Dolar

34,9508

Euro

36,6815

Altın

2.988,33

Bist

10.119,37

Karaman'dan neden rahatsız oldular?

Geçtiğimiz günlerde 50. akademik yılını kutlayan İslâm Hukuku Profesörü Hayrettin Karaman, 50 yıllık akademik hayatı ile ilgili Vakit’in sorularını cevaplandırdı.

16 Yıl Önce Güncellendi

2009-12-14 16:39:00

Karaman'dan neden rahatsız oldular?
Akademik hayatında en sıkıntılı dönemi 28 Şubat’ta yaşayan Karaman, başörtülü öğrencilerin fakülteye sokulmamasını eleştirdiği için Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde zor günler geçirdiğini ve susmak yerine tepki göstermeyi tercih ettiği için emekliliğini isteyerek görevinden ayrıldığını kaydetti. Karaman, 28 Şubat’ta alınan 18 maddelik kararların tamamının, Türkiye’de bireylerin ve toplumun İslâm’la ilgili bilgi, ilgi ve uygulamasının artmasına karşı alındığını ifade etti.

RÖPORTAJ: Hüseyin Kulaoğlu

İslâm Hukuku Profesörü Hayrettin Karaman, akademik hayatında 50. yılını doldurdu. Marmara Üniversitesi’nde uzun yıllar hizmet veren Karaman, 28 Şubat döneminde öğretim üyesi olduğu fakültede başörtülü öğrenciler okula alınmamaya başlanınca, tepki koyarak emekli oldu. Şimdilerde fikrî ve vakfî faaliyetler içerisinde olan Karaman için, geçtiğimiz günlerde İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından 50. bilim yılı vesilesiyle bir program tertip edilmişti. Akademik camiada sözüne ve fikrine büyük önem verilen Karaman ile 50 yıllık akademik hayatını masaya yatırdık. Karaman’ın, Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in Diyanet İşleri Başkanlığı teklifini kabul etmemesini, 28 Şubat sürecinde başörtüsü yasağı sebebiyle Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesindeki görevini emekliliğini isteyerek bırakmasını, İmam Hatip Liselerine olan bağlılığını ve Hizmet Nesli projesini sorduk.

Hocam “Hizmet Nesli” adını verdiğiniz bir projeniz vardı. Bu projenizden biraz bahseder misiniz?

“Hizmet Nesli” derken, “İmam Hatip Neslini” kastediyorum. “İmam Hatip Nesline” de, “İmam Hatip Mezunları” veya “İmam Hatipliler” demiyorum. Bu nesilden kastettiğim, İmam Hatip okulları açıldıktan ve mezun verdikten sonra, bugüne kadar devam eden bu süre içerisinde okuyan, “Mü’min ve bir dâvâsı olan insanların” tamamıdır. Bu nesildekiler, İmam Hatipten, başka bir meslek lisesinden, düz liseden, kolejden mezun olabilir. İlahiyatta veya başka bir yerde de yüksek tahsil görebilir veya hiç öyle okullarda okumamış da olabilir...

“Belli bir inanç, bu inanca dayalı değerler sistemi, dünya görüşü, hayat tarzı, yaşadığı ülkede ve dünyada hem kendisi için, hem de bütün insanlık için, ‘saadet ve selametin en güzel yolu olarak gördüğü dinini / İslâm’ı’ başka insanlarla paylaşmak ve insanların bunu paylaşabilmeleri için yolu açık tutmak” gibi bir dâvâsı olan insanların tamamına ben “İmam Hatip Nesli” diyorum. Buna “Hizmet Nesli” denilmesinden maksat, bir şahsa, bir devlet kurumuna veya herhangi bir kuruma değil, doğrudan doğruya dâvâya hizmet olduğu içindir...

Bu proje şu anda ne aşamada?..

Büyük bir kitleden söz ediyoruz ve bu farklı bir deneme oluyor. Bu büyük kitlenin tek bir lideri yok ve bu hizmet nesline bağlılık, bir cemaat, tarikat veya parti bağlılığı gibi de değil. Bu, fikirlerin ve görüşlerin paralel düşmesine dayalı bir bağlılık ve bir güven. Burada karizma yok, metafizik bir değerlendirme yok, objektif ve alanı görme var...

