Dolar

34,9448

Euro

36,5985

Altın

3.015,39

Bist

9.998,26

Halkların devreye girme zamanı

Ünlü muhalif yazar Naomi Klein, Açık Radyo'da Haiti'deki felaket sonrasında devreye giren açgözlü 'felaket kapitalizmi'nden, iklim değişikliğinden, Filistin'den, İsrail'den, ırkçılıktan bahsetti.

16 Yıl Önce Güncellendi

2010-01-31 00:10:00

Halkların devreye girme zamanı
Boğaziçi Üniversitesi tarafından düzenlenen Hrant Dink Konferansı'nda konuşmak üzere İstanbul'da bulunan Naomi Klein Açık Gazete'ye konuk oldu. Açık Gazete kendisiyle, Haiti'deki felaket sonrasında devreye giren açgözlü 'felaket kapitalizmi'nden, iklim değişikliğinden, Filistin'den, İsrail'den, ırkçılıktan bahsetti.

Ömer Madra: Naomi Klein, sizi Açık Radyo mikrofonları önünde ağırlamak bizim için hem keyif, hem de onur... Hemen ilk sorumuzu soralım: Şok Doktrini: Felaket Kapitalizminin Yükselişi adlı kitabınızda (2007 birinci basılış, s. 13) şöyle yazıyorsunuz:

“Savaşlar ve doğal felaketlere yapılan müdahaleler öylesine mutlak bir şekilde özelleştirilmiş durumda ki, artık bunların, yani savaşlarla felaketler bizzat yeni piyasalara dönüştü; dolayısıyla, piyasalarda canlanma olması için savaşın bitmesini beklemeye gerek kalmadı artık – mecra, mesajın kendisi oldu çünkü.”

Geçen Salı günü Haiti’de meydana gelen büyük depremden hemen sonra sizin bu felaket kapitalizmi diye nitelendirdiğiniz şey ülkenin üstüne zorla dayatılıyor mu acaba? Aklımda ABD’nin binlerce asker göndermesi, sağcı Heritage Vakfı’nın hemen depremden sonraki ilk günde Haiti’yi yeniden şekillendirmek için bir “fırsat”tan bahsetmesi gibi olaylar var... Ne dersiniz?

“Ne yazık ki, böyle bir felaket karşısında ağızlarından salyalar akan ABD şirketlerini, Kanada, Fransız şirketlerini daha şimdiden iş başında görüyoruz. Yeniden inşaat sözleşmelerini elde etme peşindeler hepsi de... Yani yeni baştan Irak filmini göreceğe benzeriz…”

Naomi Klein: Kesinlikle. Böyle afetler geldiğinde –ki, iklim değişikliğinden dolayı gittikçe artan sıklıkta geliyor bunlar biliyorsunuz – hep aynı şey oluyor. Gerçi bu bir depremdi ve küresel iklim değişikliği ile bağlantılı değildi. Ama Haiti’yi bu sene 5 kasırga vurdu. Haitililer iklim değişikliğinin ön cephelerinde bulunuyorlar... Ve yeniden inşa, yeniden yapılanma muazzam bir endüstri oldu artık. Dev bir sektörden bahsediyoruz. Şu anda verilen mücadele, Haiti’nin yeniden inşa edilmesinden Haiti halkının yararlanmasının garanti altına alınması! Asıl mücadele bunun üzerinde. Sözleşmeleri onların yapması... Haiti’nin yeniden inşasının birçok temel sorunun çözümüne yardımcı olması. Deprem felaketini olabileceğinden çok daha kötü hale getiren de bu temel sorunlardı zaten.

Büyük bir kenti, büyük bir yerleşim merkezini vuran bir deprem, kitle ölümlerine sebep olacaktır tabiî, ama Haiti’de kamusal altyapının mevcut olmamasından dolayı binlerce insan gereksiz yere hayatını kaybetti. ABD’nin dikte ettiği tarım politikaları yüzünden milyonlarca Haitilinin tarım arazilerini terkedip şehirlere göç etmek zorunda kalmış olmasından dolayı Haiti’nin son derece kaotik bir şehirleşme sürecinden geçmiş olduğu gerçeği var ortada. Bunun sonucunda da – kesin rakamlar şu anda elimde değil ama – başkent Port-au-Prince’in nüfusu çok kısa bir süre içinde büyük bir patlama yaşadı...

