Muhafazakâr sermaye ve kültür ve sanat
Ekrem Dumanlı'nın geçen hafta yazdığı "Muhafazakâr kesimde derin boşluk: Kültür-sanat" başlıklı yazısına, muhataplarından ve kültür-sanat dünyasından cevap geldi.
16 Yıl Önce Güncellendi
2009-10-31 14:22:00
Zeynel Abidin Erdem/Gen-Pa Holding Yönetim Kurulu Başkanı:
Kültüre, sanata ve edebiyata olan ilgiyi muhafazakar kesimle sınırlamak mümkün değildir "Türk kültür ve sanatına da katkılarımız her zaman olmuştur. Erdem Ailesi Sultan II. Abdülhamit'in kullandığı Osmanlı İmparatorluğu'nun resmi damgası "Mühr -ü Humayun"u 7 Nisan 1998'de Paris'te düzenlenen bir açık arttırmada satın alarak Türkiye'ye kazandırmıştı. Böyle bir hatıranın Paris'te bir yabancının edinmesi bizim için hoş karşılanmıyordu. Abdülhamit Han'ın bildiğiniz gibi 38 yıl 7 ay 11 gün hizmetleri sırasında kullandığı mühürleri satılıyordu ailesi tarafından. O mühürlerin bir 3. veya 4. şahıslara ulaşmaması için kültür bakanlığı ciddi bir atak yaptı ve satın almak istedi. Fakat o anda imkanlar yetmedi. Yunan asıllı Fransız bir şahsın adına katılan bir hanımefendi bu Han'ımızın mühürlerini ve geçmişimizi içeren tarihe damga vurmuş bu mühürleri almak istedi. Değerli Tarih yazarımız Murat Bardakçı'nın bizleri haberdar etmesi ve yönlendirmesi ile Kardeşim Nezih Erdem bir girişim yaparak açık arttırmaya daha evvel soktuğu Abdulhamit Han'ın yeğeni ve akrabalarıyla müzayedeyi sürdürmeye devam etti ve sonuçta Allah bu ülkeye hizmet etmiş yüce sultanların sonuncusu olan Abdulhamit han hazretlerinin tarihe bası yapmış mühürlerini nasip etti. Onları da getirdik Türk halkına ait olan bu eserleri Türk halkına Topkapı sarayında göstermek ve sergilenmek üzere ebedi bir hatıra olsun diye hediye ettik.
"Ebristanbul" sergisi de aynı şekilde 2003 yılında Washington DC'de sergilenirken tarafımdan satın alınarak İstanbul'a getirildi. Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethinden bir gün önce gördüğü rüyadan ilham alınarak yaratılan bu eserler İstanbul'un farklı dinlere ve kültürlere sahip mozaiğini çok güzel yansıtmaktadır. 118 parçadan oluşan bu sergi Türk ve İslam Eserleri Müzesi'nde 3 hafta süreyle sergilendi. Anadolu'dan gruplar halinde sadece bu sergi için gelenler oldu. Özellikle yabancı ziyaretçilerin büyük ilgisini çekti. 2004 Haziran ayında Kültür Bakanı Sayın Atilla Koç makamında ziyaret edilerek, Erdem Ailesi tarafından yine Topkapı Sarayı'na hediye edildi. Daha sonra TBMM Başkanı Köksal Toptan'a gelen bir talep üzerine Amman Sanat Müzesi'nde 2 hafta süreyle sergilendi. Geçmişten günümüze yol alırken kaybolmaya yüz tutan özgün Türk Sanatlarını güçlendirip teşvik etmek ve dünyanın her yerinde tanınmasını sağlamanın Türk sanat ve kültürüne büyük bir hizmet olacağına inancım sonsuzdur.
2005 yılında ise Değerli Fotoğraf Sanatçısı Lütfü Özgünaydın'ın 5 yıl süren titiz bir çalışma sonucu oluşturduğu eserleri ile Mardin Fotoğraf Sergisininin açılışı, kitaplarının basılması ve tanıtımı için sponsor olduk. Bu sergi geçen yıl Mayıs ayında New York'ta tekrar açıldı. ABD'de yaşayan Türklerin yanı sıra çok sayıda Amerikalının da Mardin'e hayran olmasını sağladı. Çeşitli Avrupa ülkelerinden sergi için hala talepler alıyoruz.
Sanat ve kültür faaliyetleri söz konusu olduğunda yapılacak çalışmalar ve sergilenecek projelerin sonsuz olduğuna inanıyorum. Özellikle dünyanın gözdesi İstanbul gibi bir dünya kentinin doğal cazibesi her zaman ön planda olmuştur. Türk iş dünyasındaki dostlarımıza da her zaman bu konuları teşvik edecek şekilde sohbetlerimiz ve telkinlerimiz oluyor. Ülkelerarası diyalog oluşturmak ve yeni dostluklar yaratmak için sanat çok önemli bir anahtar. Çalışmalar yeterli olmasa da diyalogları hep açık tutmakta yarar vardır.
Müzik, film festivali deyince ya da uluslararası sergi deyince neden muhafazakar kimliği ile tanınan şirketler akla gelmiyor? Sanırım bu bir süreç ve biraz daha zamana ihtiyaç duyuluyor olabilir. Birkaç olumlu adım ve küçük projeler ile başlanıp yol alınabilir. Önemli olan sinema, resim, müzik ve diğer alanlarda ülkemize hizmet etmek için fırsat yaratmaktır. Sakıp Sabancı'nın bizlere güzel bir miras olarak bıraktığı "Altın Harfler Sergisi" geçen yıl itibariyle İspanya'nın 2 ayrı kentinde sergilendi ve büyük ilgi gördü. Osmanlı kültürü, sanatı ve edebiyatına olan ilgiyi sadece muhafazakar kesimle sınırlamak mümkün değildir. Bugün dünyada ses getiren bir projedir."
Ünal Kabaca-Bank Asya Genel Müdürü:
Uzak İhtimal filminin başarısı bizi cesaretlendirdi
"Bank Asya'nın 13 yaşında genç ve orta ölçekli bir katılım bankası olduğunu unutmamak lazım. Dolayısıyla, bizi 50/100 yıllık, büyük ölçekli bankalarla karşılaştırmak doğru olmaz. Bizim, bankamızın büyümesiyle birlikte her yıl büyüyen bir iletişim bütçemiz ve bunun içinde de bir sponsorluk bütçemiz var. Bu bütçeyi, kültür-sanat ile spor alanlarındaki sponsorluk ve faaliyetlerde kullanıyoruz. Ve kendi ölçeğimize göre de, özellikli son birkaç yıldır hatırı sayılır işler yaptığımızı düşünüyoruz. Bunların en önemlisi, Türkçe Olimpiyatları. Biz başlangıçtan beri sponsoruz, geçen yıl da ana sponsor olduk. Biliyorsunuz, büyük çaplı, uluslararası bir organizasyon. Sponsorluğumuz gelecek yıllarda da devam edecek. İkincisi, Bank Asya Kültür Yayınları. Bu kapsamda çıkardığımız prestij kitapların sayısı 9'a ulaştı. Bunların içinde İlber Ortaylı ile Topkapı kitabı en önemlilerinden biri. Her yıl iki tane seçkin kitap çıkartmaya çalışıyoruz. Fatih Üniversitesi Kristal Klaket film yarışmasının iki yıldır sponsorluğunu yapıyoruz. Her geçen yıl gelişen ve ses getirmeye aday bir organizasyonun destekçisi durumundayız. İlk film sponsorluğumuz olan 'Uzak İhtimal' filminin başarılı olması bizi benzer projeler konusunda cesaretlendirdi. Ancak bu konudaki yeni projeler konusunda çok seçici olduğumuzu ve maalesef bizim kriterlerimize uyan çok da projenin olmadığını belirtmem gerekir. Bankamız büyüdükçe, kültür sanata olan yatırımlarının da artacağını belirtmek isterim."