Beni nazarı itibara alırsan, beni görüyor, benim bir iddiam yok, ben kendim, “Bir şeyhin veya bir mürşidin olağanüstü güçleri olan bir adamım..” demiyorum ama aynı zamanda da bu hareketi yönetmeye kalkışıyorum. Öyleyse bir anlamda liderliğe kalkışıyorum ama bu durum daha önce denenmiş liderliklerden bağlantıyı, itaati ve birliği sağlama bakımından farklı bir şey. Şimdi o sebeple, İmam Hatip camiasında o anlamda bir birlik ve tek bir lidere bağlılık söz konusu hiç olmamıştır. Ama bizim Yüksek İslâm Enstitüsü’nü bitirip İmam Hatip Okulları’nda öğretmenlik yapmaya başladığımızda, o belli bir zaman daha Türkiye’de siyasal yoldan İslâm’a hizmet etme hareketi başlayıncaya ve hızlanıncaya kadar, arzu edilene en yakın bir birlik, bir itaat ve bir disiplin vardı. Sonra İslâm dâvâsı güden partiler çıkınca, şu veya bu derecede kiminde İslâm, kiminde milliyetçilik, kiminde muhafazakârlık önde ama yine İslâm’ı inkâr etmiyorlardı. Bu partiler ve bu partiler dışında birtakım cereyanlar çıkınca, gençlere amaçlarına kısa bir zaman içerisinde ulaşma gibi aslında kendilerinin de inanmadıklarını düşündüğü bir proje sununca, gençlerin hamaset ve heyecan duygularını yatıştıracak sloganlara, konuşmalara ağırlık verince, söylediğim uzun vadeli ilme, ahlâka ve fedakârlığa dayalı uzun soluklu, uzun süreli hizmet nesli kaymaya başladı.

Şu anda artık öyle bir bütünlük yok. O camianın içinde Türkiye’deki bütün İslâmî gruplara sempati duyan, hemhal olan vardır ama burada bizim de hayatımızı, fikriyatımızı, İslâm anlayışımızı takip eden, bu İslâm anlayışının ülkemizde, toplumumuzda yayılmasını ve yaşanmasını hedef edinen, daima bu camianın içerisinde hepsi İmam Hatip mezunu olmayan ama önemli bir kısmı olan bir camia vardır ve onlar, bu hizmete devam ediyorlar...

Dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren, size Diyanet İşleri Başkanlığı görevini teklif etti ama siz bu görevi reddettiniz. Sebebi nedir ve şu anda yine böyle bir teklif olsa reddeder misiniz?

Evet reddederim. Partiler hakkında yaptığım tahlillerdeki sebepler arasında bu da vardır. Ben bütün Müslümanların ve İslâmî gayretlerin her tarafa eşit mesafede olan orta yerinde bulunmak istiyorum. Mümkünse yardımlaşmak ve dayanışmak istiyorum. Bu iş siyasette ve yönetimde olmuyor. Birincisi; siyasete girdiğiniz zaman, Müslümanların bir kısmına yakın, bir kısmına uzak oluyorsunuz. Yönetici olduğunuz zaman da muhataplarınızın bir kısmına yakın, bir kısmına uzak oluyorsunuz. İkincisi; ben daima öğrenmeyi, öğretmeyi, eğitilmeyi ve eğitmeyi önceledim. Bu söylediğime de hem siyaset, hem yönetim manidir. Bu, arzuma da engeldir. Onun için ne yöneticilik istedim, ne teklifleri kabul ettim, ne de siyaset... Bu konuda fikirlerim aynı, hiç değişmez, yeniden doğsam, yine aynı şeyleri yaparım.

İlk İHL mezunlarındansınız. İmam Hatip Lisesi sizin için ne ifade ediyor?

İmam Hatip Lisesi, kaza ile kaderin ya da tarihin önümüze çıkardığı bir araç, bir vasıtadır. Adı İmam Hatip Lisesi olmayan ya da okulu olmayan ama bizim İslâm’ı öğrenmemizi ve İslâm eğitimi almamızı sağlayan bir başka sivil bir kuruluş veya sivil bir hareket olsaydı, o da olurdu. Biz şu anda 1950’leri konuşuyoruz. 1950’den önce Türkiye’de dininizi ve dininizin dilini öğreneceğiniz herhangi bir okul yoktu. Ve hür, serbest çalışan bir hareket de mevcut değildi, yasaktı. Ancak yasak olarak yürütebilirdiniz.
1951’de devlet kendi eliyle bir okul açınca, bu okula Kur’ân-ı Kerim, Arapça, fıkıh, usulü fıkıh, usulü hadis, tefsir, İslâm tarihi, siyer, ahlâk dersi gibi dersleri devlet kendi eliyle koyunca, sonra eski medrese mezunlarından ve kendi kendine yetişmiş yüksek tahsili olmayan ama icazeti olan hocalardan olsun, liyakatli kimi bulduysa onları da buraya hoca olarak alınca, İmam Hatip okulları bu güzel amaca uygun araç olarak ortaya çıkmış oldu.