Burada esas sorun şu: Bir ülkeyi şoklara daha dayanıklı hale getirecek şekilde nasıl yeniden yapılandırabilirsiniz? Çünkü Haiti, her türlü krize karşı son derece korunmasız bir durumda zaten. Mesela yiyecek krizine karşı. Geçen yıl yiyecek krizi sırasında Port-au-Prince’de isyanlar çıktı. Neden? Çünkü Haiti şimdilerde yiyecek ithaline tamamen bağımlı hale gelmiş durumda. Peki bu neden? Tarım sektörlerinin büyük kısmı yok edilmiş durumda da ondan. O zaman, temel besin maddelerinde âni bir fiyat yükselmesinin feci sonuçları olabiliyor. Haiti her türlü şoka açık bir ülke. Yiyecek krizine, finans krizine, iklim krizine...

O zaman da soru şu oluyor. Bir ülkeyi bu şoklarla krizlere karşı nasıl daha dayanıklı, daha dirençli hale getirecek şekilde yeniden inşa edebiliriz. Yiyecekte egemen olması, elbette bu yeniden inşa sürecinin önemli bir parçası olmak zorunda. Haitililerin geçimlerini sağlayacağı işleri olması lazım, ama bunun yanında onların becerilerine de tekabül eden işler olması lazım ki, şoklara direnecek kapasitede bir kamu sektörünü de oluşturabilsinler... Bunların hepsi birlikte ele alınmak zorunda.

Ama, ne yazık ki, böyle bir felaket karşısında ağızlarından salyalar akan ABD şirketlerini, Kanada şirketlerini daha şimdiden iş başında görüyoruz. (Kanada’dan Haiti’ye yatırım yapan birçok şirket var). Fransız şirketlerini...Yeniden inşaat sözleşmelerini elde etme peşindeler hepsi de... Yani yeni baştan Irak filmini göreceğe benzeriz. Irak’ı yeniden inşa etme adı altında o korkunç işleri yapan aynı şirketler, aynı korkunç mühendislik ve müteahhit firmaları burada sözleşme peşinde koşturuyorlar yine. Çünkü, potansiyel olarak burada yüz milyonlarca dolarlık taahhüt işi var ve bunları istiyorlar. New Orleans’ta Katrina Kasırgası olayında sanıyorum 3 milyar dolar tutarında sözleşme söz konusuydu. O da sadece bu geçici yapıları inşa etmek için! Şimdi de 400 bin Haitili’nin Port-au-Prince’ten çıkarılıp geçici bir şehre yerleştirileceğine dair planlar duymaktayız. Peki bu geçici şehri kim inşa edecek? Bunun şartları nedir? Kim belirliyor bu şartları?

Yani, krizin ortasında ne yazık ki bu gibi konulara odaklanmak zorundayız. Ben kitabı onun için yazdım. Asıl kriz anında uyanık olmamız gerektiği konusunda insanları uyarmak istedim. Kriz bahanesi altında gözlerden uzak yapılmak istenen gizli anlaşmalar konusunda... Burada ortaya atılan ve gerçek kabul edilmeye başlayan en önemli masallardan biri de şu oluyor çünkü: Büyük bir felaket yaşayan insanların, geçirdikleri travma o kadar büyük oluyormuş ki, o insanların yeniden inşa sürecinde yer almaya takatlerinin kalmayacağı söyleniyor. Dolayısıyla siz, herşeyi onlar adına kararlaştırarak Haitili’lere bir iyilik yapmış oluyorsunuz, iyi mi? Miami’de ya da Montreal’de bir toplantı düzenliyor ve Haitili’ler için bir Marshall yardımını oracıkta düzenleyiveriyorsunuz. Şimdi bu Pazartesi olan da bu işte! Kanada’nın Montreal kentinde devasa bir yeniden inşa konferansı yapılıyor. [Gülüşmeler] Niçin Montreal’de olsun ki bu toplantı?

Herşey tersine işliyor yani! Yardım ve desteğin çok hızlı olması lazım. İken, gayet yavaş oldu. Çünkü Haitili’ler, kurtarıcı olarak kabul edilen insanlar tarafından düşman muamelesi gördüler, kurtarılacak insanlar olarak görülmediler pek. Bunun sebebi de şuydu: Irak ve Afganistan işgalleri Amerikan ordusunu o kadar iki paralık duruma düşürdü ki... Ve bunu yalnızca bu işgaller Amerikan ordusu aşırı gerdi anlamında söylemiyorum. Demek istediğim şu: işgal zihniyeti Amerikan askeriyesinin her yönüne öylesine nüfuz etti ki, artık bu askerler herhangi bir sahaya girdiklerinde oradaki insanlara düşman muamelesi etmekten başka birşey yapamıyorlar... İnsanlara nasıl yardım edeceklerini bilmiyorlar. Tek bildikleri, işgal etmek!

