydı.
Dolayısıyla dershaneye çok ihtiyaç vardı.
Elbette. Ama şu anda okulda ne öğreniyorlarsa, SBS'de bunlardan çıkıyor. Aslında okula devam eden öğrencilerin daha başarılı olduğu bir sistem. Birkaç yıldır böyle. Bir sonuç almamız için tabii ki birkaç yıl daha gerekiyor.
Sistem dershanelere talebi zaman içinde azaltacak mı diyorsunuz?
Azaltacak. Yeter ki bu bilgi ve algı topluma yansısın. Anneler babalar bunu böyle hissetmiyorsa, çocuğum dershaneye gitmezse sınavı kazanamaz, başarılı olamaz gibi bir algı devam ediyorsa bu olmaz, ki bu algıyı güçlendirecek bir tutum var. Benim oğlum da hiç gitmedi. Göndermedim. Üniversiteyi kazandı.
Kendi istemedi değil mi?
Kendi istemedi. İsteseydi de ben onu çok esnek saatlerde yollayacaktım. Çünkü öğretim çağındaki bir çocuk okula devam ederken ilave her şey zaten onu daha fazla yoruyor. Aslında çocukların eğitim ve öğretim kanalları dışındaki öğrenimleri, becerileri, hobileri, spor ve müzikle ilgilenmeleri de onları geliştirir. Ve hayatta bana göre başarının tek ölçütü asla karne ve diploma notları değildir. Hayatta başarılı olmuş insanlara baktığımız zaman, bilim adamlarından felsefecilere, siyasetçilerden sanatçılara kadar her birinin aslında okul sistemi içerisinde sorunlu öğrencilik dönemleri geçirdiğini görüyoruz. Tabii ki öğrencilerimizin okulda başarılı olması güzel bir şey, ama başarıyı ölçen sadece sınav notları değil.
Siz de karne notları kötü ama zekasını, sosyalliğini başka alanlarda gösteren bir öğrenci miydiniz?
Benim notlarım her zaman çok iyiydi. Yüksek dereceyle bitirdim.
İddialı ve hırslı bir öğrenci miydiniz?
Hayır.
Hani bazıları dokuz alır hüngür hüngür ağlar... İnek miydiniz siz de?
Hiç öyle değildim. Okulun tiyatro kolunda oynuyordum. Program sunulacaksa ben sunuyordum. Okulun spor takımlarına da giriyordum. Sosyal bilimler alanında çok iyiyidim. Çok fazla okuyan, okuduğunu anlayan bir öğrenciydim. Diyelim ki edebiyat dersinde 200 sayfalık bir kitap var. Onu sene başında okur bitirirdim. Kısa parçaları okumak yerine romanın tamamını okurdum. Her zaman önceden daha geniş bir kavrayışla bakmak isterdim. Edebiyat kolunu bu yüzden seçtim. Çok zorlanmayacağımı bildiğim felsefe ve mantık gibi dersler olduğu için sosyal bilimler bölümünde başarılı oldum. İnsanın seçimlerinin kendini tanıması ve tanımlamasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Fen bilimlerinde de başarılı olan bu kadar parlak bir öğrenci gidip edebiyatı seçti diye öğretmenlerim babam üzerinde hakikaten çok baskı yaptı. Edebiyat kolunda okursa üniversiteyi kazanamaz gibi şeyler dediler. İnsanın kendi ilgi alanlarını her zaman çok iyi öğrenebileceğini biliyorum. Kendi oğlumdan biliyorum. İlgi alanına giren bir konuyu o kadar iyi öğreniyor ki... En ince noktasına kadar. İnsan ilgisini çekmeyen konuyla kendi arasına bir mesafe koyuyor. Bu her alanda böyledir. Öğrenme becerilerinin gelişmesi için ilgi alanlarının beslenmesi gerekiyor.
Dershanelere talep 5-10 yıl sonra artık bitmiş olur mu?
