Resmî tarih yalanlarının sonu geldi
Resmî ideolojinin insanların toplumsal hafızasını yok etmek için resmî tarihi kullandığını belirten sosyolog Prof. Dr. Ahmet Özer, Gelinen noktada tarihsel yalanların sonu geldi. Bu çağda gerçekler daha fazla saklanamaz” dedi.
17 Yıl Önce Güncellendi
2009-09-28 13:21:00
H.Hüseyin Kemal / Yeniasya
Kürt meselesi etrafında konuya sağlıklı bakıp bakamadığımız temel bir sorundur. Milliyetçi gözlüklerle insanların doğuştan sahip oldukları hakları değerlendirmek kaçınılmaz olarak sığlaşmayı beraberinde getirecektir. Bu süreci komplo teorileriyle süslemek ancak çözüm sürecine giden yola dikenler dikmek mânâsına gelecektir. Biz de bu süreci Hacettepe Üniversitesinde felsefe okumuş, yüksek lisansını sosyoloji ve siyaset felsefesi üzerine yapmış Süleyman Demirel Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Genel Sosyoloji ve Metodoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Ahmet Özer’e sorduk…
Kürt meselesi dediğimiz olguyu sadece Kürtlerin etnik milliyetçi, ayrılıkçı kanadına indirgemek doğru bir şey mi?
oğru değil elbette. Eğer bu sorun doğru bir biçimde tahlil edilmezse, alelacele ele alınıp çözülüyormuş gibi yapılırsa tam anlamıyla çözülemez, yazık olur. O halde çözüm için tam bir teşhis ve tahlil gerekir. Bu açıdan bakıldığında şunlar söylenebilir: Kürt sorunu; tarihsel, etnik, ekonomik, sosyal ve kültürel boyutları olan bir sorundur. Tarihsel boyutu var, çünkü bu sorun öyle dünden bu güne ortaya çıkmış bir sorun değildir. Türklerin bu coğrafyaya gelmesi ile, özellikle ortak dine sahip olmanın da etkisi ile, Kürtlerle Türkler birbiriyle ilişkilenmiş, bir çok konuda birlikte hareket etmiştir. Çok sonraları çıkar ve egemenlik kaygısı ile çelişkiler ve çatışmalar yaşanmıştır. Eğer bu tarihsel gerçeklik çarpıtılmadan, üzeri örtülmeden anlaşılmazsa bu sorun da tam olarak anlaşılamaz, sorun tam olarak anlaşılmadığı takdirde ise tam ve kalıcı bir çözüm üretilemez.
Böyle bir yaklaşım sorunun çözümünü nasıl bir yere taşıyor?
Sorunun tarihsel boyutu ile birlikte etnik ve kimlik yönü var. Kürtler tarihleri, dilleri ve kültürleri olan ayrı bir halktır. Eğer Kürtlerin yaşadığı bölgeler bir anda çok zengin ve kalkınmış olsa bile bu sorun ortadan kalkmaz. Çünkü orta yerde ayrı bir halk var ve bu halk bazı haklara anayasal güvence ile sahip olmak istiyor. Sorunun ekonomik ve sosyal boyutu da var kuşkusuz. Kürtlerin yaşadığı bölgelerin geri kalmışlıkla izah edilebilecek ekonomik boyutu tek başına bir neden olmamakla beraber sorunun büyümesine ve daha aşikâr hale gelmesine etki etmiştir. Kürt sorununun önemli boyutlarından biri de kültürel boyutudur. Kürtlerin kendi dillerini tam olarak kullanmamaları, dilde bilim, san'at, edebiyat yapamamaları ve yapmak için gerekli alt yapı imkânlarına sahip olamamaları büyük sorun teşkil ediyor. Yer ve insan isimlerinin fiiliyatta hâlâ yasaklara maruz kalmaları sorunu azdıran bir işlev görüyor.
Yani…
Kürt sorunu yukarıda sayılan bütün faktörlerin karşılıklı etkileşimi ile ortaya çıkan komplike bir sorundur. Çözüm için de bütün bunların birlikte senkronize ele alınması gerekir. Çünkü sorun bunlardan sadece biriyle kaim değil bunların hepsinin toplamı niteliğindedir. AB’ye katılmaya çalışan bir Türkiye’nin bunları görmesi ve bu sorunu özgürlükçü bir demokrasi perspektifi içinde çözmesi en uygun yol olarak görünüyor. Ülkedeki dinamiklerin bunu yapacak ve başaracak gücü var. Bununla birlikte bu konuda her iki tarafa da düşen sorumluluklar var. Bu yolculukta en önemli kavramlar empati, samimiyet, cesaret ve basiret olarak önem kazanıyor ve öne çıkıyor.
Bir sosyolog olarak Kürt sorununun tarihî gelişiminden koparılıp anlatılması nasıl bir sakınca doğurur?