Herkes diyor ki, ABD Haiti’yi işgal etmekten başka birşey yapmadı... Valla, işgal etmek istiyor mu, bilmiyorum gerçekten!... Samimi konuşmam gerekirse, işgal etmek istediklerini sanmıyorum. [Gülerek] Baştaki Preval hükümetini büyük ölçüde kontrol altında tuttukları gözönüne alınırsa, Haiti’yi çoktan işgal etmiş durumdalar... Bana sorarsanız, yapmayı bildikleri tek şey de bu zaten onların: işgal etmek. Bence Haiti’deki asıl kaygıları başka olacak. Haitililer’in toplu halde yurt dışına göçmelerini önlemek bunların başında geliyor. Amerikalılar, mülteci sorunundan, Amerika’ya mülteci akını olmasından çok korkuyorlar. Haiti üzerinde askeri kontrol meselesinden bahsediyorsak, bence kontrol altında tutacak birçok başka yolları var Haiti’yi... Şu anda Haiti’deki durumları bilinçli bir işgal değil bence. Bir ülkede işgal ordusu gibi davranıp, bir başkasında başka türlü davranmak çok zor birşey zaten...

Ömer Madra: Zaten sanıyorum, sözünü ettiğiniz bu sığınmacı akınını önlemek için Haiti’ye denizden bir abluka başlattılar...

Naomi Klein: Evet... Fakat işin bir de başka yönü var. Pozitif taraftan bakarsak, insanların Haiti halkına gerçekten yardım etme konusunda gayet hızlı davranmış olduklarını görmekten çok mutlu oldum. Facebook’ta bir grup oluşturuldu mesela: “Haiti’de Şok Doktrinine Hayır!” diye. Bir haftadan kısa sürede 20 binden fazla, hatta 25 bin üyesi oldu... Ayrıca Uluslararası Para Fonu’na, IMF’ye baskılar başladı. IMF Haiti’ye 100 milyon dolar ödünç vereceğini açıklamıştı ve bu müstehcen bir şey. Yani böyle bir anda bir ülkeye bağış değil de, borç verme fikri ancak müstehcen diye tanımlanabilir. Ve IMF, baskılar karşısında o krediyi bağışa çevireceğini açıklamak zorunda kaldı. Söylem bu yani. Henüz fiiliyatta yapmadılar, ama söylemi değiştirdiler. Bir de, yazılı olarak bu krediyi her türlü şarttan ayrı tuttuklarını belirttiler. Bu da geçen hafta söylediklerinden farklıydı...Bütün bunlar da, felaketlerin sömürülmesine karşı dünyada bir duyarlık yükseldiğini gösteriyor bence. Dolayısıyla, ne olacağını ileride göreceğiz...

Ömer Madra: Haiti’de de “şok emici” faktörlerin devreye girip girmeyeceği meselesi... İleride bu konuya tekrar döneriz.

Naomi Klein: Tabii bir de şu var. Haiti tarih boyunca o kadar çok şok yemiş bir ülke ki!... Yani, ABD, depremden önce de Haiti’de istediğini yapamıyordu diye birşey denemez. Yapıyordu zaten. Tabii ki her zaman daha fazlasını yapmak isterler. Daha dün bir makale vardı: “Haydi, limanı özelleştirelim” diyorlardı! Çünkü zaten hemen herşeyi özelleştirdiler. Dolayısıyla, her zaman peşinde koşacakları bir “yapılacaklar-edilecekler” listeleri vardır onların. Ama, neoliberalizmin Haiti’yi ne hale getirdiği o kadar bâriz, o kadar ortada ki! Orada başka bir ekonomik modelin denenmesi için de iyi kötü bir moment oluştuğu da söylenebilir. Tarım ekonomisine ve yiyecek egemenliğine yeniden dönüş fikri de yeniden Haiti’de kök salabilir bence... Bunun aksine bir fikir ileri sürmek çok zor olacaktır. Özellikle, başlıca şehir merkezleri yerle bir olmuşken ve insanlar da zaten sırf hayatta kalabilmek için, kırsal alanlara gitmektelerken... Eğer Port-au-Prince dışında akrabaları filan kalmışsa, onlar başkenti terkedip oraya gideceklerdir, sırf yemek yiyebilmek için... Dolayısıyla, bu dönüş zaten doğal, organik bir şekilde gerçekleşiyor. Bu hareket üzerine bir politika inşa etmek de epey dolambaçsız ve kolay olur. “Tamam,” denecektir, “insanları kırsal bölgelerde tutabilmek için bir politikaya ihtiyacımız var bizim...”

Ömer Madra: Öyleyse, bir tür şok direnci gelişeceğini umalım.

Naomi Klein: Evet, umarım öyle olur.