Minimize olmuş olur. On yıl sonra da çok ciddi manada talep biter. Nüfus artışı ile üniversite kontenjanlarının gelişimini karşılaştırdığım zaman bu sonuca varıyorum. Şimdi üniversitelerin kontenjanı 700 bin civarında. Üniversite sınavına giren öğrenci sayısı bir milyon 300 bin. Bu yıl ve önceki yıl yaklaşık 70-80 bin öğrenci azaldı. Nüfus azalıyor. Nüfus azaldıkça öğrencilerin kayıt oranları da azalıyor. Üniversitelerin sayısı artıyor. Kontenjanlar artıyor. Giren ve başvuran artık öyle bir duruma gelecek ki sınava giren öğrenci sayısıyla kontenjanlar birbirine denk olacak. Belki üniversiteler kendilerine kaydettirmek için öğrenci kovalayacaklar.
Muhteşem. Ben bu analizi ilk kez duyuyorum.
Mesela bu yıl 120 bin civarında yükseköğrenim kontenjanı boş kaldı. Tercih edilmedi. Şu anda çok fazla yeni üniversite kuruluyor. Vakıf üniversiteleri çok gelişiyor. Her ilde üniversite oldu. Bu hızla giderse 5 yıl içinde bile, kontenjanla üniversiteye giren sayısı birbirini eşitleyebilir. O zaman yarış başlayacak. Belki merkezi sınav sistemi yerine başka bir sınav sistemi olacak. Şimdiden bunları planlayarak YÖK ile koordineli bir şekilde çalışıyoruz.
Siz aslında sınav sevmeyen bir bakansınız. Sizden sınavsızlık müjdesi almak hoş olurdu. Belirli bir takvim içinde bütün okullara giriş sınavlarının kaldırılacağı gibi reformist bir projeniz var mı?
Aslında tabii ki var. Öğrencilerin eğitim sistemi içerisinde öğrenimden zevk almaları gerekiyor. Sınavları, öğrencileri sınav odaklı bir gerilimin parçası yaptığı için sevmiyorum. Stres içerisinde kendisini hırpalayan, hatta yok eden, lise çağında hatta daha küçük yaşlarda antidepresen kullanan, psikiyatristlere taşınan çocuklar var. Her çocuğun özgüvenli ve mutlu bir çocuk olarak yetişmesini istiyorum. Kendi çocuğumu bütün bu streslerden uzak tutarken tek hedefim vardı. Onun sağlıklı ve toplumla barışık bir insan olmasını istedim. İnsan sevgisi, çevre duyarlılığı, hayvan sevgisi. Bunları çok önemsedim. Toplumsal hayatta öğretimden önce eğitim geliyor. Bu toplumda nasıl bireyler olacaklar? Haksızlığa, adaletsizliğe, çalmaya, çırpmaya nasıl karşılık verecekler? Olumlu özelliklerinin matematikteki notlarından daha fazla öne çıkarılmasını istiyorum. Aslında bu ruhun da Türkiye'yi daha ileriye götüreceğini düşünüyorum.
İnşallah bu ruhu bütün eğitimcilere ve hatta velilere geçirebilirsiniz.
Kontenjanların sınırlı, talebin çok olduğu bir ülkede adalet duygusunu korumak açısından mutlaka merkezi bir sınav yapılması gerekiyor. Okullar, öğrencileri kendileri alsın dediğiniz zaman, Türkiye'de eşitsizlik ve adaletsizlik iddiaları gündeme gelir. İyi veya kötü, sınavların bir şekilde devam edeceğini düşünüyoruz. Nüfusu azalan, ama kaynakları çoğalan, gelişen bir ülkeyiz. Her ne kadar öyle gözükmüyor gibi gelse de, çevre ülkelere gittiğimiz zaman ne kadar geliştiğimizi biz de görüyoruz. Birçok şeyin Avrupa ile aynı olduğunu görüyoruz. Gelişen sistem içerisinde, devletin her öğrenciye aynı düzeyde kaliteli ilk ve ortaöğretim eğitimi verme mecburiyeti var. Bazı okullar daha iyi, bazıları daha kötü, bazılarına sınavı kazanıp girersen yüksek öğrenime daha kolay geçebilirsin. Bazı okullar 8. sınıfta çocukların üzerine bir baskı kuruyor. Eğitimin en önemli rollerinden bir tanesi de fırsat eşitliği sağlamaktır. Adaleti ve eşitliği sağlamaktır. Fırsat eşitliği sağlaması için bütün eğitim kurumlarını birbirine benzer ve denk hale getirmek lazım. Öğrencilerin hangi okula giderlerse gitsinler, aynı düzeyde eğitim alabilmeleri için sistemi planlıyoruz.