Memduh Boydak/Boydak Holding CEO'su:
Bundan sonra sanatta daha etkin olacağız
"Anadolu ve mütedeyyin iş dünyasının bugüne kadar kültür ve sanat etkinlikleri içerisinde fark edilir bir şekilde yer almadığı, en azından entelektüel çevre tarafından böyle algılandığı bir gerçektir. Ancak bu durum bugüne değin, ihmal edilmiş görünse de bu alana kapalı olunduğu, kayıtsız kalındığı anlamı taşımaz. Söz konusu şirketlerin hizmet yeri çoğunlukla Anadolu olması nedeni ile öncelikler ve Anadolu-mütedeyyin toplumun beklentileri ve ihtiyaçları farklı idi. Bugüne gelindiğinde söz konusu önceliklerde belli bir mesafe alınmış olması ve firma ve markaların çaplarının sınır ötelerine ulaşmış olması nedeni ile doğal olarak daha evrensel, entelektüel projelere de imza atma süreci de başlamıştır. Bu noktada şu da ifade edilmeli ki, söz konusu kültür sanat etkinliklerinin toplumun genelini kucaklayan bir yapıda olması gerektiği muhakkaktır. Netice itibari bu alandaki yetersizlikler bu süreç içerisinde fark edilmiş şirket organizasyonlarının da belli bir yetkinliğe ulaşmış olması nedeni ile bundan böyle daha etkin olunacaktır."
Ömer Cihad Vardan-MÜSİAD Genel Başkanı:
Kültürel ve sanatsal gelişim bir bilinç ve eğitim işidir
"Türkiye'de kültür sanat faaliyetleri yeteri kadar gelişmiyor ve destek bulmuyor. Bunun en önemli nedenlerinden birisi şüphesiz eğitim meselesidir. Eğitim sistemimizde kültür ve sanat eğitimi yetersiz. Diğer taraftan iş dünyasının kültür ve sanata katkıları da istenilen seviyede değil. Özellikle 90'lı yıllardan sonra Anadolu'da "girişimcilik" fenomeni gelişti. Türkiye'nin dışa açılması ile birlikte iktisadi faaliyetlerde büyük bir ivme kazanıldı. Bu süreçte Anadolu'da hızlı bir şekilde gelişen KOBİ'ler, Türk sanayisinin itici gücü oldu. Birinci nesil girişimciler zaman içerisinde gelişerek ihracat yapar seviyeye geldi. İkinci nesil ise daha iyi eğitimli yenliklere açık, dünyayı daha iyi tanıyan bir profil çizdi. Yeni nesil girişimciler, işletmelerini değişen şartlara daha iyi hazırlarken diğer taraftan da sosyal ve kültürel hayatta daha fazla rol almaya başladı. Ekonomik gelişme ile birlikte kültürel ve sanatsal faaliyetlerinin önemi daha çok fark edilmeye başlandı. MÜSİAD, ekonomik kalkınmanın kültürel gelişme ile birlikte olması gerektiğini her platformda vurguluyor. MÜSİAD, her iki yılda bir düzenlenen Uluslararası MÜSİAD fuarlarında sanat sergileri açarak bu sergileri bir gelenek haline getirdi. Ayrıca Genç MÜSİAD ve Uluslararası Teknolojik Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Vakfı'nı (UTESAV) destekleyerek sosyal ve kültürel projelerinin yanında olmaktadır. Diğer bir önemli konu ise, MÜSİAD'lı işadamlarının 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı'nda da aktif olduklarını ve bu konuda önemli çalışmalara imza attıklarını vurgulamak isterim.
MÜSİAD olarak, kültür ve sanat faaliyetlerini medeniyet yolculuğunun vazgeçilmezleri olarak görüyoruz. Kültürel ve sanatsal gelişme şüphesiz bir bilinç ve eğitim işidir. Bu bilincin kazanılması için topyekün ülke olarak, tüm kurum ve kuruluşlar, özellikle de sivil toplum kurumları sanatsal faaliyetleri teşvik edip özendirmeli ve sanatçıları desteklemeliler. Ancak bu şekilde kültürel bir derinleşme sağlayıp, kültür ve sanatı ekonomik kalkınmanın kalbine yerleştirebiliriz."
Erol Yarar/Lezzo Gıda Genel Müdürü: Kurum olarak bir kültür politikamız yok
"Sanatın olabilmesi için öncelikle bir medeniyet olması lazım. Medeniyet de zenginlikle ilgili. Zengin olmayan toplumlarda sanatın gelişmediğini görüyoruz. Çünkü sanatçıya dünyanın her yerinde destek olan zengin insanlardır. Michelangelo gibi birçok sanatçı bir ailenin hamiliği altında sanatlarını icra edebildiler. İkincisi, bu sanattan anlayan ve talep eden bir toplum olması lazım. Medeniyet olamayan toplumlar, dünya çapında bir sanat ortaya koyamamışlardır. Hat sanatının Osmanlı'da gelişmesinin nedeni budur. Saray tarafından benimsendiği, desteklendiği ve İstanbul eliti tarafından talep edildiği için hattatlar yazdıkları eserlerin karşılığını alabilmiş, itibar görmüşlerdir ve sanatlarına devam etmişlerdir.
Şimdi toplumumuz yeni yeni kendine geliyor. Para kazanmaya başladı. Sanata ilgi de başlangıç aşamasında. İlk başta zaten gösteriş için başlar bu işler. Ben sanatı çocukken evinde gören biriyim. Eniştem hattattı, bir başka akrabam ney üflerdi. Bir dönem kendim fotoğrafçılık yaptım, piyano çaldım. Hat koleksiyonum var.
MÜSİAD başkanlığım döneminde, fuar yaptığımızda fuarın bir bölümünü sanatçılara ayırdı. Hattatları, tezhip ustalarına, sedef kakmacılar, ebrucular eserlerini gelip sergilediler. Amacımız sanata sahip çıkmaktı.
'Neden bizde kültür-sanata yatırım yapılmıyor?' diye sorduğumuzda öncelikle nerede olduğumuzu bir kere bilmemiz lazım. Biz kopmuşuz bu işten. O seviyeye belki bir-iki nesil sonra geliriz. Biz şu an 80 sene önce yazılan şiiri anlayamayan bir toplumuz. Sanatta süreklilik önemlidir. Biz kendi kültürümüzü kaybettiğimiz için sürekliliği de kayboldu. Hattat Hamit olmasaydı bugün belki hiç kimse hat bilmeyecekti.
Türkiye'de iki kesim var; biri caz festivali düzenliyor, İstanbul festivali denildiği zaman batı ağırlıklı bir yapılanma görüyoruz. Cumhuriyetin oluşturduğu varlıklı kesim, hedef olarak batı gösterildiği için o kesim sürekli batı değerleriyle özdeşleşen kültür sanat faaliyetleriyle ilgilendi ve bunları destekledi. Muhafazakar kesim ise köyden kasabadan geliyor, sanattan bihaber. Uzun hava, saz söz, horon biliyor... Ama İstanbul kültürüne sahip çıkması bekleniyor. Osmanlı medeniyetinin kültür ve sanat faaliyetlerinden bahsediyorsunuz. Kim sahip çıkacak bunlara? Annesinin babasının yanında hiç adını duymamış, eğitimi görmemiş insana siz hat sanatı diyorsunuz. İnsanların nereden geldiklerini tespit etmeden niye derseniz yanlış bir tespit yapmış olursunuz.
