''Azınlıklar, kıyıdakiler hayatın esas renkleridir''
Ünlü senarist Gaye Boralıoğlu ile yazı serüvenini ve romanlarını anlattı.
16 Yıl Önce Güncellendi
2009-12-23 17:53:00
22 Ekim 1963’te İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde felsefe okudu. Sistematik Felsefe ve Mantık master’ı yaptı. Gazeteci, reklam yazarı ve senaryo yazarı olarak çalıştı. Ayrıca Atıf Yılmaz´ın yönettiği Eylül Fırtınası adlı filmin senaryosunu yazdı. Hepsi Hikaye, Meçhul ve Aksam Ritim kitaplarını kaleme getirdi. Gaye Boralıoğlu ile yazı serüvenini ve romanlarını konuştuk.
Öykülerden oluşan Hepsi Hikaye adlı ilk kitabınızdan sonra yayımlanan iki romanınız edebiyatta/anlatıda ısrarlı bir yanınız olduğunu ortaya çıkardı. Bu yöneliminizdeki etkilerden, bunun kaynağından söz etmenizi istiyorum.
Edebiyat, büyü yapmak gibi. Ateşte kaynayan kazanın başına geçiyorsunuz, minare gölgesi, davul tozu, kurbağa bacağı ve her biri özenle yıkanıp kurutulmuş kelimeleri içine atıyorsunuz. Kaynatıp duruyorsunuz, sonra o iksir insanları kalplerinden yakalıyor, ruhlarına dokunuyor. İşte bu yüzden aklım daima edebiyatta. Kafamda kırk tilki dolanıyor ve hepsi ayrı bir hikâye anlatıyor. Hayat gailesi olmasa içime kapanır, onları öyküler, romanlar olarak hale yola koyarım. Ama arada kesintiler oluyor. Umuyorum ki yaşlandıkça edebiyata daha çok zaman ayıracağım.
Yazının ardından gitmenin bir yolu da okuma uğraşını sürekli kılmaktır.Bir yazar olarak ne tür metinleri okumaktan hoşlanırsınız? Okumak/yazmak/yorumlamak çabanızın temel bileşenleri nelerdir?
Okuma yazmayı öğrendiğimden beri elimden ya bir roman ya bir hikâye kitabı eksik olmadı. Eksik olmasın! Bir de üniversitede felsefe okudum ve bu öğretiden her zaman zevk aldım. Arada mutlaka felsefe okumaları yaparım. Okudukça daha çok yazma isteği duyuyorum. Okuduklarım zihnimin eleklerinden geçiyor, sonra ruhumun karanlık köşelerinde bir yerlere siniyor... bilmediğim zamanlarda, bilmediğim biçimlerde bana güç veriyor, nihayetinde yazmama imkân tanıyor.
Siz nasıl okursunuz, bunu nasıl, nerelerde gerçekleştirirsiniz?
Her yerde, her ortamda okurum. Gürültü, sallantı, kalabalık, tenha... hiç fark etmez. Okuyacaksam okurum. Hiçbir şey engel olmaz.
Kimdir sizin ustalarınız, yakınınızda duran yazarlar; özellikle romancılar?
Çocukluğumdan beri dönüp dolaşıp yeniden ve yeniden Dostoyevski, Nabokov, Márquez, Faulkner, Durrell okurum. Ama çağdaş edebiyatı da takip etmeye çalışıyorum. Özellikle kuzey ülkelerinden çıkan edebiyatçılar, Japon edebiyatı bana yeni soluklar veriyor. Ama Türk edebiyatından aldığım zevk bambaşka. Oğuz Atay, Sevim Burak, Vüsat O. Bener hayatımın ışıkları.
İlk olarak öykü türünde yazmanın getirdiği bir zenginlik, engin bakış sizin ikinci romanınızda öne çıkıyor. Bunun neleri içerdiğini sormak istiyorum size.
Bütün anlatıların esası aslında hikâyedir. Bir hikâyeniz varsa işe başlayabilirsiniz. Edebi tür sonra gelir. İsterseniz hikâye olarak kaleme alırsınız, isterseniz roman formuna getirirsiniz, ya da film senaryosu yazarsınız, ama önce elinizde anlatmak istediğiniz güçlü bir hikâyenin olması lâzım. Düşünce kırıntılarıyla, yalnızca bir takım “edinilmiş dert”lerle edebiyat olmaz. Makale olur, anlatı olur, deneme olur...
Neden daha çok roman, sizce, bu türün en temel özelliği nedir?
Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de öyküye olan ilgi azaldı, roman yükseliyor. Bunun sebebini gerçekten tam olarak bilemiyorum. Ama şu açık: Yayınevleri öykü basma konusunda daha isteksiz, öykü kitapları daha az satıyor ve çevrilme şansları daha düşük. Böyle olunca da herkes roman yazmaya uğraşıyor. Bana soracak olursanız, ben yazar olarak belli bir türü seçmiyorum, hikâyem hangi türe elverişli ise, hangi türü hak ediyorsa, o türde yazıyorum.