Bunları başarabilmek için en az 20 yıl o bakanlığın başında kalmanız gerekecek!
En azından geneldeki eğitimi Anadolu liseleri düzeyine taşıyabiliriz. Devletin bütün orta öğretim kurumları aynı düzeyde ve aynı kalitede eğitim verme becerisine sahip olmalı.
SBS SINAVININ ÖĞRENCİ ÜZERİNDEKİ ETKİLERİNİ ARAŞTIRIYORUZ. SONUÇ OLUMSUZ ÇIKARSA DEĞİŞTİREBİLİRİZ
En son özel okullar sınavının kalktığını ve onların da diğer okullar gibi SBS ile öğrenci alacağını açıkladınız. Ancak yeterli bulunmadı. Mesela tercih ve kayıt sistemi nasıl olacak?
Özel okullar ayrı sınav yapıyordu. Özel yabancı okullar ayrı sınav yapıyordu. Anadolu liseleri, fen liseleri sınavı ayrı yapılıyordu. Seviye belirleme sınavı (SBS) öğrencilerin her üç yıllık başarısını ölçen bir sistem olduğu için biz dedik ki öğrenciler başka bir sınava daha girmesin. Onun da stresine girmesin. Bu zaten objektif, eşit, adil ve merkezi bir sınav. Bunun sonuçlarına göre, siz de istediğiniz düzeyde öğrenci alın. Puanlarınızı da istediğiniz gibi belirleyin. Veya hiç puansız alın. O sizin tercihinize kalmış bir şey. İsterlerse sadece 8. sınıf sonuçlarını baz alabilirler. İsterlerse hiçbir sonucu baz almayıp direkt sınavsız alabilirler. Dilerlerse okul kısa mülakat yapabilir. Onların bileceği bir şey.
SBS sınavlarının yükü üçe bölünerek azaltıldı mı, yoksa gerilim üçe mi katlandı?
Öğrencileri strese sokan her meselenin irdelenmesi gerektiğini düşünüyorum. Ama asla iki yıllık uygulaması olan ve sonuçlarını hiçbir şekilde ölçme imkanımız olmayan bir sınav sisteminin yanlışlığı üzerinden yola çıkamayız. Şu an çok yeni. Bir tek yan etkisi oldu, çok fazla öğrenci altıncı sınıftan itibaren dershaneye yöneldi. Öğrencilerin yarış ve stresinin daha fazla arttığını görüyoruz. Ben her konunun bilimsel bir şekilde araştırılmasından yanayım. O yüzden araştırma birimimize talimat verdim. SBS sınav sisteminin öğrenciler üzerindeki etkisini, dershaneye gidenlerin ve gitmeyenlerin başarılarını ölçen çok kapsamlı bir araştırma istedim. Üç ay içerisinde neticelendirecekler. Seviye belirleme sınavının öğrenci üzerinde ve genel eğitim üzerindeki sonuçlarını göreceğiz. Sonuçlara göre, yanlış giden şeyleri düzeltebiliriz. Değişiklik yapabiliriz.
Diyelim ki öğrencilerin yükünün üç katı kadar arttığı ortaya çıktı. O zaman başa dönülür mü?
Söylediğiniz kadar kısa vadede sonuç göremeyiz. Ama bu sistemin aksayan ve işlemeyen yönleri varsa bunları düzelterek ilerleriz. Öyle bir an gelir ki bu sistem hiçbir şekilde yürümüyordur. Bunu anlayacağımız bir sonuç çıkarsa elbette değerlendiririz.
Şubat atamalarını kaldırdınız. Tepkiler geldi. Bu sefer peki Haziran'da yapacağım dediniz. Yine tepkiler dinmedi. Hiç mi haklılık payı yok?