Biz sanatı kendi çevremizde şöyle gördük; iki boyutu var. Sanatkar olup bir sanatla iştigal etmek. Sanat faaliyetlerinde olan arkadaşlarımıza destek olduk. Sedef işleme sanatı yapan Hilmi Emekli, dünyada şu anda bir numara oldu. Piyalepaşa Cami imamıdır. Sanatına talep edebilecek bir çevreyle tanıştı. Belki 100 yıl sonra 13 sedef ustasının sürekli çalıştığı bir atölye oluşturduk. Sedef sanatında bir atölye haline gelebilmemiz büyük bir olaydır aslında. Niye klasik bir sanatımızı dünyaya açıyoruz ve tekrar liderliği ele alıyoruz. Arkadaşlarımız evlerine hat almaya başladılar, önemli bir hattata MÜSİAD'a hat yaptırdık. Şimdi dünya çapında hattatlar var. Sanatçı eserini yapınca talep edecek kimse yoksa nasıl gelişecek?
Şirket olarak büyük bir kültürel projemiz yok. Daha kurumsal, MÜSİAD içinde yaptığımız faaliyetler var. Türkiye'de kurumsal olarak sürekli faaliyet yapan İKSV'dir. Başka faaliyet yok. Bazı bankalar, kendi PR faaliyetlerini yönetmek için, sanatı sevmek değil bu, sanatı sevmek ayrı bir şeydir, kurum sanatı sevmez, kurumdur o. Sanat insani bir şeydir, ferdi bir şeydir. Kurum ise o ferdi faaliyeti kendi tanıtımı ve ürünlerine talep açısından prestiji açısından önemli olacağına inanıyorsa buna kendi işine geldiği için bir PR faaliyeti olarak bakıyor. 'Falanca kurum sanata sahip çıkıyor' denilince, 'Ne kadar kalite bir şey yapmış.' oluyor. Bu çok batılı bir bakış açısı. Sanatla ilgili faaliyetleri kendi imajını oluşturmak için yapmak, sanatı sevmek değildir. Kendi işine geldiği için ilgileniyorlar. Benim elimde şunu tablosu var. Kimin tablosu anlıyor musun? Hayır. Bu biraz gelişmemiş bir bakış açısıdır. Sevmekle alakası yoktur bunun, kendi amacı için sanatı kullanmak vardır. Tabi bunun da sanata bir katkısı var. Dünyayı riyakarla imar etti diye bir söz vardır. Yani gösteriş yapmak isteyen insanların dünyayı imar ettiler.
Peki nasıl olacak? Fertler sahip çıkarsa sanat gelişir. Türkiye'de iyi rejisör yok, üstadı yok. Niye, çünkü film bizim öz sanatımız değil. Hollywood yapıyor bu işi. Türkiye'deki yönetmenlerin üstadı kim? Dünyadaki çapı ne?
Türkiye'de film endüstrisine güvenemiyoruz
"Biz usta yönetmeniz, siz parayı verin biz çekelim.' Diyorlar. Filmin kalitesine baktığımız zaman dünyada esamesi okunmuyor. Niye Çağrı filmi çok başarılı oldu? Çünkü dünya çapında bir yönetmen yönetti ve dünya çapında oyuncular oynadı. Filmden Mustafa Akkad'ı, Antony Quin'i çıkarın o film olmaz. Türkiye'de film endüstrisine güvenemiyoruz. Dünya çapında paralar isteniyor, dünya çapında olmayan oyuncular için. Bu olmaz. Ama bizim dünya çapında hattatlarımız, ebrucularımız, tezhipçilerimiz var. Dünyanın en saz sanatçıları Türkiye'de. Kendi sanatınızdan kopup da başkalaşmaya çalıştığınızda acemi oluyorsunuz. Bugün bir batılı bile Türk hattatının eserini almak zorunda. Amerikalı bir sanat yatırımcısı hat almak istediğinde gelip Türkiye'den alacak. Bunu oluşturmak esastır. Yoksa gidip başka deplasmanda oynar gibi fikriyatını ve alt yapısını oluşturmadığınız sanatla ilerleyemezsiniz. Hollywood gibi stüdyolarımız mı var? Para olunca her şey olmuyor. İyi bir yönetmenin ya da oyuncunun yetişmesi için 30 yıl lazım en az. Sanatın gelişmesini istiyorsak, önce insana yatırım yapacağız. Dünya çapında okullarımız, sanatçılarımız olmadığı sürece, bu iş usta çırak ilişkisinde yürür."
Beşir Ayvazoğlu/Yazar: Vehbi Koç emimin sanattan anlamıyordu ama çocukları kültür sanata yatırım yapmanın önemini kavradı
Yüksek kültür ve sanat zevki parayla alınabilecek bir şey değildir; en iyi okullarda alınan eğitimin bile yeterli olabileceğini zannetmiyorum. Bir kütüphanenin içinde doğan, evin duvarlarındaki sanat değeri taşıyan tabloları, hatları vb. seyredip kaliteli müzikleri ve yüksek seviyeli sohbetleri, tartışmaları dinleyerek yetişen, en iyi okullarda okuyup erkenden bir veya birkaç yabancı dil öğrenerek dünyaya açılan çocuklarla, hayata bütün bunlardan mahrum başlayanlar arasındaki fark neyse, kökleri Osmanlı seçkinlerine dayanan veya Cumhuriyet'in ilk yıllarında devletin imkânlarını tepe tepe kullanarak zenginleştikten sonra müreffeh hayatına estetik bir boyut kazandırma ihtiyacı hisseden burjuvazi arasındaki fark da odur.
Anadolu Kaplanları, adı üstünde, Anadolu çocuklarıdır ve çoğu son derece zor şartlarda hayata tutunmuş ve başarılı olmuşlardır. Henüz kültür ve sanat deyince köylerinde ve kasabalarında gördükleriyle yetiniyor, onları şehre taşımak istiyor, bir tabloyu dudak uçuklatıcı bir fiyata satın almayı, bir sanat ve kültür faaliyetine sponsor olmayı pek akılcı ve lüzumlu görmüyorlar. İsteseler de, bilmedikleri bir piyasanın şartlarında yanılmaları veya yanıltılmaları kuvvetle muhtemeldir. Bu sebeple "estetik" ihtiyaçlarını, yeterince eğitimli olmadıkları için çok güzel buldukları "kitch"lerle tatmin ediyorlar. Ama bu ilânihaye böyle devam edecek değildir. Vehbi Koç, eminim sanattan hiç anlamıyordu; ama çocukları sanata ve kültüre yatırım yapmanın hem hayatlarını zenginleştirdiğini, hem prestij kazandırdığını, hem de ekonomik değer ürettiğini çok iyi biliyor.
Anadolu Kaplanları'nın çocukları, çocuklarının çocukları daha iyi okullarda okuyacak, dünyaya daha açık olarak yetişecek. Onları sanat ve kültür konusunda babalarından, dedelerinden daha duyarlı olacaklarından şüphem yok; üstelik kendilerini bağlı hissettikleri bu toprağın ve toprakta yeşermiş medeniyetin imkânlarını kullanarak dünyaya daha farklı şeyler söyleme, yeni alternatifler, yeni duyuşlar, yeni fikirler sunma şansına sahip olacaklar. Sevgili dostum Ekrem Dumanlı'nın şikâyet ettiği durum da böylece ortadan kalkacak.
Bu bir süreçtir; sosyolojik bir altüst oluş yaşıyoruz. Sular durulduğunda manzaranın değiştiğini göreceksiniz. Tabii bunları söylerken muhafazakârlığın tabiatından kaynaklanan problemleri göz ardı etmiyorum. Öteden beri geliştirmeye çalıştığım "yaratıcı muhafazakârlık" fikrinin bu problemleri aşmaya yönelik olduğunu söyleyebilirim. Ama bu elbette çok ayrı bir tartışmanın konusudur."