Ömer Madra: Size sormak istediğimiz ikinci soru, Kopenhag İklim Değişikliği Konferansı hakkında. Kopenhag Konferansı sırasında 2 hafta boyunca biz de orada, takipteydik. Sizin bu konudaki yazılarınızı, konuşmalarınızı da yakından izlemeye çalıştık. Hemen Kopenhag Konferansı öncesinde şöyle yazmıştınız: “Karbon ticareti gibi ‘çözüm’ler, atmosferin tarihte görülmemiş ölçüde özelleştirilmesini temsil ediyorlar ... offsetler (telafiler) ve yutaklar da sömürgecilik dönemlerindeki kaynak talanına dönüşecek bir tehdit oluşturuyorlar.” Aynı makalede siz bu mekanizmaların işe yaramayacağını, ama işin kötüsü, “bu başarısızlığın yoksulluk ve eşitsizliğini dramatik bir biçimde artıracağı”nı da yazdınız. NASA’dan iklim bilimci Dr. James Hansen bu karbon ticareti ve offset mekanizmalarını aynı derecede güçlü kelimelerle yerden yere vuran bir makale yazdı geçenlerde: “Goldman Sachs Bankasının Karbon Ticaretini Sepetleyin” gibi bir başlıkla. Bu meseleler üzerindeki görüşlerinizi öğrenebilir miyiz?

“Bize iklim değişikliği sorununu, hayat tarzımızı değiştirmeden çözeceğiz dendi. Her zamanki gibi ticaret yoluyla, alışveriş yaparak çıkacağız bu işin içinden dendi. Kopenhag’da herkes bunu biliyordu. Yani bunun bir dolaptan ibaret olduğunun farkındaydı herkes. Kazan kazan formülünün bir sahtekârlık olduğunu biliyordu.”

Naomi Klein: Valla, bu fikrin gündeme getirilmesindeki zamanlama olağanüstüydü bir kere. İklim değişikliği sorununa piyasa odaklı çözümler getirme fikrinin ortaya atılması, Kyoto Protokolü’nün imzalandığı zamana denk gelir. Burada feci bir de ironi yatıyor aynı zamanda. Çünkü, ABD, yalnızca ABD’nin yapabileceği birşey yaptı ve Kyoto Protokolü’nün imzalanması görüşmelerine giderken dedi ki, biz bu Protokolü imzalarız ama bir şartla: karbon ticareti ve piyasaya dayanan çözümlerin Kyoto Protokolü’nün temel taşı yapılması şartıyla imzalarız Protokolü. Yani bunlara izin veren alternatiflerin kabul edilmesini istediler. Bunun üzerine dünya ülkeleri, Amerika’nın bu talepleri doğrultusunda görüşlerini değiştirdi, ama Amerika Kyoto Protokolü’nü onaylamadı!... [Gülüşmeler]

O kadar da âşina olmadığımız bir durum değil aslında... Durban’da düzenlenen Irkçılık Konferansı’nda da aynı şeyi yapmışlardı mesela. Yeni taleplerle ortaya çıkmışlar, dünya bu talepler doğrultusunda değiştikten sonra da antlaşmayı imzalamamışlardı.

Esasen neoliberal mutabakatın bir parçası bu: “Devlet düzenlemeleriyle, regülasyonlarla filan hiçbir şeyi çözemezsin, değişimi harekete geçirmek için mutlaka piyasa teşvikleri bulmak zorundasın” şeklindeki anlayışın ayrılmaz bir parçası. 1999’dan beri iklim konusunda söylenen şeyler bunlar.

Kopenhag’daki esas mesele, gerçek meydan okuma ise başkaydı: Özellikle gençler buna inanmıyorlar. Çevre hareketinin belkemiğini oluşturan genç aktivistler, çok kısa bir süre önce finans kapitalizminin çöküşünü gözleriyle görmüşlerdi. Anlamadıkları çok karmaşık herhangi birşeyden iyice şüphe duyuyorlardı. Hatta, türevler ya da karbon ticareti gibi, oldukça iyi eğitim görmüş olanların bile kafalarının almadığı şeylere kuşkuyla yaklaşıyorlardı. Ve bu insanlar şuna inanıyorlardı: iklim krizini çözmenin yolu aslında petrolü, kömürü yerin altında bırakmak gibi şeyleri yapmaktan, Kanada’daki katranlı kum gibi kirli enerji kaynaklarını kullanmamaktan geçiyordu. Bu katranlı kum gibi şeylere, Irak’ın işgalinden önce dünya petrol rezervlerinin bir parçası gözüyle bile bakılmıyordu, aslına bakarsanız – Bu katranı sıvı petrol haline dönüştürme süreci o kadar pahalı ki! Normalden 3 kat daha fazla fosil yakıt enerjisi harcamayı gerektiriyor çünkü. Delilik bu. İntihar. Bir intihar operasyonu!...