İLK İMAM HATİP OKULUNU AĞZINA KADAR DOLDURMUŞTUK

Şu anki İmam Hatip Lisesi ile ilk İmam Hatip Lisesi arasında fark var mıdır? Bir de İHL’ye karşı sizde olan ilk heyecan devam ediyor mu
?

Yok, o ilk heyecan, ilk gayret, ilk fedakârlık devam etmiyor. Bunun en bariz objektif, elle tutulur gözle görülür belirtisi... Biz İmam Hatip okullarını tercih ettiğimiz zaman, bu okulların ortası, lisesi bile yoktu. Yedi yıllık bir bütün, birinci kısım, ikinci kısım şeklindeydi. Mezunlarını da hiçbir yüksek okul almıyordu. Bir tane Ankara’da İlahiyat Fakültesi vardı, o da almıyordu. Öyleyse istikbali yoktu, mezun ne yapar, nereye gider şeklinde hiç öyle bir düşüncemiz yoktu. Biz hiçbir yüksek tahsil imkânı vermeyen, görünürde de İmam Hatip olmanın ötesinde bir vazife almanızı da mümkün kılmayan bir okulu ağzına kadar doldurmuştuk. O kadar çok müracaat vardı ki; ikinci yıl sınavla öğrenci almaya başladılar.
Sonra bir gün geldi, İmam Hatip okullarından mezun olanların ilahiyat dışındaki fakültelere alınmalarının önü kesildi. Önü kesilir, kesilmez İmam Hatip okullarına rağbetin de önü kesildi ve talebe yüzbinlerle ifade ediliyorsa, on misli azaldı.

Bu iki olayı yanyana getirdiğimizde, sizin sorunuzun cevabı ortaya çıkıyor. Yani ilk dönem heyecanı, ilk dönemdeki fedakârlık, ilk dönemdeki mânânın ve maneviyatın, madde ve maddiyata egemen olması, ruhu zayıflatmış olduğunu gösteriyor.



YAZMAMDAN RAHATSIZ OLDULAR

Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ndeki Öğretim Üyeliği görevinizdeyken, başörtüsü yasağı sebebiyle emekliliğinizi istediniz. O günleri anlatır mısınız?


O günlerin YÖK’ü ve tabiî birtakım çevreler benim hem Marmara İlahiyat’ta hoca olmama, hem de Yeni Şafak gazetesinde yazı yazmamdan rahatsız oldular. Yazılarım ayrıca Akit gazetesinde de iktibas edilirdi, okunurdu. Hem bir üniversitede öğretim üyesiyim, hem de bir gazetede köşe yazısı yazıyorum ve o yazıları yazarken de haksız olan, aslında dünyadaki demokrasilerde de yeri olmayan kırmızı çizgileri çiğniyorum. Bunlara da çok aldırmıyorum. İşte bu sebeple rahatsız oldular. O tarihte YÖK Başkanı bizim üniversitemizin yetkilileri ile görüşerek; “Sizden memnun değili,z sebebi de şudur, onlardan biri de şöyle bir öğretim üyeniz var odur, dolayısıyla ya vazgeçsin gazetede yazı yazmaktan ya da ayrılsın, yoksa biz size hoş bakmıyoruz” şeklinde ilk rahatsızlıklar başladı. Sonra birtakım tertiplerle, yalancı şahitlerle “işte halkı silahlı ayaklanmaya teşvik etmek” gibi uyduruk şeylerle beni itham ederek soruşturma açtılar. Bu durum böyle devam ediyordu.