Göreve geldiğim andan itibaren, bu yarı yıl bitmeden, toplamda 25 bin öğretmenin atamasını yaptık. Bunlar gerçekten 2009 yılı bütçesi içerisinde planlanmayan, öngörülmeyen kadrolardı. Okul öncesi eğitimi zorunlu hale getirdiğimiz için, başta okul öncesi öğretmenleri olmak üzere 32 ilde, 25 bine öğretmenin atamasını yaptık. Bunları yaparken de elbette maliye bakanlığımızla görüştüm. Aralık'ta yaptığımız atamalarla ilgili olarak 10 bin öğretmeni de eğitim öğretim dönemi içerisinde atayalım dedim. Hem eğitim öğretime katkısı olsun, hem de bütçeyi bu anlamda doğru planlamış olalım dedim. Normalde Şubat ayında yapılması gereken atamayı biz Aralık ayında gerçekleştirdik. Ocak sömestre tatilinden sonra ikinci yarıyılda göreve başlayabilmelerini istedik. Üstelik Şubat ayı itibariyle yapılan atamalar da Mart-Nisan'ı bulduğu için, öğretim yılı da Haziran'da bittiği için, bu atamalar doğrusunu isterseniz eğitim sistemine çok büyük bir katkı sağlamıyor. Doğru olan, tüm yılın eğitim planlamasının yapılıp, atamaların bir defada gerçekleştirilmesi. Tek bir atama yapacağız ve Ağustos ayında yapacağız diye ilan ettik.
Sonra Haziran'a çekildi. Tepkilere göre mi veriliyor kararlar?
Önceden ilan edilmediği gerekçesiyle, atanamayan öğretmenler "Biz aslında Şubat atamasını bekliyorduk. O yüzden Aralık'ta başvuru yapmadık. Elimizden gidiyor. Bu bizim için bir kazanılmış haktır" şeklinde tepkiler verdiler. Aralık'ta başvuru yapmışlardır büyük bir olasılıkla, ama yapmadık dediler. Baskı oldu, değiştirdi sözlerinden ziyade bu tepkileri baz almayı, bir tepkiye göre hareket etmeyi ben demokratik bir tutum olarak görüyorum. Öğretmenlerin büyük bir kısmı da şöyle itirazlarda bulundu. "Biz KPSS'ye girdik. Sonuçlarımız iki yıl süreyle geçerli. Ağustos'ta atama yapıyorsunuz fakat bizim sınavımızın geçerlilik süresi Temmuz ayında bitmiş oluyor." "85 puan aldım. Tam atanacakken benim sonuçlarım yanıyor. Yeniden sınava çalışmak zorundayım, yeniden sınava girmek zorundayım" gibi itirazlar oldu. Nasıl ki ben çocukların sürekli sınava girmesini istemiyorsam, öğretmenler içinde aynı duyguyu taşıyorum. Ben bu itirazları haklı itirazlar olarak gördüm. Dedim ki, biz yine atamaları eğitim ve öğretimi aksatmayacak şekilde planlayalım, ama öğretmenlerin sınav sonuçları da yanmasın. Temmuzda sınavları geçerliliğini yitirecekler için Ağustos'ta yapacağımız atamayı, bir ay öne alıp Haziran ayında yapalım. Dolayısıyla onların da sınavda elde etmiş oldukları sonuçlar yanmasın, bir haksızlığa uğramış olmasınlar diye düşündük.
Ama yine de tatmin olmadılar. Tamam herkesi birden tatmin edemezsiniz ama bu son kararınız mıdır? Haziran'dan da önceye çekilme gibi bir durum var mı?