Yani, bize söylenen şuydu: İklim değişikliği sorununu, hayat tarzımızı değiştirmeden çözeceğiz dendi. Her zamanki gibi ticaret yoluyla, alışveriş yaparak çıkacağız bu işin içinden, dendi. Bana sorarsanız Kopenhag’da herkes bunu biliyordu. Yani bunun bir dolaptan ibaret olduğunun farkındaydı herkes. Kazan kazan formülünün, hepimizin kazançlı çıkacağı fikrinin bir sahtekârlık olduğunu herkes biliyordu. Şu anda ABD’de de aynı şey oluyor. Bu “cap-and-trade” (“sınırla ve pazarla”) kavramı Obama’nın enerji politikasının temel taşı durumunda. Ama tabandan hiçbir desteği yok! Bundan menfaat sağlayacak olan sektörlerden destek bulabiliyor sadece. Muazzam bir muhalefet var. Şimdi, dürüst olalım, Amerikan halkının hatırı sayılır bir kesimi iklim değişikliğinin gerçek olduğunu kabul etmiyor. Bu kesimdeki insanlar “sınırla ve pazarla” kavramına karşı çıkıyor, çünkü onlar bunun, zaten mevcut olmayan bir soruna çözüm olarak önerilen birşey olduğuna inanıyor. Açıktır ki, buna karşı duruyorlar.

Öte yanda, küresel ısınmanın gerçekten mevcut olduğuna inananlar da, küresel ısınmayı çözmekte hiç işe yaramayacağını bildikleri için buna karşı çıkıyor. Yani, bu formülü ortaya atanların kendi hesaplarıyla dahi sınırla ve pazarla yöntemiyle bilimin bize gösterdiği hedeflere yakın kesinti seviyelerine ulaşılamayacağını, ulaşmak şöyle dursun, bunların yanına bile yaklaşamayacağını açıkça görüyorlar. Şimdi, şundan bahsediyoruz: 2020’de 1990 seviyelerine göre sera gazlarında yüzde 4’lük bir kesinti hedefinden bahsediliyor. Oysa, bilimin gerekli olduğunu söylediği kısıntı, yüzde 40! Neden bahsediyoruz? Bu delilik! Bunları öngören yasalara kim inanıyor peki? Neredeyse hiç kimse! Bunun doğal bir tabanı yok.

Benim umudum şu: Obama yönetimi tüm bu sınırla ve pazarla konulu yasa tasarılarını ve bunlara dayanan siyasaları bir yana atacak. Ve herşeye baştan başlayacak.

Ömer Madra: Şimdi başka bir konuya geçelim: ABD Yüksek Mahkemesi’nden çok yeni bir karar çıktı. Birleşmiş Vatandaşlar adlı grubun Federal Seçim Komisyonu’na karşı yapmış olduğu başvuruydu söz konusu olan. Başkan adaylarından, tüketici hakları savucusu Ralph Nader bunun üzerine hemen bir yazı yazdı. Bu başvuru sonucunda tamamen şirketlerin lehine, seçmenler aleyhine bir karar çıktığını belirten yazısında şöyle diyordu: “Zaten çürümüş olan seçim usullerimiz üstüne şirketlerin büsbütün çökmesine izin veren bu karar, halihazırda zaten zayıf düşmüş olan demokrasimizin dokusunu paramparça ediyor.” Nader, ayrıca, şirket tüzel kişiliğinin hepten ve tamamen lağvedilmesi gerektiğini söylüyor. Radyomuzun Favori insanlarından “D Nine” (“Granny D”) de 100. yaşgününde şirketlerin tahakkümü altındaki devlete karşı demokrasiyi savunuyordu. Siz bu konuyu nasıl yorumluyorsunuz?

“Şu anda ABD’de geçerli olan sistemin kapitalizm değil Korporatizm, yani Şirket Sistemi ya da eş-dost kapitalizmi olduğu apaçık… Bankalar Washington’un sahipleri. Herkes de bunu “yasallaşmış yolsuzluk” olarak görüyor. İşte tam bu noktada, Yüksek Mahkeme şirketlerin politikacıları satın almasını kolaylaştıran bir karara imza atıyor!”