Birikim dergisinde yayımlanan son yazınız “ İhtiyacımız Bilgiden Ziyade Bilgeliktir” başlığını taşıyor.Bağlamı farklı olsa da bu yazınızdan hareketle yaşanan duyar/sız/lık alanlarından beslenerek yaklaştığınız söylenebilir mi edebiyata.
Bilgi daima kendini yalanlar. Hakikate ulaşmak için bilgi yalnızca bir araçtır. Bugün bu halini kullanırsınız yarın başka bir hali karşınıza çıkar, oysa derin bir kavrayış için bilginin ötesinde başka melekelerin bir arada işlemesi gerekir. Empati, sentezleme uzgörü, sezgi gibi yetenekler... İşte o zaman karar vermek ve uygulamak için hazırız demektir.
Birikim’deki yazım “geçmişle hesaplaşma” konusundaydı. Edebiyatta da hakikat, gerçeklik, hayal gibi kavramların etrafında dönüp dolaşıyorum. Algılarımız ne zaman bizi gerçeğe, ne zaman gerçek olmayana götürür. Gerçek aslında nedir? Olandan ziyade olmasını istediğimiz şeylerle mi ilgilidir? Aslında bir tarif değil, bir arzu mudur? Kitaplarımı yazarken daima bu meselelerle uğraşıyorum.
Meçhul romanınız için, Manuel Çıtak'ın 22 fotoğrafını seçme gerekçenizi açıklar mısınız?
Manuel’in fotoğraflarındaki Türkiye, benim Türkiye algılamamla, onun insanları, benim tariflerimle çok örtüşüyordu. O yüzden o fotoğrafları seçtim.
İbrahim’i tanıyan insanların anlattığı onca şey, İbrahim'in portresini net bir şekilde görmemi sağlayamıyor. Niçin?
Yapmaya çalıştığım şey zaten buydu. Zihinlerimizde bazı tarifler vardır, ama aslında bu tariflere hiçbir zaman güvenemeyiz. Bu tekinsiz hal bizi rahatsız eder, desteğe ihtiyaç duyarız. O zaman hayal etmeye başlarız. Tarifte eksik olanı, kendi zihnimizin renkleriyle tamamlarız ve böylece ortaya bir resim çıkarırız. İşte bu resmin ne kadar aslıyla uyumlu olduğunu tartışabiliriz. Meçhul’ün asıl meselesi de buydu zaten.
Meçhul’de, 22 fotoğrafa ek olarak, konuşmayan, dile gelmeyen iki fotoğraf daha var Bir tanesi, İbrahim'in bir ara kaldığı, çarşafsız bir yatak, hemen ona bitişik bir masa ve boş bir askıdan ibaret küçücük bir otel odasının solgun bir günışığıyla aydınlanan fotoğrafı. Diğeri, kitabın en sonunda, karınca gibi binlerce insanla dolu bir plaj manzarası.Bu iki fotoğrafı canlandırmamayı, sessiz bırakmayı seçmiş olmanızı nasıl anlamak gerekir?
Öyle bir roman yazmak istedim ki, kahramanı ortada olmasın. Böylece okur “başkaları”, “öteki” dediği kişilerle olan ilişkisini bir kez daha sorgulasın. O iki fotoğraf İbrahim’e, yani olmayan kahramana dair önemli ipuçlarıdır. Okuyucunun arada başka bir kimsenin anlatımı olmadan, doğrudan ilişki kurabildiği, İbrahim’in kokusunu duyabileceği iki ipucu. Ama bu bile, ne kadar onu tanımamızı sağlıyor, tartışılır.
Aksak Ritim’de hayatın bir izdüşümü gibi algılıyorsunuz yazını. Sürekli de o izlerden gidip, yineliyorsunuz bunu. Edebiyat ve hayat, sizde bunun buluşma ayrışma noktaları nelerdir? Hayatın ritmi de fazlasıyla aksak mıdır?
Edebiyat bence hayatın doğrudan izdüşümü değil, bambaşka bir düzlemde yeniden yaratılmasıdır. Elbetteki hayatın kendisinden ya da yazarın hayatından esintiler vardır bu izdüşümde ama bunlar kırıktır, bozuktur. Hayattan edebiyata geçerken delimsirek bir zihin işin içine girer, girmelidir. Aksi takdirde edebiyat da hayat kadar sıkıcı olur ki, çok yazıktır.
“Çingeneler” hakkındaki klişelerin bolluğundan ötürü onları tanıdığımızı sanıyoruz; oysa Avrupa'nın bu en büyük ve en çilekeş azınlığı üzerine bilgimiz pek az.İkinci romanınız anakarakterler olan çingene kızı Güldane ve ailesi ile otuzlu yaşlardaki Şoför Halil’in gerilimli ilişkilerini anlatıyor. Romanınızda çingene karakterlerin yoğun olduğu bir kurgu ile yazma gerekçeniz nedir?