Mustafa İsen/Cumhurbaşkanlığı Genel sekreteri; Kültür Bakanlığı eski Müsteşarı:
Muhafazakar kesimde şehirli kültürün teşekkül etmesi lazım
Bu konu, bizim de zaman zaman entelektüel çevrelerde, arkadaşlarımızla konuştuğumuz, gündeme getirdiğimiz bir mesele. Bu konuya son zamanlarda iki değerli kalem dikkat çekti; biri Ekrem Dumanlı Bey'in geçen cumartesi yazdığı yazı, diğeri Cüneyt Ülsever'in peş peşe yazdığı iki yazıydı. Bence ikisi de çok önemli ve büyük oranda ortak noktalara dikkat çekiyor.
Toplumsal hayatı belirleyen temel konular vardır; mesela politik alan bunlardan biri, ekonomik alan bunlardan biri, sosyal ve kültürel alan bir diğeridir. Toplumu sağlıklı şekilde yönetmek isteyenlerin bu üç alanda da yetkin etkinlikleri olması gerekir. Muhafazakar kesimin daha yoğun bir şekilde birinci alanda ve ikinci alanda aktör olarak yer aldığını görüyoruz. Sosyo-kültürel alanda ise hemen hemen hiç yoklar. Ben biraz meseleye şöyle bakıyorum: Özellikle politik alan işin biraz sel kısmıdır. Kum kısmı, yani kalıcı kısmı büyük oranda sosyal ve kültürel alanda gerçekleştireceğiniz yatırımlar ve ortaya koyacağınız ürünlerdir. Ama bana göre bunun sebebi şu: Muhafazakar kesimde, öncelikle bir şehirli kültürün teşekkül etmesi lazım. Bu şehirli kültürün, hem sanatçıları hem de onu destekleyecek o kültürü oluşturması gerekiyor. Bu, bugüne kadar çok oluşmadı. Şimdi yavaş yavaş teşekkül ettiğini söyleyebiliriz. Beraberinde tartışmalar da geldi. Kanaatime göre Türkiye'nin geleceğinde sosyo-kültürel hayatı dolduracak en önemli bakış açısı, muhafazakar kesimin üreteceği, muhafazakar estetik çerçevesinde değerlendireceğimiz kültür-sanat yaklaşımları olacaktır. Muhafazakar estetiğin oluşumu noktasında Ahmet Hamdi Tanpınar'ı önemli bir figür olarak görüyorum. Tanpınar'ın ortaya koyduğu bakış açısının, bu meselelerde uygun bir çıkış noktası olacağı kanaatindeyim. Tartışmaları yerinde ve anlamlı buluyorum ama tartışmalarla kalmayıp arkasından da gereğinin yerine getirilmesi gerekiyor.
Örneğin bu işi teşvik edecek vakıf yapısına ihtiyaç var. Bugüne kadar yapılan çalışmalar ise fevkalade yetersiz. Özellikle taşrada ve merkezde çıkarılan birkaç kitap ya da dergi bu iş için asla yeterli değil. Sahne sanatları konusunda ciddi bir sorumluluk almak gerekiyor. Bu alanda muhafazakar kesim hiç mesabesindedir. Israrla üzerinde durduğum tavır, bunun bir estetik zemin üzerinde yükselmesi gerektirdiğidir. Burada gündeme getirdiğim mesele, ideolojik yaklaşımlar değil, estetik yaklaşımlardır. Unutulmaması gereken bir konu da şudur: Parayı kazanan birinci kuşakların kültüre ve sanata yatırım yapması dünyada sık rastlanan bir olgu değildir. Kültür sanatı, bir yaşama biçimi haline dönüştüren ikinci ve üçüncü kuşaklar böyle bir yatırım yapabilir."
Kudsi Erguner/Müzisyen:
Projemi Koç Vakfı destekledi, muhafazakarlara anlatsaydım kapıdan kovarlardı
"Bugün toplumun bir kesimi belli bir kültür anlayışı için epey bir yatırım yapıyor. Bakıyoruz, birçok büyük şirketlerin senfoni orkestraları, oda orkestraları, şefleri var. Ama bunun karşıtı olabilecek yani muhafazakar kesimin de ilgili ya da bağlı olabileceği bir kültür konusu var; o da, tarihi kültür mirasımızdır. Bence bugünün en önemli sorunu, tarihi kültür mirasıyla bugün arasında büyük bir uçurumun olmasıdır. Bu uçurumu bir an önce kapatmamız lazım. Bunu kimin yapacağı önemli değil. Bu boşluğu dolduracak kurumlar lazım. Çünkü bunlar ticari konular değil. Yani siz bugün 16. yüzyılın müziğini yaptığınızda ya da desteklediğinizde para kazanamazsınız, ama Türkiye kültür tarihimiz açısından olması gereken şeyler. Gönül isterdi ki, bir şirketin fasıl grubu olsun. Bu fasıl grubu da, gazino faslı yapmasın da, 15-16. yüzyılın müziklerinden bir fasıl tertip etsin. Ya da başka bir şirketin saz eserleri grubu olsun vs. Yapılabilecek birçok şey var aslında fakat Türkiye'de her şey tersine oluyor. Yani muhafazakar kesim, kendini Avrupai göstermeye çalışıyor ama onu da beceremiyor. Çünkü öyle bir kültür gelişimi yok. Bu sefer, senfoni orkestrasına Miraç kandili müziği yaptırmaya kalkıyorlar. Acayip bir şey ortaya çıkıyor.
Diğer taraftan sanatçılarımız da suçlu. Çünkü kültür ideali içinde değiller, kendilerine iş arıyorlar. O da bir sonuç vermiyor. Ortaya bir ideal koymak lazım. Biz hâlâ UNESCO'dan medet umuyoruz. UNESCO ne yapsın kardeşim. Bugün 40'ın üzerinde Mevlevi ayini var. İsmail Dede'nin, şair Osman Dede'nin, Itri Dede'nin, Zekai Dede'nin... Bunlar klasik Mevlevi ayinleri. Bunları bir grubun, en otantik şekilde çalıp okuması ve kaydetmesi lazım. Radyoevi korosu değil, bir Mevlevi cemaatinin yönetiminde yapılmalı. Bunun içinde o grubun toplanıp çalışması lazım. Bakıyorsunuz senfoni orkestrası bunun için finanse ediliyor ama böyle bir iş için kimse para vermiyor. 'Bunu yapacağım' diye ortaya çıkan arkadaşların da Mevlevilikle ilgisi yok. Kendine iş arıyorlar sadece. Muhafazakar iş adamlarının neden yapmadığına bakarsak, çünkü öyle bir vizyonları yok. Bu vizyonu da sanatçının getirmesi lazım esasında. Sanatçı ise kendisiyle meşgul. Para kazanıyım, şöhret olayım derdinde. Kültür ideali sanatçılarımızda da yok. Bu bir ideal meselesidir.
Bundan iki yıl bir çalışma yaptım. 17. yüzyılda İstanbul'da yaşamış, Rum bestecilerinin Osmanlı müziği formunda besteledikleri eserlerle ilgili. Bu projeyi Koç Vakfı destekledi. Projemi muhafazakar sermaye sahiplerine anlatsaydım, herkes beni kapıdan kovardı, 'bu adam kendine para kazanmaya uğraşıyor' diye.