Hayır yok. Sınav sonuçları yanmasın diye bu kararı aldık. Yoksa yaptığım işten çok eminim. Doğru planlama yapmak zorundayız. Biz Ağustos'ta atamaları yapmalıyız, Eylül'de öğretmenlerimiz görev yerlerinde olmalı. Yıl boyunca tayin, terfi, gitme gelme, atama olmamalı. Bence yanlış olan Maliye Bakanlığı'nın verdiği kadroların yılın çeşitli aylarına, Kasım'a, Şubat'a yayılmasıydı. Şöyle bir itiraz da var. Özel öğretim kurumlarından da itiraz oluyor. Bakın biz Ekim ayında 11 bin okul öncesi öğretmen ataması yaptık. Yuvalarda, büyük kentlerde öğretmen kalmadı. Özel öğretim kurumları da diyor ki, "Biz sözleşme yapıyoruz, sonra siz yılın ortasında atama yapıyorsunuz. Öğretmen size geçiyor ve biz de öğretmensiz kalıyoruz." Her yönüyle doğru bir eğitim ve öğretim planlaması yapmak zorundayız. Ben bu kararımızın doğru olduğunu düşünüyorum. Bu yıl itibariyle sadece bu itirazı baz alarak Haziran'da, ama bundan sonra hep Ağustosta ve bir tek atama yapacağız. Zaten öğretmen, atandığı yere de çok kısa bir sürede intikal edemiyor. Ataması Şubat'ta yapılıyor, gidiyor, yer bulacak, ev bulacak. O rapor, o izin derken epey bir şey... Bizimkinin doğru bir planlama olduğunu ve böyle gitmesi gerektiğini düşünüyorum açıkçası.
Öğretmenler arasında da bir psikolojik savaş var. Sözleşmeliler kadrolu olmak istiyorlar. Vekil öğretmenler sözleşmeli de olsa atanmak istiyorlar. Aralarında statü farkları var. Atanamayanların hüznü var. Dağılan hayatları var. Siz bu savaşı nasıl yönettiğinizi düşünüyorsunuz? Kendinizi nerede görüyorsunuz?
Aslında kendimi öğretmenlerin yerinde görüyorum. Empati yapıyorum. Taleplerini böyle görüp değerlendiriyorum. Her zaman arzu ettikleri şekilde bir değişiklik olmasa da, en azından onların taleplerini anlayabildiğimi düşünüyorum. Bu bir anlam ifade etmeyebilir diyeceksiniz. Ama bu konuda en azından anladığım ve doğru bulduğum şeyleri de düzeltme yolunda çaba göstereceğim.
Nasıl?
Şu anda eğitim-öğretim büyük bir camia ve çok geniş bir ordu. Bir takım şeyleri doğru planlamak zorundayız. Öğretmenlerimizin istediği yerde görev yapma arzusu olduğu kadar öğrencilerimizin de öğretmen görme arzuları var. Yılın yarısını öğretmensiz geçiren öğrenciler var. Alınan raporlarla, izinlerle 4 buçuk aydır İngilizce öğretmenimiz okula gelmiyor diyorlar. Öğrencilerden de bana şikayet geliyor. Öğretmen talepleriyle öğrenci taleplerinin, eğitim planlamasıyla kesişmesi gerekiyor. Kesişen kümeleri oluşturamadığım zaman bir tarafı memnun ederim, bir taraf eksik kalır. Öğretmen planlamasını yaparken, öğretmen açığı, kadrolu öğretmen, sözleşmeli öğretmen, vekil öğretmen olarak karşılanmaya çalışılıyor. Bakanlık planlama yaparken, bazı bölgelerde öğretmen tutamama, öğretmen bulunduramama durumunu baz alıyor. Bazı kadroları sözleşmeli olarak öngörüyor. Bir köyü düşünün. Eğer biz orada kadrolu öğretmen bulunduramıyorsak, orayı talep eden, orada çalışmaya gönüllü olan ve bizimle bu manada sözleşme yapan öğretmeni çalıştırıyoruz. Bu bir yöntem. Bunu yaparken bazı öğretmenleri daha kötü koşullarda çalıştırmayı, incitmeyi hedeflemiyoruz. Tam tersine oradaki öğrencilerimizin de öğretmen görmelerini istiyoruz.
Niyet iyi olsa da, bunun çalışma barışını bozan bir yönü de var.