En son bu başörtüsü yasağı zaten vardı ama bütün ilahiyat fakültelerinde uygulanmıyordu. Marmara İlahiyat da o zaman kale gibiydi. İşte 28 Şubat’tan sonra, “biz bu kaleye hücum edelim, biz bu kaleyi yıkarsak diğerlerini de yıkarız” diye düşündüler. Bildiğiniz gibi bu yasağı Marmara İlahiyat’ta uygulama kararı aldılar. Ben buna karşı çıktım, yazılar yazdım. O zaman rektörüm, “Ben bunu uygulamam..” dedi ve istifa etti. Uygulayacak bir başka rektör getirdiler. O zamanki dekanımız, “Ben bunu uygulamam..” dedi istifa etti. Uygulayacak bir başka dekan getirdiler. Bu arada işte ben de hoca olarak bunu uygulamayalım, buna karşı bir tedbir alalım diye hem arkadaşlara teklif ettim, hem de öte yandan gazetede aleyhte yazmaya devam ettim. Öyle bir noktaya geldik ki; hem gazeteyi, hem de öğretim üyeliğini aynı anda yürütmek mümkün olmadı. Ya susacağım, o zaman öğretim üyeliğine devam edeceğim, ya da konuşacaksam bu boyunduruğunu boynumdan atıp konuşmaya devam edeceğim. Ben ikincisini tercih ettim ve öğretim üyeliğini bıraktım.

Hayrettin Karaman’ı, Hayrettin Karaman yapan nedir?

Ben bir kere Hayrettin Karaman’a çok önem vermiyorum. Kendi nazarımda kusuruyla Allah’a kul olmaya çalışan bir insanım. Hakikaten de 1949’da din okumaya başladım ve tam 60 yıl oldu. 60 yıldır da gerçekten gece-gündüz iyi çalışıyorum, zekâm da fena değil, okuduğumda rahat anlarım, kavrarım... Şimdi düşünün; Allahû Teâlâ sağlık vermiş, anlayacak kadar zekâ ve imkânlar vermiş ama verdiği imkânlar zamanla kısıtlanmış, sınırlanmış; fakat ben bunları zorlamışım. “Bu kadar hamur bu kadar ekmek” dememişim, hamuru büyütmeye, ekmeği büyütmeye çalışmışım... Burada inanç, azim, fedakârlık ve hedefin mukaddesliğine olan iman. Bu yolda sarfedilecek her anın, her dakikanın bir ibadet olduğuna iman ve bundan alınan şevk. Kimsenin övmesine ve yermesine aldırmamak. Asıl Allahû Teâlâ’nın nezdinde övülmeye, rızaya ya da kabule lâyık olup olmamayı hedef edinmek. Bu söylediğim ilkeler çerçevesince herhalde bir 60 yıl geçirince Hayrettin Karaman’lardan birisi oluyorsunuz.

Şu anda geriye dönüp baktığınızda hayatınızda pişman olduğunuz bir konu var mı?

Bu soruya iki türlü cevap vermek lazım. Birincisi; kulluk hayatınızda hiçbir zaman kulluğunuzu kâmil, eksiksiz, yapılması lazım gelenin yapılmış olduğu gibi bir seviyede kabul etmemeniz gerekir.

Daima Allahû Teâlâ karşısında boynunuz bükük olmalıdır, yaptığınızı az görmelisiniz. Cenab-ı Hakk’ın nimetlerine kâmil mânâda şükre muktedir olamayacağınızı unutmamanız gerekir. Allah’ın lütfu, inayeti olmasa, hiç kimsenin kendi ameli ile cennete giremeyeceğine de inanmanız gerekir.
İkincisi; O’nun dışında böyle hayat ilgisinde işte bu mektep, şu iş, şu çalışma, şu dil vs. falan bunları şunları yapmasaydım da şunu yapsaydım şeklinde bir düşünce olabilir ama bu soru bana sorulduğunda, doğrusu aklıma hiçbir şey gelmiyor. Demek ki yaptıklarımdan memnunum.

28 ŞUBAT’TA MUVAFFAK OLMADILAR, OLAMAZLAR

28 Şubat sürecini yaşadınız ve bu süreç için, “1000 yıl devam edecek bir süreç” deniliyordu. Şimdi o günlere baktığınızda neler hissediyorsunuz?