Mesela İbrahim Bodur, kendini muhafazakar kesimin hamisi olarak gören bir adam. Güya hafızlara hamilik yapıyor, şirketine davet ediyor, hisse senedi veriyor. Ama bugün İbrahim Bodur, kalıcı bir çalışma mı yapıyor? Yok. Ne yapması lazım? Bence bir kurum ortaya koyup, kurumda hafızların kendinden sonra yerlerini dolduracak insanları yetiştirmesine önayak olmalıydı. Sonra Nuri Osmaniye, Süleymaniye kütüphanelerinde musikiyle ilgili binlerce eser var. Bu eserlerin hiçbirinin Latin alfabe transkripsiyonu yapılmadı. Devlet konservatuar kurmuş, meyhanelere çalgıcı yetiştiriyor resmen. Bir araştırmacı yetişmiyor. Halbuki bunları kurumların yapması lazım. Yıllar önce eski Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek'e dedim ki, '10-15 kişilik bir komite kurun, bu komite toplansın, el yazması eserleri çevirsin, senede 5 10 müzikle ilgili eseri kitap olarak bastığınızda büyük bir hizmet olur.' Ama yapılmadı. Muazzez Abacı'ya plak yaptı. Abacı'nın peşinde koşan Unkapanı'nda birçok plakçı var, bu devletin işi değil. Bir de şu var; kurumlar bekliyorlar ki, sanatçı gitsin kapısında dilensin. Bazen bakanlıktaki arkadaşlar bana geliyor: "Kudsi bey neden yaptığınız işleri bizimle paylaşmıyorsun." diyorlar. Bunun tersi olmalı. Kurumlar, bir projeyi üretmeli ve sanatçıya teslim etmeli. Oysa onlar gelsin kapıma dizilsin, ne olur bana para ver diye dilenmesini bekliyorlar. Şekil bu değil. Kurumların bir kültürel vizyonu olur, o vizyonu gerçekleştirecek sanatçıyı da kendi düşünür."
Ahmet Özhan/Sanatçı:
Menfaatlerinin zedelenmesinden korktukları için bize destek vermediler
"Ben 25 yıldır bu işin şövalyeliğini yapıyorum; geleneksel musikimiz dalında çalışıp duruyorum. Muhafazakar kesimin desteğini sadece bazı konserlerde bulunmalarının ötesine geçememiştir. Türkiye'nin önde gelen muhafazakar sermaye gruplarına destek istemek üzere ziyarete gitmişimdir. Şahsıma birçok övgüler, önüme konulan bir bardak çay ve arkasından kusura bakmayın demişlerdir. Çünkü Türkiye'de ters düşmemek için, ekonomik kayıplarının olmaması için beni geri çevirmişlerdir. Öz kültürümüzü, bizi biz yapan değerlerin tekrar ayakta tutunabilmesi için yapacakları desteği devlete ters düşme korkusuyla hiçbir zaman vermemişlerdir. En azından ben böyle bir destek görmedim. Bana en büyük katkı, gençliğimde edinmiş olduğum Ahmet Özhan ismidir, Cenab-ı Hakk'ın lütfudur. Am nasıl bir ironidir ki, muhafazarkarların korktuğu o devlet, bana sanat hayatımda en büyük desteği vermiştir. Bugün kurmuş olduğum tarihi Türk müziği topluluğu, benim tek başıma verdiği savaşı görerek devlet çatısı altında olması gerektiğini görerek onların teklifiyle oluşmuştur.
Niye sen başörtünle kamu alanına giremiyorsan, onlar da bu açıdan korkuyorlar. Devlet ihalelerine giremezler, para kazanamazlar. 25 yıllık bir zaman diliminden bahsediyorum.
Ülker Mozart günleri yapar, halbuki o sermayenin, o duruşun öyle bir kültür desteği olması lazım ki, herkesin dikkatini çeksin. Onların büyün davası Mozart günleri yaparak, sisteme entegre görünüp kendi menfaatlerine zarar gelmesinden korkarlar.
Ben bu davanın koşusuna çıktığım zaman ne ismim, ne cismim, ne evladım, ne hayalim ne yövmiyem, hiçbir şey düşünmeden çıktım. Tasvvuf t'si daha ortada yokken Don Kişot gibi ortadaydım. Hiçbir hesap yapmadan. Ama sadece bir davam vardı, öz kültürüm, manevi değerlerim mutlaka bu ülkenin bu milletin harcında olmalıydı. Onlarsız bir yere varmak mümkün değildir, inancı vardı. Bu sermaye kesiminin böyle bir derdi yoktur, bunlar sadece kazanmayı düşünür. Sömürerek büyümeyi düşünür, başka bir şey düşünmez. Maalasef üzülerek söylüyorum. Dünyada artık öyle bir zamana geldik ki, muhafazakar olan, olmayan diye bir şey kalmamıştır. Akıl vardır; akıl çağına gelmişizdir artık. Ortak payda bütün değerlerin kesişmesidir. Maneviyatız, moralsiz hiçbir şeyin olmayacağını herkes anladı. Ekonomik desteksiz de moralin olmayacağını herkes anladı. Demek ki akıllı olma zamanı. Menfaatlerinin zedelenmesinden korktular ve bize destek vermediler."
Peyami Gürel/Ressam:
Muhafazakar ya da modern işadamı ayrımı yapmak doğru değil
"Meseleyi, muhafazakar veya modern işadamı ayrımı olarak algılamanın yanıltıcı olacağını düşünüyorum. Nice modern işadamları var, son derece muhafazakar, değerlerine bağlı ve hatta dindar... Nice muhafazakar işadamları var, son derece acımasız, lümpen ve de dindar görünümlü... Mesele, birilerinin sermaye sahibi burjuva olarak sınıf bilinci ve olgunluğuna erişmiş olup olmadığı ile alakalıdır. Önemli olan salt bir sermaye, güç artırımı ve zenginlik değil, bir yaşam tarzına sahip olmaktır. Ülkemizde bu tür bir sermaye grubu henüz oluşumunu sürdürmektedir. Sanayi ve ticaret sermayesinin gelişmesi şunun şurasında 35-40 senelik bir maziye sahiptir. Bunun iki temel nedeni vardı. Birincisi, Cumhuriyet öncesi dönemde merkezi otoriteye rağmen veya karşın bir sanayici/yatırımcı sermaye grubunun oluşması pek mümkün olamamıştır. İkincisi, Cumhuriyet sonrası merkezi otoritenin isteğiyle ve hatta iteklemesiyle hem nispi ticaret sermayesinden devşirilen hem de merkezi otoriteye yakınlıkla işlerlik kazanabilen sanayici oluşumuna gidilmiş olmasıdır.
Her ne kadar, bu iki temel nedene eklenebilecek birçok yan gerekçeler olsa da (büyük ve güçlü aileler, uluslararası sermaye hareketleri, gayri müslim ticaret sermayesi, büyük şehirlerdeki eğitim düzeyleri, vb) bu iki temel neden ve hatta belki de zorunlu deformasyon bizdeki sınıflaşma bilinç ve süreçlerini ciddi ölçüde geciktirmiş ve farklılaştırmıştır.
Bu sürece biraz yukardan baktığımızda, aslında ülkemiz bu süreçleri mevcut dinamizmi ve birikimi ile yine de oldukça süratli bir şekilde katetmektedir. Sermayeler el değiştirmekte, hem metropollerde hem de Anadolu'nun büyük şehirlerinde ciddi, yerli, özgün ve uluslararası rekabet için donanımlı bir sermaye kesimi oluşmaktadır.
Ve bu kesimler için öncelik iktidar mücadelesidir. Ve bu da çok doğaldır...
Ticaret, siyaset ve eğitim ve tabi medya iktidar mücadelesinin temel araçlarıdır. Kültür ve sanat ise iktidarın pekiştirilmesinin araçlarıdır. Yani daha yolun başındayız...
Elbetteki, bu ardışık bir süreç değildir ancak öncelikler çok açık ve nettir. Ayrıca bu kesimlerin ikinci kuşak temsilcileri iyi eğitimli ve donanımlıdır. Kendi yaşam tarzlarını oluşturmaya başlamışlardır. Bu yaşam tarzları inanç, ideoloji ve tükettikleri nesnelere kadar yansımaya başlamıştır. TV veya medya organlarında tartışılan (siyasi, sosyal, kültürel, tarihi vs) birçok konunun arka planında başka ne olabilir ki?
Bütün bunlar, keskin bir iktidar mücadelesi ve oluşan yeni yaşam tarzlarının meşruiyet sancılarıdır. Ve bu süreçte yavaş yavaş kültürel yaşam ve sanata yatırımın öncülleri ve örnekleri (henüz cılız da olsa) görülmeye başlamıştır. Çünkü artık pekiştirilmesi ve güçlendirilmesi gereken muhkem alanlar vardır.