Naomi Klein: Yüksek Mahkeme kararının zamanlaması da olağanüstü idi. Yani, bu karar ABD’nin, demokrasiden geriye ne kaldıysa –ki çok fazla birşey kaldığından emin değilim– onu da yok etme konusunda gerçekten kararlı olduğunu gösteriyor. Şu anda ABD’de geçerli olan sistemin kapitalizm değil Korporatizm, yani Şirket Sistemi ya da eş-dost kapitalizmi olduğu apaçık. Tam da bunun dünya âleme alenen gösterildiği, açığa vurulduğu bir anda gelen bir karar bu. Bunun böyle olduğunu herkes görüyor. Hani, sadece bankaların kurtarılması operasyonuna bakmak yeter de artar bile. Herşey o kadar ortada ki! Bu ülkede hükümeti kendi özel bankaları, hatta ATM makineleri olarak görüyorlar. Şirketler hükümetten neye ihtiyaçları varsa alıyorlar, tıpkı bankalarından para çektikleri gibi... Kârları özelleştiriyor, kayıpları sosyalleştiriyor, toplumun sırtına yüklüyorlar. Politikanın tepeden tırnağa kokuşmuş bir haraç mesleği olduğunun herkes farkında. Her iki siyasi parti için de geçerli bu. Ve, bu durumun en fazla ayyuka çıkmış olduğu bir anda çıkıyor bu karar da... Ayyuka çıkmış diyorum, çünkü büyük mali çöküşten, erimeden sonra bankaları regüle etmeyi beceremediler.

Çöküşten bir buçuk yıl sonra nerede duruyoruz acaba? Oysa, başta herkes ciddi regülasyon yasaları çıkmasını, başarısız olmalarına izin verilemeyecek kadar büyümüş olan dev bankaların bölünmesini, bir daha böylesine riskli faaliyetlere girişmelerinin önünü alacak bir sürü tedbir getirilmesini filan bekliyordu. Aradan bir buçuk yıl geçti ve ne yapıldı? Hiçbir şey yapılmadı! Bankalar, daha önce olduklarından daha bile büyükler. Türev mekanizmaları denen şeyler tümüyle regülasyon dışı. Bankaların son derece riskli mali faaliyetlere girmesine de hiçbir engel getirilmiş değil, bunların hepsine izin veriliyor. Bankalar hiçbir biçimde riskleri azaltmış değiller. Ve herkes neden böyle olduğunu gayet iyi biliyor! Çünkü bankalar Washington’un sahipleri de ondan!

Senato Çoğunluk Partisi lideri Dick Durbin bile, ödeyemedikleri borçları yüzünden evlerinden tahliye edilen ev sahiplerini biraz koruyacak bir kanunu geçirtmeyi başaramayınca öylesine hüsrana uğramıştı ki bir gün, “burasını bankalar ele geçirmiş”, gibilerden bir konuşma yapmıştı. [Gülüşmeler] Şimdi bu artık herkesin dilinde. Yani herkes bunu “yasallaşmış yolsuzluk” olarak görüyor. İşte tam bu noktaya gelinmişken, Yüksek Mahkeme çıkıyor, şirketlerin politikacıları satın almasını kolaylaştıran bir karara imza atıyor! Gerçekten müthiş! Dudak uçuklatacak bir durum doğrusu!

Eğer iyimser bakmaya karar verecek olursak, bunun nihayet Amerikalıların ihtiyaç duyduğu son hamle olduğunu da iddia edebiliriz. Yani, Ralph Nader’ın önerdiği türden şeyleri yapmak, meselenin özüne inmek, şirket tüzel kişiliğinin peşine düşmek için gerekli ivmeyi bu Mahkeme kararının verdiğini söyleyebiliriz. Bu işin kökünde büyük ölçüde tüsel kişilik meselesi yatıyor çünkü. Ayrıca, seçim kampanyalarının finansmanı konusunda çok çok ciddi reformlar için de aynı şey... Şirketleri siyasetin dışına çıkartmanın şart oluşu vesaire. Birçok şeye ihtiyaç var. Örneğin kamusal hava yolları şirketlere kiralanıyor. Şirketler o havayollarının sahibi değil. Onlara bazı haklar bahşedilmiş. Ama haklarla birlikte sorumluluklar da gelir. Mesela, televizyonda küfredemezsiniz, buna izin yoktur; veya Janet Jackson memesinin ucunu gösteremez filan, böyle şeyler işte.

Ama, şirketlerden bunların yanı sıra başka birşey daha talep edersiniz. Siyasi Partilere televizyonlarda parasız reklam yapma hakkı vermelerini istersiniz. O zaman partiler de on milyonlarca dolar reklam harcaması yapmak zorunda kalmazlar. Kamusal havayollarında uçma hakkı istersiniz siyasi partiler için. Çok basit şeyler bunlar. Bizim Kanada’da böyle. Birçok demokrasi böyle işliyor. ABD’de partiler ve siyasetçiler kolaylıkla böyle haklara sahip olabilirler. Ama değiller elbette, çünkü onların böyle bir hak elde etmesi, Fox News’un, CNN’in, NBC’nin gelirlerinin azalmasını gerektirir, onlar da bunu kaptırmamak için kıyasıya savaşacaklardır. Ve tabii ki hiçbir politikacı bu savaşta büyük şirket medyasını karşısına almak istemez!...Belki de bu bir seçim desteği sayılmalı ayrıca. Bir çeşit sübvansiyon.