Esasında benim için Güldane’nin Roman oluşu ikinci plandadır. Aksak Ritim’i tasarlarken de Romanların hayatı hakkında bir kitap yazayım diye bir kaygım yoktu. Esas mesele Güldane ile Halil arasındaki tutku, arzu, şiddet dolu tuhaf ilişkidir. Bu yüzden de o Roman mahallesini biraz arka planda tuttum. Ki zaten Güldane ve ailesi epeyi önce İstanbul’a göç etmiş, şehrin kuralları içinde kendi köklerinden ayrılmak zorunda kalmış insanlardır. Dolayısıyla idealize ettiğimiz “otantik” Roman ailesi anlatılmaz Aksak Ritim’de.
Nevzat Çelik “bir elinden satın aldığım çiçeği/verdim öteki eline çingene kızının” diyor bir şiirinde.Sokakta çiçekleri neden hep Çingeneler satar? Ve neden renkli giyinmeyi severler?Bunların romanınıza yansıyan yanlarını anlatır mısınız?
Azınlıklar, kıyıdakiler hayatın esas renkleridir. Ortalama olan, genel geçer olan her zaman biraz sıkıcıdır. Aksak Ritim’e Romanların o parlak renklerini taşımak istedim. Güldane’nin mum ışığında banyo penceresinden yaptığı gösterilere, ablasının gösterilerine darbukasıyla eşlik ederken bir yandan da şişeye solucanlar toplayan Yunus’a, eskinin kurbağa toplayıcısı, şimdinin torbacısı Cevdet’e, her yeri ayrı oynayan Safiye’ye hep bu renkleri taşımaya çalıştım.
Geçenlerde bir panelde İstanbul’un Soylularını ve Soysuzlarını anlattınız.Bu çerçevede Aksak Ritim karakterleri nerede durur?
O tabii ki ironik bir başlıktı. Bugün birileri bu tanımları yapmaya çalışmasına, İstanbul’da yoğun bir şekilde “soylulaştırma” politikası izlenmesine rağmen gerçekte ‘İstanbullu’ diye bir kavramın olmadığını, İstanbul’un bir renk cümbüşü olduğunu, zaten bu şehri benzersiz kılanın da o yelpaze olduğunu anlatmaya çalışıyordum. Aksak Ritim’in karakterleri de o yelpazenin en afili yerlerinden birinde, ön sıralardan yer kapmışlardır bana kalırsa!
Güldane ve Yunus’un hırpalanmasından evlerinin yağmalanmasından sonra şunları yazıyorsunuz. “Çok geçmeden mahalle sessizliğe gömüldü. Herkes az önce olanları unuttu.Televizyonlarını açtılar seyre daldılar” İnsanlar nasıl bu kadar duyarsızlaşabiliyor?
Çünkü insanlar bir “aralıkta” yaşıyor. Bir anda burada oluyorlar, bir anda orada; sanki az önce buradaki kendileri değilmiş gibi. Sebep olduklarının sonuçlarını üstlenmiyorlar. “İzleme” alışkanlığı acayip bir şey ve bu sandığımızdan daha derin bir deformasyona yol açıyor. Bir anda kendi gerçek hayatlarının da izleyicisi olabiliyorlar ve böylece zaten üstlenmek istemedikleri sorumluluklardan kolayca kaçıveriyorlar. Televizyonlar açılıyor ve cinayetler unutuluyor.
Aksak Ritim düşlerin, düş kırıklıklarının, insana özgü gelgitlerin, arayışların, seçimlerin sergilenmesi sanki. 'Derin' çıkmazlar, 'umut' arayışları…
Bu benim insan tarifim aslında. İşte sahici insan böyle bir varlık... gelgitlerin arasına sıkışmış, düşlerin penceresine takılmış, çıkmazlara düşmüş ama yine de umut eden. Bütün başlarına gelenlerden sonra kitabın sonunda Halil’in Güldane’ye dair yanılgısı bile onun umududur aslında.
Yoğun bir betimsel cümbüşe kapılmıyorsunuz. Romancılığınızda sinemasal etkileşimler var. Bunu bir söyleşinizde de belirtiyorsunuz. Bu nasıl bir etkileşim?
Senaryo yazmak insana kurgu konusunda ciddi bir deneyim kazandırıyor. Sanırım Aksak Ritim’in kurgusunda bu bilginin önemli bir payı vardır. Bir de pek çok okur, Aksak Ritim’in çok görsel bir roman olduğunu, okurken sinema izlemiş gibi gözlerinde canlandırabildiklerini söyledi. Aslında bunda ne kadar senaryo yazarlığımın etkisi var bilemiyorum. Belki de ben böyle düşünmeye eğilimli olduğu için senaryo yazıyorumdur.
Meçhul’den Aksak Ritim’e roman dünyanızda nasıl bir değişme oldu?
Bunu dışardan bakanların değerlendirmesi daha doğru olacak. Ama şunu söyleyebilirim. Meselelerim bakidir. Etrafında dönüp dolaştığım sorular aslında devamlılık oluşturur. Ama ben kendimi tekrarlamayı sevmem. Aramaya düşkünüm. Her kitabımda mutlaka farklı bir yolculuk deneyliyorum ve böylece yazım sırasında heyecanımı belli bir seviyede tutabiliyorum.
SON VİDEO HABER
Haber Ara