Peki bu yeni yaşam tarzları ve yeni sınıf bilinci nereye doğru evrilir?
Hiç kuşkusuz, uluslararası kültürel etkileşimlere açık, yerli, gelenekle bağlarını koparmamaya çalışan ama bir o kadar da özgün ve hiç öngörülemeyecek ve yeniliklerle dolu bir içeriğe doğru evrilmesi çok muhtemel gözüküyor.
1- Uluslararası kültürel etkileşimlere açık olacak, çünkü iktidar ve yaşam tarzının uluslararası meşruiyeti buna bağlı. (kabul et, kabul gör � tanı, tanın � bil, bilin ) Sen Rachmaninof'u tatmasını bil ki, o da senin sunduğunu tatsın.
2- Gelenekle bağlarını koparmayacak, çünkü yenilikçi ve taze bir güç olmasına rağmen kadim olanla irtibatı kesmenin kendisini zayıflatacağını biliyor olacak. Ancak bu bağ ve kadim birikimi kendi iktidar pozisyonuna göre modifiye edecek, yenilemeye çalışacak ve yeniden yorumlanmasını isteyecek.
3- Ve hiç öngörülemeyecek yeniliklere açık olacak, çünkü mevcut sanat ve kültür kategorileri içinde yenilikler olmasını isteyeceği gibi (cebinde uluslararası bir rekabet kozu olarak tutmak için) yepyeni kategoriler ve bileşimler arzulayacak.
Yani önümüzdeki on yıllar ilginç ve güzel gelişmelere gebe.
Ruhi Ayangil/Türk Müziği Sanatçısı:
Mozart'ı desteklediğinizin onda biriyle bizi destekleyin
"Muhafazakar kesim veya bunun karşısı olan kavram nedir, gayrı muhafazakar kesim mi? Muhafazarkarlık kavramı algılayıştan algılayışı değişir. Sağ her zaman muhafazakar mıdır, sol her zaman ilerici ve değişimci midir? Bir kere bu kavramları gözden geçirmek lazım. Bu sular bulanık sular...
Bir kere ben muhafazakar bir adam değilim. Altı yaşından itibaren son derece sıkı bir İslami terbiye ve bilgi birikimiyle yetişmiş ve yetiştirilmiş Osmanlı ailesinden geliyorum. 21. yüzyılda yaşıyoruz artık, kavramların herkes tarafından gözden geçirilmesi, lazım. İnanç sistemlerine bağlı bir takım ticari faaliyetler olabilir, bunu da anlayabilmiş değilim. Sermayenin sağcısı, solcusu, Müslüman'ı, gayri müslimi ayrıştırmak her zaman mümkün değildir. Sermaye sermayedir. Kâr güdüsüyle hareket eder. Az kar edersiniz, çok kâr edersiniz, ticari ahlaki kendinize şiar edinirsiniz, bu başka bir şey. Bir gayri müslüm de, Müslüman olan kişi de ticari ahlakı kendisine şiar edinebilir. Olması gereken budur. En üst emir, edep emirdir. Herkes bu emre uymalıdır.
Burada sadece muhafazakar bir sermayenin ya da onların bir alan boşluğu bıraktığı tespiti her zaman doğru değil. Türkiye'de büyük bir kültür-sanat yahut ilim irfan hayatının destekleme konusunda önemli bit boşluk var. Bu ister muhafazakarlar kesimden kaynaklansın, ister gayri muhafazakar kesimden kaynaklansın, fark etmez. Burada bilmemekten kaynaklanan, yabancısı olduğu alana ilgi göstermemek ya da göstermek istememekten kaynaklanan bir tavır söz konusu olabilir.
Sermaye sahipleri kendi kültürel tercihlerinin yansımadığı alanları desteklemek istemiyor. Veya destekledikleri zaman yanlış algılanacaklarını varsaydıkları alanları da desteklemiyorlar. Buna tutucu veyahut, Müslüman sermaye dahil. Çok net bir örnek vereyim. Ülker Türkiye'nin en büyük kurumu ve muhafazakar kesimde yer aldığı varsayılan bir firma.
Kendileri bunu reddediyor ama, işte sorun da bu zaten. Korkunun ecele faydası yok. Bunu kendileriyle de tartıştım. Şahsımda birebir örneği yaşadım. Bugün Ülker'in bir fetret devrinde olduğunu söylüyorum. 21. yüzyılın yeni fetret anlayışıdır bu; siyasi sistemden, kültür-sanata bir fetret dönemi yaşıyoruz, bu karışıklıktan ve bir felah bulunmaya gayret ediliyor.
Ülker bana üç yıl önce müracaat etti ve 'Ülker olarak sizi ve çalışmalarınızı destekleme kararı aldık, sponsor olacağız' dediler. Şaşırdım. Bir rüya. Ya benim başıma bir taş düştü, ya sizin dedim. Türk müziğine getirdiğiniz kalite, yenilikçi söylem, bunları önemsiyoruz dediler. Bir prova salonum, nota sehpam bile yok dedim. Her şeyini yapacağız dediler. Ben de Burgazada'daki inziva köşemden çıkarak prova yapacağım bir salon aramaya başladım ve nitekim buldum. Sonra yönetim değişti dediler ve orkestra koro için tuttuğum ve salonun parasının ödeyemeyecek duruma itildim, böyle bir destekten vazgeçtiler. Murat Ülker'e 'sizi aydın biri olarak görüyor ve verilen centilmenlik sözünün yerine getirilmesine davet ediyorum.' dememe rağmen bu iş kaldı böyle. Şikayet etmiyorum, bu bir örnek. Çünkü öyle yapmak zorunda oldukları sistemin bir gerekliliği olarak onlarda da zuhur etti. Koskoca Ülker firması, isminde Türk müziği olan bir faaliyeti sürekli destekler görünmesi onun çağdaşlık imajına halel getirecekti. Nitekim onlar Mozart günleri yaptı. Mozart'ı desteklemeyin, bizi destekleyin demiyorum ama ona verdiğiniz desteğin onda birini bize de verin.
Genel olarak baktığımızda bu tip sermaye sahiplerinin, (bunun solu sağı yok bence) Biliyorsunuz Ülker, ürünlerinin alınmaması konusunda bir kamuoyu dedikodusu söylencesi yaratılmış bir kurumdur. Ülker denince dinciler geliyor, ürünlerini almayın deniyor. Bugün hala böyle bir şey var.
Bunu kendilerine de söyledim, kimsenin arkasından konuşmuyorum, siz isterseniz amuda kalkın, isterseniz başınıza Godivayı, isterseniz Amerikan uyruklu birini getirin, Mozart günleri yapın, caz festivalini destekleyin, yani imajınız değiştirme konusunda toplumda ilginç bir direniş var. Toplumunki de saygıdeğer bir tutum mudur, hayır. Bu toplum önyargılara, sloganlara göre hareket eden edilgin bir toplumdur. Kendi kararlarını oluşturma konusunda hiçbir şahsiyete sahip olmayan bir midye toplumudur. Tek başına hareket eden amipler kadar şahsiyeti yoktur. Midyeler herhangi bir kayaya tutunur ve önünden akan suyun getirdikleriyle beslenirler. Orası temiz suysa akıntı midyesi olur, öte taraftan bütün artıkların tesirine açık hale gelir. Dedikodularla, güncel popüler politikalarla beslenen, sanat ve sanatçı olgusunu paparazzi bağlamında algılayan bir cemiyettir.