Ömer Madra: Sübvansiyon mu?

Naomi Klein: Evet, sübvansiyon. Özellikle seçimlerde partiler gittikçe daha büyük rakamlar harcadıkları için. Son seçimlerde 1 milyar dolar harcadılar!...

İsrail’in artan hukuk tanımazlığı hem Batı, hem de Türkiye tarafından ekonomik olarak ödüllendiriliyor... İnsansız uçaklar, şoförsüz buldozerler vb. “elini bile sürmeden işgal” durumu yaratmak için!... Yani, kendini bedenen gösterme zarafetine dahi lüzum görülmeden savaş. İşbirliği, Filistinlilerin görünmezliğine suçortaklığı yapmaktır…

Ömer Madra: Peki son soruya geçelim: Boğaziçi Üniversitesi’nde Hrant Dink Konferansı’nda bu konuda konuşacağınızı biliyoruz, ama dinleyicilerimize de bu konuda biraz bilgi aktarmak iyi olur. “Yeter. Artık Boykot Zamanı!” Geçen yıl The Guardian gazetesinde yayımlanan makalenizin başlığı buydu. Filistin’in kanlı işgalini sona erdirmenin en iyi yolu, İsrail’i de Güney Afrika’da ırkçı apartheid rejimini sona erdiren türde bir boykot hareketiyle karşı karşıya bırakmak” diye yazmıştınız. Bunu biraz açar mısınız?

Naomi Klein: Dink konferansında bu konu üzerinde konuşuyorum, çünkü bana kalırsa bu, Hrant Dink’in verdiği uğraşın ruhuna çok uygun düşüyor. Sanırım Dink, azınlık haklarına evrensel temelli bir hak bakışıyla yaklaşıyordu; daha dar bir etnik merkezli haklar temeli üzerinden değil. Bana kalırsa, Filistin’le, Filistin sivil toplumu ile dayanışma hareketi de giderek asıl böyle bir yaklaşıma ihtiyaç olduğu sonucuna varmış durumda. Gerçekte, Oslo Mutabakatı’nın çökmesinden itibaren bu fikir giderek olgunlaşmaya başlamıştı.

2001’de Durban’da yapılan birinci Irkçılık Konferansı’nda Filistin sivil toplumu gayet net bir stratejiye vardı. Temelde şunu diyorlardı: siyasi çözüm arayışları başarısız olmuştur. Siyasi süreçleri denedik; başaramadık; çalışmıyorlar. Barış süreci çöktü. Adalete ulaşmak için başka bir yol bulunması lazım. Durban’a şu fikirle geldiler: Bu ülkede apartheid denilen ırk ayrımcılığı politikası, sivil toplum aracılığıyla, boykotlarla, yatırımların geri çekilmesiyle, dünyanın dört bir yanında halklarla, öğrencilerle, sendikalarla, yenilgiye uğratıldı – bu insanlar, kendi hükümetlerinin yapmadığını yapıyor, Güney Afrika’yı boykot ediyorlardı. 1980’li yıllardı. Soğuk Savaş yılları. ABD Başkanı Reagan Güney Afrika Başkanı De Klerk’i destekliyordu. Çünkü De Klerk “Soğuk Savaşta biz sizin müttefikiniziz,” demişti. “Komünizmin Afrika’ya yayılmasına set çekiyoruz burada.”

Resmi dış politikadaki bu ahlakî iflastan dolayı –ki aynı şeyi şimdi İsrail’de de görüyoruz– halkın dış politikası diyebileceğimiz bir politika gelişti zamanla. Üniversitelerde kurulan konseyler, şehir meclisleri, kasaba konseyleri, filan bunlar bir dizi karar aldılar: “Madem hükümet yatırımları durdurmuyor, o zaman biz meclis olarak kendimiz durdururuz yatırımları, ekonomik yaptırımları biz kendimiz uygularız,” dediler. Bunun anlamı şuydu: Güney Afrika ile iş yapan çokuluslu şirketlerle sözleşme yapmayı reddediyorlar, Güney Afrika’yla çalışan bankalardan paralarını çekiyorlardı. Sonunda, bütün bunların Güney Afrika ekonomisi üzerinde çok çok güçlü bir etkisi oldu. Güç ilişkileri böyle işliyor işte.