Evet böyle bir farklılığın, öğretmenler arasında çalışma barışını bozduğunu, birbirleri ile eşit taleplere sahip olamamanın öğretmenleri etkilediğini biliyorum. Bakanlık olarak kamuoyuna hep kadrolu öğretmen talebinde bulunacağımızı ve kadrolu atama yapacağımızı açıkladım. Öğretmenlerimiz ücretli öğretmenliğe de tepkili. Ama öyle yerler var ki öğretmen orada durmuyor. 4-5 sınıfa tek bir öğretmen gelip ders anlatıyor. Türkiye'nin bir yerine, öğretmen sadece bu yerin niteliği sebebiyle gitmiyorsa ve ben öğrenciye ulaşamıyorsam, hedefime ulaşmamışım demektir. Benim asıl hedefimin, öğretmenlerimizin de hedefinin bu olduğunu düşünüyorum. Bu ülkenin geleceğini şekillendiren gençlerin eğitimle ve öğretmenle en iyi şekilde buluşmaları gerekiyor. Öğretmenler için maddi tatmin kadar manevi tatmin de önemlidir. Zaman içerisinde bu durumun tamamen değişmesi gerekiyor. Öğretmen açığımız devam ediyor. Eş ve özür durumundan tayin hakkı sözleşmeli öğretmenlere de verildi. Maaşları hemen hemen aynı. Birçok konuda eşitlendiler.
Yani sözleşmeli öğretmen statüsü zaman içinde istisnai bir durum mu olacak?
Evet, böyle özetleyebiliriz.
Bakanlığınızın ilk döneminde yaptığınız konuşmada eğitim camiasını ayrımcılığa karşı uyardınız. Ve büyük takdir kazandınız. Ayrımcılığın kurbanı olan Hrant Dink'in adının bir okula verilmesi fikri size nasıl geliyor?
Aaa çok güzel olur. Tabii ki olabilir. Benim çok sevdiğim, aslında ölümünden de büyük elem duyduğum bir insan. Türkiye için büyük bir kayıp olduğunu düşünüyorum. Elbette niye olmasın. Güzel bir fikir. Eğer öyle bir şey olursa sizinle birlikte açalım okulu.
İnşallah. Bunu çok isterim.
Göreve geldiğim dönemde aslında şöyle bir şey olmuştu. Bir Ermeni azınlık okulundan bir öğretmenden bana mektup gelmişti. Ders kitaplarının olmadığını, dolayısıyla kitapları çoğaltamadıklarını, bütçelerinin çok sınırlı olduğunu, teksir kağıtları ile çalıştıklarını söyledi. Devlet ücretsiz kitap verdiği halde bize niye vermiyor dedi. Ben buna hakikaten çok şaşırdım. Gerçekten çok az sayıda öğrenci var. Bunu mutlaka karşılayalım dedik ve karşıladık. Bunun dışında, şimdi kendi dillerindeki kitaplarının basımını, talim terbiyede denetimini, incelemesini, çevirisini biz yapacağız. Onu da üstleneceğiz.
Önümüzdeki sene?
Evet, bu yıl taleplerinin hepsini karşıladık. Daha sonra böyle bir talebin aslında bugüne kadar bakanlığa hiç iletilmemiş olduğunu gördük. Yani bir öğretmen bir mektup yazıyor ve bir şeyler değişiyor. O zaman. "Aslında bizde de kabahat var. Biz de bugüne kadar bazı şeyleri hiç istememişiz." dediler. Aslında hiç istememiş olmaktan ziyade, karşılıklı bir önyargılı bakış var. Yani istese de alamayacağını düşünüyor. Dolayısıyla bu önyargının kırılmış olduğunu düşünmesi, bir Ermeni azınlık okulundan Milli Eğitim Bakanı'na bir mektup gönderilip bunun bir öğretmen tarafından istenmesi beni Türkiye adına çok umutlandırıyor. Aslında bütün bu acı olaylara rağmen birbirimizi anlamamız konusunda bir sorgulamaya da yol açıyor.
BARTHELEMEOS'UN ACISINI İÇİMDE HİSSEDİYORUM
Hukuki engel olmamasına rağmen ruhban okulunun açılması bazı politik engellere takılıyor. Yunanistan'dan Türk azınlıkla ilgili bir karşılık bekleniyor. Aslında temelde bir insan hakkı olan din eğitiminin bir politik manevra aracı olarak kullanılmasını içinize sindiriyor musunuz?
Ona politik manevra değil de mütekabiliyet diyelim.
Mütekabiliyet diyerek kibar olalım öyle mi? Ben bir gazeteci olarak politik manevra demeyi tercih ederim. Siz tabii bir siyasi kimliksiniz. Evet? İçinize siniyor mu bu durum?