Bu ülkeye ilişkin doğru dürüst desteklenir, sistemden pay alır bir kültü-sanat olgusu 21. yüzyılda yaşamıyor veya yaşatılmıyor. Bunun arka planında bilinçli bir toplum mühendisliği olgusu yatmaktadır, bunu görmek lazım. Türkiye daima bu ikilimler içerisinde ne öldürülen ne ondurulan bir ülkedir. Siz bu ülkede adam yerine konmak, çağdaş ileri uygar etiketlerini yapıştırılması için Joseph Haydn ya da Mozart dinlemeniz lazım. Bunun ötesine geçemezsiniz. Mesela Krzysztof Penderecki'den bahsettiğiniz zaman adam biraz şaşalar, kimdi bunlar diye? Çünkü Mozart'ın adını 5 kere, Haydn'ın adını 3 kere duymuştur, ama Penderecki'yi hiç duymamıştır.
Öte yandan Modern Sanat müzesi açıp oradaki etkinliklere gittiğinizde çağdaş oluyorsunuz da ama Emin Barın'ın hat sanatına getirdiği modernizmin olgusunu tartışmaya kalktığınızda her iki kesimde de sağda solda da yukarıda da aşağıda da büyük bir boşluk olduğunu görüyorsunuz. Emin Barın ve Ali Toy gibi bu dönemin Karahisarisidir, hattat Rakım'ıdır, kim bunlardan haberdar? Belirli bir çevre. Hatta tahmin ederim, Ali Toy'un yaptığı hatlara bakıp müthiş bir estetik ve bir modern tavır yakalamış diyecek kim var? Modernizm ise modernizm, geleneksellikse geleneksellik. Gelenekten kopmayan onu yepyeni bir kalıba döken bir yaklaşım var. Bunlar arasındaki dengeleri kolayına kuramıyor insanlar.
Bunları geçelim, Beyazıt Devlet Kütüphanesi. Türkiye'nin en eski kütüphanesidir ama doğru dürüst bir konferans salonu yoktur, içinde tam donanımlı üç bilgisayar yoktur. Muhafazakar sermayeye çağrı buradan. Hadi, İsmail Saib Efendi'nin hafızı kütük olduğu kütüphaneye tam donanımlı muhteşem bir konferans salonu kazandırın. Ondan sonra Türkiye 21. yüzyılda çağdaş olacak. Geçin efendim bir kalemde. Sadece göz önünde bulundurulanlarla yetiniliyor. Sponsor olmak memleket için ardı arkasını sorgulamayacağın bir şekilde bilinçli bir şekilde yatırım yapmaktır.
Sanat olguları, algıları kitsch olan insanlardan bahsediyoruz. Sanatmış, kültürmüş gibi olan ama aslında olmayan makyajlı bir şeyden bahsediyoruz. Bunlar yapılabilir halk sanatıdır ama bunu siz yüksek Türk sanatı olarak lanse edebilir misiniz?
Koskoca Emin Barın'ın koskoca koleksiyonu satıldı, kimsenin haberi yok. Niçin bir Emin Barın Hat Müzesi yok bu ülkenin. Neden bir Mimar Sinan Müzesi yok. Devletin rolü, proje hazırlayarak sermaye sahiplerini yönlendirmesi lazım. Muhafazakar sermaye sahiplerine yakışan projeler olurdu. Sanat dünyada böyle yaşıyor, köylü algısını değiştirmeye yanaşmıyor kimse, köylü olmak ayıp değil, köylü kalmak ayıp. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, Mimar Sinan, Ahmet Karahisari, Elmalılı Hamdi Efendi bunlar köylüydü. Ama bunlar o yüksek kültür çevresine girdikten sonra dünya çapında eserler vermiş tek medeniyet insanlarıydı. Bunun sağı solu muhafazakarı olmaz. Sermayenin görgüsü vardır, varoşu vardır, akılsızı, kültürsüzü vardır. Böyle sınıflamak lazım. Zekai Dede Efendi'nin eserlerinden niçin 20 adet nitelikli cd bulamıyoruz sorusunu soran bir sermayedar, bu ülkenin en saygıdeğer sermayedarıdır."
Mesut Uçakan/Yönetmen:
Sanat, muhafazakarlar iş adamları için bir garnitür hüviyetinde
"Sponsorluk, sanatı besleyen ana damarlardan biri. Sanatsal kaygılardan uzak olanlarda bu damarlar genelde tıkalı olur. Sorun da burada bence. İş adamlarımız ve siyaset adamlarımız, şahsî planda sanata uzak. Sanat onlar için hayatın vazgeçilmez bir unsuru değil, adeta bir garnitür hüviyetinde. Bunu bilhassa sağcı �muhafazakar iş adamı ve siyasetçilerimiz için söylüyorum. Sanata yakınlık, metafiziğe, hakikat hissine, fikir sorumluluğuna, estetik duyarlılığa da yakın olmak demektir. Ama onlar artık yakın değil. Onlar artık, politik ve ticari beklentiler içerisinde. Sanatı da bu beklentiler çerçevesinde değerlendiriyorlar. 10-15 yıl öncesine kadar böyle değildi. Tamam, sanata çok da ilgili değildiler; ama idealisttiler, en azından fikri hassasiyetleri vardı; tebliğ kaygıları çok daha yoğundu ve bu, sanat hayatında kimi desteklere yol açabiliyordu. Şimdi bu da kalmadı. Çoğunlukla sekülerleştiler. Kapitalistleşme sürecinde onlar da artık, sanata çıkarlarına uyduğu müddetçe yer veriyorlar. İşin garip tarafı, bu "yerme verme" olayında da büyük ilgi, Müslüman sanatçılara değil, yine solcu sanatçılara yöneliyor. (Buradaki sol kavramını genelde İslam'la alakası olmayan bütün çevreleri ifade eder biçimde sembol olarak kullanıyorum.) Herhalde bu tercih bu ortamda çıkarlarına daha çok uyuyor olmalı. Çünkü, bunu yapmazlarsa medya onlardan yeteri kadar bahsetmiyor; imaj oluşturamıyorlar, isimlerini ya da mallarını satamıyorlar.
Sağ kesim, siyasette ve ticarette önemli ölçüde iktidara geldi, ama sanatta iktidar değil. Bunu onlar da görüyor. Kuşkusuz, bu tercihlerinde yıllardır hakim kültür karşısında duyulan ezikliğin önemi de büyük. Bu ezikliktendir ki sağcı bir sanatçı, sol medya tarafından desteklendiğinde sanki icazetini almış gibi kutsanır. Sağ, sol çevreyi �bilhassa sanatta� hep taklit eder. "Bakın ben de sizin gibi yapıyorum demeye getirir, bu tavrıyla kendini gösterebileceğini sanır. (Sol da Batı karşısında eziklik hissi içerisindedir, o da onlara yaranmaya çalışır; ama o ayrı bir fasıl, geçelim.) Milli bakış açısına sahip, üretim ve dağıtım kanallarını oluşturmuş bir sanat ortamı oluşmuyorsa bence bundandır. Siyasetçilerimiz ve iş adamlarımız solcu sanatçıyı destekledikleri kadar, hatta onların yarısı kadar dahi bizleri destekleseler, inanın bu tür kanalları derhal oluştururuz. Ama hem buna destek vermezler; hem de bizden adam çıkmaz diye itham ederler, mazeret getirirler.
Olaya eleştirel bir noktadan baktığımızda durum bu. Elbette kızılacak bir durum. Ancak, makro bir açıdan baktığımızda buna kızamıyoruz. Çünkü, bu toplumsal bir süreç. İslamî hassasiyet bu dönemde uzun yıllar hırpalandı, çok dövüldü. İlkelliğin göstergesi olarak sunuldu. Varlığını siyasette ve ticarette yeni yeni gösteriyor, yeni yeni kendi müesseselerini oluşturuyor. Bu oluşum, henüz sanatı yeteri kadar içine alabilmiş değil. Umud ediyorum ki o dönem de gelecek. Milli ve dinî duyarlıklı sanat, yeteri kadar desteklenecek, hatta ülke sanatına ve sanat sektörüne hakim olacak. Acıyı çekmekle kalanlar bizler olacağız. Bizler, yani arada kalan nesiller. İbdâ ve inşâ döneminin " Kunta kinte" leri. Fatura bizlere çıkacak. Nitekim çıkıyor da. Tek temennim, kendine hazır bir evde bulacak olan gelecek neslin, o evi inşa edenlerin çektikleri acıları unutmaması.