Apartheid politikası Güney Afrika’da ekonomik olarak çok işe yaramıştı. Çünkü Güney Afrika’da şirketlere o ucuz sömürülen işgücü kaynağını sağlayan araçtı apartheid. Altın ve elmas madenlerinde çalıştırılacak ucuz işgücü sağlayarak, onları acayip zenginleştiriyordu. Yaptırım hareketi, apartheid hareketinin artık kârlı olmayacağı anlamına geliyordu. Bu şirketlerin, ırkçı politikalara destek verdikleri için ekonomik açıdan cezalandırılacağı anlamına da geliyordu. Bunun üzerine bu şirketler De Klerk hükümetine gittiler: “Bunun durdurulmasını sağlayın,” dediler. “Uzlaşmanız lazım. Bu böyle devam edemez; biz bu şekilde işimizi sürdüremeyiz.

İşte İsrail’de yaratılması gereken baskı da bu türden birşey. İsrail’in sorunu şu: Barış için yeterince özendirici bir saik yok. Barış için yeterince saik olmaması da, İsrail’in, gittikçe artan hukuk tanımazlığının hem Batı ülkeleri, hem de Türkiye gibi birçok ülke tarafından ekonomik olarak ödüllendirilmesinden kaynaklanıyor. Bu ülkeler İsrail’le yeni ticaret anlaşmaları yapıyorlar, ikili ticaret hacimlerini genişletiyorlar. Örneğin Kanada – İsrail ticaret hacmi, İsrail’in Lübnan’a saldırmasından sonra yüzde 45 oranında arttı. Geçen yıl İsrail Gazze’ye saldırdığında Telaviv hisse senetleri piyasası yükseldi. Genellikle ülkeler, uluslararası hukuku umursamazca çiğneyen davranışlara girmeden önce dikkatli bir hesap yapmak, bunların kendileri üzerindeki olumsuz sonuçlarını dikkate almak zorundadırlar. Oysa İsrail’de böyle olmuyor. Onlar böyle negatif sonuçları hissetmiyorlar. Ama, böyle hukuk tanımayan davranışların olumsuz etkileri mutlaka olmalı. Ve eğer hükümetler, başka birçok durumda yaptıklarının aksine, uluslararası hukuku uygulatmak için İsrail’e bu negatif sonuçları dayatmaya yanaşmıyorlarsa, o zaman halkların devreye girmesi icap eder. İsrail mallarına boykot hareketi de bundan ibaret işte.

Ömer Madra: Türkiye açısından da burada çelişmeli bir durum var. Bir yandan Türkiye hükümeti Gazze saldırıları karşısında İsrail’e karşı tavır alıyormuş gibi görünüyor, ama öte yandan da mesela bu insansız uçaklar konusunda ve başka konularda ticari işbirliği yapıyorlar...

Naomi Klein: Türkiye, işgalde iliştirilmiş (embedded) durumda. Böyle bir rolü var. İnsansız uçaklar da bu dayanışma hareketinin mücadele ettiği şeyin bir parçası zaten. Dayanışma hareketinin giderek farkına vardığı bir şey de şu: İsrail, Filistinlileri dünyadan gizliyor! İnşa ettikleri duvar tam da bu amaca yönelik. Filistinlileri İsrael’den de gizliyorlar. İsrailliler, duvarın öbür yanında nasıl bir hayat olduğunu da görmüyorlar ve bilmiyorlar. İsrailli gazeteciler Gazze’ye sokulmuyor. Amira Hass’ı, Gazze’den çıkarken tutukladılar. Gazze neredeyse görünmez kılınmış durumda! İsrail basınında bile böyle bu...

Ve, insansız uçaklar, şoförsüz buldozerler gibi teknolojilerin kullanılması, hatta kontrol noktalarının da gittikçe yüksek oranda otomatik kontrole bağlanması...aslında bütün bunlar adeta “dokunmadan, elini bile sürmeden işgal” durumu yaratmak için!... Yani, savaşta kendini bedenen gösterme zarafetine dahi lüzum görmeden yürütülüyor herşey. Böyle bir durumla işbirliği yapmak, Filistinlilerin görünmez olması durumuyla işbirliği yapmaktır aslında. Bence Türkiye hükümetinin İsrail’in Gazze’de işlediği büyük suçlar konusunda giderek sesini yükseltiyor olması gerçeği politik bir sebepten kaynaklanıyor: Kamuoyu İsrail’in yaptıkları karşısında o kadar büyük bir infial duyuyor ki, politikacılar da bu tepkiye mutlaka bir ses vermek zorunda hissediyorlar kendilerini. Ve, bu da gösteriyor ki, aşağıdan hükümetlere daha fazla baskı yapılmasına çok elverişli bir zemin var aslında. Kelimelerin ötesine geçen bir baskıya ihtiyaç var...

Ömer Madra: Naomi Klein, bizimle birlikte olduğunuz için çok teşekkür ederiz.

Naomi Klein: Ben de çok teşekkür ederim...


(25 Ocak 2010 Pazartesi tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.)

Haber Ara