Beni çok iyi tanıyorsunuz. Sadece ruhban okulunun değil, dünyada ve Türkiye'de, dini haklar başta olmak üzere, temel insan hakları olarak tanımladığım hakların koşulsuz ve karşılıksız verilmesinden yanayım.
Üstelik kafes eylem planında gayrimüslimlere bu kadar tezgah hazırlandığı bir dönemde...
Elbette. Şöyle bir algı var. Temel haklar söz konusu olduğu zaman özgürlükçü ve demokrat bir bakış açısına sahipseniz birçok şeyin aslında ne kadar olağandışı olduğunun farkına varıyorsunuz. Her şey size tuhaf geliyor. Birçok kişinin normalleri, olması gereken budur dedikleri... Niye sorusunun çoğu zaman cevabı yoktur. Dolayısıyla ülkemizde yaşayan azınlıkların haklarının halen daha Lozan çerçevesinde ileri sürülüyor olması, bu sınırlar içinde tutulmaya çalışılması da çok anlamlı gelmiyor bana. Şu anki insan haklarına bakış açımız 1940'lı yıllardaki Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve evrensel insan hakları bildirgeleriyle mi sınırlı? Ne kadar gelişti? Yani Lozan anlaşmasının yapıldığı tarihler, azınlıklara birçok hakkın verilmediği ve en asgari hakların tanımlandığı sözleşmelerdir. Biz ayaklarımızı veya sütunlarımızı, hala bu çerçevede bir insan hakkı felsefesi üzerine koyamayız. Bugün 21. yüzyıldayız. Bambaşka bir dünyadayız. Şimdi azınlıklarla ilgili bazı kesimler üzerinde kaygıların olması bana çok tuhaf geliyor. Dedim ya anlamakta güçlük çekiyorum. Yani empati yapamadığım bir konu bu benim. Bu ülkedeki sayısal küçüklüklerini de baz almıyoruz. Yani bir insanın temel hakkı olan dinini öğrenme ve uygulama, kendi dilini öğrenme hakkının kime ne zararı olabilir. Bu benim dünyamda açıkçası çatışan bir konu değil. Çatışmanında ötesinde, insanları yok etmeye yönelik planlara konu olması hiçbir şekilde kavrayabileceğim bir şey değil.
O halde Bartholemeous "Kiliselerimiz boş, cemaatimiz de din adamımız de kalmadı." dediğinde siz onun acısını hissediyor olmalısınız.
Hissediyorum evet. Elbette hissediyorum.
Öyleyse 3-4 bin Rum'un temel hakkı batı Trakyalı 150 bin türke karşı neden rehin tutuluyor?
Ben hiç sayılarla ölçmüyorum insan haklarını.
ANDIMIZ KUTSAL BİR METİN DEĞİL, DEĞİŞEBİLİR. YENİ ANDIMIZI BEN DE YAZABİLİRİM
Peki, bunun ötesine geçemezsiniz, anlıyorum sizi. Ama başka bir konuda belki daha açık açık konuşabiliriz. Öğrencilerin her Pazartesi sabahı söylediği "andımız" hoşunuza gidiyor mu?
Aslında bu 1934 yılında yanlış hatırlamıyorsam dönemin milli eğitim bakanı tarafından kaleme alınmış bir şey. Bu dönemin milli eğitim bakanı da farklı bir şey koyabilir belki. (gülerek) Ben de bir şey yazayım.
Andımızı siz yazsanız içeriği nasıl olurdu? "Ayrımcılık yapmayacağıma and içerim" diye mi başlardınız?
Ben yazsaydım daha başka bir şey yazardım. Bunu hiç düşünmedim, siz sorduğunuz için aklıma geldi. Bunun bir İstiklal Marşı gibi nitelendirilmesinden ve buna önemli bir kutsiyet atfedilmesinden yana değilim. Dediğim gibi, dönemin milli eğitim bakanı bunu yazmış. Ama bu dönem başka bir dönem. Başka bir şey söyletebiliriz. Aynı şeylerin her gün bir şekilde tekrar edilerek çocukların da bir şekle sokulması hayali varsa bu çok gerçekleşebilecek bir şey gibi gelmiyor bana.