Yaptığımız işin pahalılığı ve üstüne üstlük kültür-sanata yatırımın azlığı yüzünden kaç yıl sinemadan uzak kaldığımı ve hâl^^a ne sıkıntılar çektiğimi kamuoyu biliyor.
Necip Fazıl'ın "Para" piyesini ve diğer kimi eserlerini, "Aşk Ve Put" isimli Ahmet Yesevi'yi anlatan büyük bir projeyi, Mehmet Akif'i, Bediüzzaman'ı, İstanbul'un Fethi'ni konu edinen pek çok projeyi sponsor bulamadığım için hayata geçiremedim. Çok daha önemlisi özellikle son dönemde yaptığım "Anne Ya Da Leyla", "Anka Kuşu" gibi filmlerimi yeteri kadar parasal destek bulamadığımdan istediğim gibi çekemedim, ikisi de kuşa döndü. İkisi de eksik ve yarım çıktı. Bu yüzden de önemli bir karar aldım kendi kendime ve dedim ki: "Ben yönetmenim. Bir yapımcı teklif getirirse film çekerim. Elbette sinemayı bırakmayacağım; ama artık kendimi yırtarak, borçlanmayı düşünerek, Müslüman siyasetçilerine ve iş adamlarına güvenerek bir film yapımına girmeyeceğim, derme çatma finanslara işe girişmeyeceğim." Sanırım bu karar bile sorunuzun somut cevabı olmaya yeter.
lk sinema yapmaya kalkıştığımız 1975'li dönemlerde Müslüman zenginimiz azdı, var olanlar da bir proje hissesi satmak istediğinizde daha çok sinema haram iddiası ile yaklaşıyorlardı. Hiç araştırıp sormadan. Bu gerekçe onlardan kimilerinin işine yarıyordu. Haram mı değil mi, nereye kadar sinema yapılabilir? Şimdi bunu dillendiren yok. Ne bu hassasiyeti ciddi şekilde duyan bir sinemacı var, ne de iş adamı. Şimdikilerin mazeretleri daha çok filmcilikte para kazanmanın büyük risk olacağı noktasında. Şimdikilerin yanına giderken, işin manevi yönünü öne çıkarmaz, ticari riskinden söz etmez ve büyük kârlar vaat ederseniz, yüzlerce ortak bulabilirsiniz. Birkaç sene önce, mücahid tavrını gençliğinden beri çok iyi bildiğim bir iş adamı arkadaşıma filmimin finansmanını tamamlamak için ortak aradığımı, bunun için 1000 dolarlık küçük hisseler çıkardığımı söylediğimde önce dinlememeye çalıştı, başka şeylerle meşgul oldu ve ısrarımı görünce dayanamadı açık açık şunu söyledi bana: "Yahu kaç para istiyorsun Uçakan? 400 bin dolar mı? Bunu 6 ay içersinde 450 bir dolar yapıyor musun, hemen verelim? Gerisi laf, bırak bunları!" Şok oldum tabii, ama genel de artık mantalite bu. Bu parayı kazanmak ya da kazandırmak zorundasın, istersen Recep İvedik çek, umurlarında bile değil."
Mahmut Fazıl Coşkun/Yönetmen:
Bank Asya'nın 'Uzak İhtimal'e sponsor olması ümit verici
"Bugünlerde İstanbul Bienali'nin slogan olarak kullanmasıyla yeniden gündemimize giren 'İnsan ne ile yaşar?' sorusuna vereceğimiz cevaplar hayata yüklediğimiz anlamları belirgin kılacaktır. Bu cevapların içinde kültüre, sanata, felsefeye ilişkin yanıtlar yoksa hayatı dar bir fizik dünyaya hapsediyoruz demektir. Derin düşünüşle, duygu haliyle temas etmeyen insanlar topluluğunun hayatı da aynı tekdüzelikle, sıkışmışlıkla devam edecektir. Hayatın bu fiziksel daralmasından çıkabilmenin tek yolu şiirdir, sinemadır, kültürel üretimlerdir. Ben şahsen kendi dünyamı genişletebilmek, bir özgürlük alanı açabilmek için çaba sarf ediyorum. Sinemacıların, edebiyatçıların, kültür adamların bu çabaları halka halka genişleyerek bu ülkedeki herkesin özgürlük alanını açacaktır.
Peki bu çabaya en duyarsız kesimlerin muhafazakarlar olması ilgi çekici değil mi? Muhafazakar sermaye bana kalırsa günlük kazanımları, somut ticari başarıları her şeyin önüne koymakla kendi varoluş dünyasını da daraltıyor. Yarınlara kalacak olan ticari başarılar değil, derin ve köklü kültürel üretimlerdir. Bugün sinema dediğimizde, müzik festivalleri dediğimizde hep aynı kurumlar aklımıza geliyor ve bunların içinde muhafazakar sermaye yok. Bank Asya'nın "Uzak İhtimal" filmine sponsor olması ümit verici. Film yapmak arzusunda olan pek çok yönetmen arkadaşımızın böylesi katkılara büyük ihtiyacı var. Sinema yüksek bütçelerle yapılabiliyor. Henüz anlatılma imkanı bulunamamış onca hikayemiz varken sinemaya destek olacak kurumların olmayışı bu ülke için trajik."
Rafi Portakal/Müzayedeci:
Para ve iktidar gelip geçiyor, bir tek kültür sanat kalıcı
"Bunun en iyi örneği Sakıp Bey'dir. Sakıp bey, sanat eserlerine buna dilerseniz yatırım deyin, dilerseniz sevgi, dilerseniz düşkünlük ama önem verdi. Sakıp bey, gibi örnekler olmasaydı bugün bu soruyu 10 yıl sonra sorardınız. Süreci çok hızlandırdı. Sergileri, kurulan hat müzesi, güvenilirliği, akıllı kişi olması süreci kısalttı. Ama yeter mi, asla yetmez. Resim alan muhafazakar işadamları var ama çok kısıtlı. 40 yaş civarı gençler... Bilgime güven duyanlar gelip paylaşıyor. Kolay bir süreç değil. Daha çok hatta ilgi gösteriyorlar. Camilerin figürlerinin yer aldığı resimleri ya da peyzaj alıyorlar. Her şeyin gelip geçtiğini görüyoruz; paralar, iktidarlar ve diğer kuvvetler... Bir tek kültür sanat kalıyor. Hat da, resim de heykel de bale de müzik de sanatın bir parçası... 20. yüzyılı hadi es geçtik. 21 yüzyıla bari bir şey koyalım. Çağdaş resim alanında Türkiye'de Bir hareket bir devinim var. Yalnız biz de yok, gözümüzü kapatmamak lazım. Çağdaş dünya resmini olabildiğince takip etmeye çalışıyorum. Diğer Müslüman ülkelerden; Mısır'da, Irak'da, İran'da, Lübnan'da, Suriye'den tahmininizin çok ötesinde kaliteli özgün sanatçılar olduğunu görüyorum. Bir de kitch işler yapılıyor. Yani resmin ucuna lale figürü ya da hat iliştirilerek geleneksel sanata atıf yapılıyor. Bunlar da yurt dışında çok ilgi görüyor. Bunlar bizi temsil eden eserler değil. Devlet büyüklerinden de rica ediyorum, hediye yaparken bunları dikkate alsınlar."
Kaynak: ZAMAN
SON VİDEO HABER
Haber Ara