28 Şubat’ta 18 maddelik bir muhtıra var. Bakın bu muhtıraların tamamı Türkiye’de bireylerin ve toplumun İslâm’la ilgili bilgi, ilgi ve uygulamasının artmasına karşı alınacak tedbirlerden ibarettir. Yani bir kurum, bu ülkede insanların hem ferdi, hem içtimadı, sosyal hayatlarında İslâm’ı daha ziyade hayatlarına sokmada bilgi, ilgi, duygu ve uygulama olarak rahatsız oluyorlar ve bunu durdurmak istiyorlar. 28 Şubat’ın çözümü budur. Peki, muvaffak oldular mı? Olmadılar, olamazlar. Neden olamazlar; çünkü nehri tersine akıtmak istiyorlar. Nehri tersine akıtamazsınız.

İyi niyetli zararlı olanları engellemek istiyorsanız. Sizin İslâm’la bir meseleniz yoksa. Sizin doğru dürüst İslâm’ı öğrenerek yaşamak isteyen insanlarla ve bu hareketle bir meseleniz yok da, dini istismar eden, dini kullanarak bazı meşru olmayan hedeflere ulaşmak isteyen insanları bertaraf etmek istiyorsanız. Şimdi tekrar nehir benzetmesine dönelim. O zaman ne yaparsınız. Nehrin kıyılarını takip edersiniz, taşmaların zarar vermesini engellersiniz.
Bunlar öyle değil açıkça, “İşte biz de Müslümanız, benim dedem, ninem namaz kılardı ama biz toplumun giderek daha fazla Müslümanlaşmasından rahatsız oluyoruz” diyorlardı. Toplumun giderek daha fazla Müslümanlaşması, eşyanın tabiatı icabıdır. Bu İslâm’ın mahiyetinden ve binlerce yıl bu dini yaşamış milletin çocuklarının genlerine işlemiş olan, tevarüs ettikleri gelenekten, kültürden, telakkiden, şuurdan kaynaklanıyor. Onun için bunu engelleyemezsiniz, zaten engelleyemediler de...

Prof. Hayrettin Karaman’dan gençlere tavsiyeler...

İlahiyat fakültesi veya akademik camia dışında kaldığınızda hem ülkemizde, hem de dünyada hedef kitleniz daralıyor. Böyle olmamanız lazım ama vaka bu. Daha çok halkın belli bir tabakası sizin hedef kitleniz haline geliyor. Hâlbuki akademik yönünüz olursa hem kendi ülkenizde, hem de dünyada okumuş, yazmış entelektüel, fikir sahibi, yüksek bürokrat, sanayi, ticaretle meşgul olan insanlar da sizin hedef kitleniz haline geliyor. Ne yazık ki; belki de ne yazık değil ki; titre de önem veriyorlar. Bugün bir insan hasta olsa tedavi gerektiğinde bir yerde bir pratisyen doktor, bir uzman, bir de doçent, profesör doktor olsa insan son söylediklerimizin daha tecrübeli, bilgisinin daha sağlam olduğunu düşünür ve yönelir. Bu durum bizim alanda da böyledir.

Peki, şu anda akademik kariyer yapan öğrencilere neler tavsiye edersiniz?

İslâm ilimleri alanında akademik kariyer yapmak isteyen gençlere, inanmadıkları ve yaşamadıkları halde İslâm ve Müslümanlarla çeşitli yönlerde meşgul olan ve Müslümanlara dair ilim yapan batılı islâmologlar ve oryantalistlerden farklı olmalarını tavsiye ederim. Bu şudur: Onlar müsteşrik, oryantalist, islâmolog olmasınlar, İslâm âlimi olsunlar, onu hedeflesinler. İslâm âlimi her şeyden evvel Müslüman’dır. İslâm imanını, ibadetini, ahlâkını kişiliği ile bütünleştirmiş insandır. İslâm âlimi, İslâm ilminin başladığı günden bugüne bütün birikimlere bakan, bütün birikimleri ana hatları ile torbasında, bilgi dağarcığında toplayan insandır. Eskiyi, geleneği atmaz, eskiye lüzumsuz, eskimiş, modası geçmiş diye bakmaz ama orada da kendini hapsetmez. Bilgi dağarcığında onu fotoğrafladıktan sonra ayağını nereye bastığına bakar, çevresine bakar ve dinin özünü, İslâm’ın maksadını, gayesini zayii etmeden Müslümanların önünü açmaya çalışır. Bu söylediğim çerçevede çalışmalarını, öğrenmelerini, gayret etmelerini tavsiye ederim.

Haber Ara