Mesela beni çocukken en fazla rahatsız eden laf "Varlığım Türk varlığına armağan olsun"du.
Bir çocuğun varlığı niye armağan olsun?
Aynen sorum bu. Niye olsun sayın bakanım? Olmasın diyor musunuz?
Bilmiyorum çok içerik olarak benim hoşuma gitmiyor.
Türk olmayanlara Türküm dedirtmek ne kadar ayıp bir şey.
Orada dile getirilen "Türküm", bir üstünlük olarak vurgulanıyor.
Bu aldatmacaya kim inanıyor? Siz Ermeni olsaydınız Türküm demek ister miydiniz? Türk vatandaşıyım demiyor ki, Türküm diyor.
Böyle şekillendiren şeyleri, bir milli eğitim bakanının kaleme aldığı bir fikrin veya metnin yıllardır hiç tartışılmamasını hoş karşılamıyorum zaten. Ben 19 Mayıs'ta bir televizyon programına çıkmıştım gençlerle. Gençlerden bir tanesi söyledi bunu. Ertesi gün inanılmaz bir tepki başladı bana. Daha on günlük bir bakandım.
Halbuki orada "tartışılabilir" demiştiniz sadece.
Tartışılabilir diyorum, her şey tartışılabilir. Hala aynı şeyi söylüyorum. Ve bir gencin bunun değişmesini milli eğitim bakanından talep ettiği bir Türkiye benim hayalimdeki Türkiye.
Süper başlık.
Bütün bunları koşulsuz kabul eden, hiçbir şeyi sorgulamayan bir gençlik, yetişmiş bir gençlik değildir. Tartışsınlar, tartışılabilir bulsunlar. Ben böyle buluyorum.
DETOKSTAN FALAN ANLAMAM
Genellikle katıldığınız programlarda bir metne bağlı kalarak okumayı tercih ediyorsunuz. Bu, temkinli kişiliğinizin göstergesi mi? Hata yapmaktan mı korkuyorsunuz?
Ben birkaç yerde, birkaç konuda metne bağlı kalmayı tercih ediyorum. Meclis genel kurulunda yaptığım konuşmalarda mutlaka metne bağlı kalıyorum. Bunun temkinli bir kişilik olmamla da, hukukçu olmamla da ilgisi var. Söylediğim her sözün orada tarihi manada da kayıtlara geçtiğini düşünüyorum.
Başkası hazırlamıyor mu bu metinleri?
Konuşmalarımı yazan bir danışmanım var. Normalde bütün bunlar benim cümlelerim. Benim ifade ediş tarzım. Ama başka yerlerde çoğu vakit şunlar şunlar olsun diyerek hangi konulara değinmek istediğimi ve nasıl bir şey getireceğimi söylüyorum. İrticalen konuşma yaptığım ortamlar, kamuoyu önünde olmayan biraz daha siyasi toplantılar.
Daha dinç ve güzel görünmek için kendinize zaman ayırabiliyor musunuz?
Böyle bir çaba sarf etmiyorum. Zamanım olsaydı yapacakmışım gibi anlaşılmasın. Böyle bir şeyle meşgul olmuyorum açıkçası. Temiz ve iyi görünmeye dikkat ediyorum. Onun için çok özel bir çaba sarfetmiyorum. Anladığım şeyler de değil detoks falan. Bugün bana aylarca bu konuda brifing verseler benim kulağıma bir şey girmez diye düşünüyorum. Fazla kahve çay içmem. Bol su içerim. Sebze ve balık ağırlıklı beslenirim. Neredeyse hiç pasta tüketmem. Bunlar yaşam şekli olarak benimsediğim şeyler. Hiç meyve suyu içmem ama meyve yerim mesela. Uyanır aç karnına bir elma yerim. Sonra yapabilirsem birkaç kaşık kahvaltı yaparım. Günün içerisinde de sürekli kahve çay tüketen birisi değilim. Sadece hafta sonları biraz daha fazla içiyorum. Sağlıklı yaşam için aşırı bir mücadelem, sürekli değişen şeyleri öğrenme gibi bir becerim yok.
ZAMAN
SON VİDEO HABER
Haber Ara