Çözümü doğru yerde aramak lâzım, daha doğrusu doğru bir hat üzerinde ilerlemek lâzım, yanlış tesbit ve yollar bizi istenmeyen yanlış yerlere götürür ki bu da sorunu çözmemenin ötesinde enerjimizi boşa heba etmekten başka bir işe yaramaz.. Yıllarca tarihsel gerçek çarpıtılmış. Oysa dünü doğru bilmeden bu günü doğru anlamak mümkün değil. Bu günü doğru anlamadan güzel bir gelecek kurmak mümkün değil.
Örneğin Kürtlerle Türkler Malazgirt’te Romen Diyojen’e karşı birlikte savaştı, Çaldıran’da Osmanlı (Yavuz Selim) Şia tehlikesini (Şah İsmail’i) Kürtlerin (özellikle de Kürt İdrisi Bitlis-i sayesinde ve onun) yardımı ile durdurdu. Bu anlamda Malazgirt’i başlangıç sayarsak 7 asır, Çaldıran’ı başlangıç sayarsak 3,5 asır birlikte yaşadılar. Bu süre içinde Kürtler kendi ata baba topraklarında tamamen özerk bir biçimde yaşadılar. İpler Tanzimat’ta koptu. II. Mahmud’un Batı taklitçiliğine yönelik merkezileştirme politikaları Abdülmecit’le iyice gerildi ve Cizre-Botan’da Bedirhan’ın isyanıyla başlayan başkaldırı ile ipler koptu; II. Abdülhamid ilişkileri onarmaya çalıştıysa da İttihat Terakkinin Türkçü ve Turancı yaklaşımı sorunu onarılmayacak derecede tahrip etti ve bugüne getirdi. Cumhuriyetin ilk yıllarında din ve vatan uğruna yapılan ortak mücadele kurtuluştan sonra kimi vaatlerin yerine gelmemesi ile yeniden koptu ve isyanlar-bastırmalarla sorun günümüze kadar büyüyerek geldi.
Siz “yeniden inşa” sürecinden bahsediyorsunuz. Bunun olması için bir zemin oluşturmak gerekmiyor mu?
Zemin hattizatında I. Meclis ve 1921 anayasasında var. M. Kemal’in de katıldığı Amasya protokollerinde ve 1923 İzmit Basın toplantılarında da var. Çözüm bu mânâda farklılıkları bir zaaf ve ayrılma sebebi değil, bir zenginlik olarak gören ve herkesin hakkını hukukunu teslim eden bir birliktelikte yatıyor. Bu nedenle karşılıklı birbirini anlamaya çalışmak, samimiyetle çözmeye çalışmak, ve barış dilini hakim kılmak çözüm zeminine önemli katkı sağlayacaktır diye inanıyorum.
Askerin Kürt sorununun siyasî çözümü içinde birincil aktör olarak görülmesi bölge insanı üzerinde nasıl bir etki yapıyor?
Sorunun artık askerî bir mantıkla çözülemeyeceği anlaşıldı. Fransızların bir sözü var: “Bir sorunu birden fazla defa aynı metotla çözmeye çalışıp da çözemediğiniz takdirde ya sorunun bağlamını ya da kafanızı değiştireceksiniz” diyor. Yoksa çözemezsiniz. Kürt sorunu da 25 yıldır askerî mantıkla çözülmeye çalışılıyor. Bu sorunu çözdü mü, hayır. Ne yaptı? Bunun sonucu daha fazla acı ve daha fazla gözyaşı oldu ve üstelik sorun çözülmek bir yana daha da büyüdü, büyütüldü.
Artık bu zihniyet terk edilmeli. Yeni bir yol bulmalı. Bu yol da demokratikleşme yoludur. Ben yeni bölgeden geldim. Bölge insanı çözümsüzlükte direnenleri, savaş tamtamlarını çalanları af etmemenin ötesinde anlamıyor. “Bu güne değin 50 bin can ve bir trilyon kaynak yitirdik, bir 50 bin can daha mı yitirilsin, bir trilyon dolar daha mı gitsin isteniyor? Türkiye gelişsin, kalkınsın, demokratikleşsin istenmiyor mu?” diye soruyorlar. Şurası muhakkak ki umutla bekleyen bu halk, sorunu çözenleri yüreğine kazıyacak sorunun çözümüne direnenleri ise tarihin çöplüğüne süpürecektir.
Bölge insanının devlet tarafından büyük acılara maruz bırakıldığını biliyoruz. Sosyolojik olarak bu bölge insanında nasıl etki bıraktı?
Bir kere ortada 50 bin ölünün ötesinde boşaltılmış 4 bin civarında köy ve mezra var. 17 bin faili meçhul var ki bu devletin raporlarının verdiği rakamlar. İntiharlar, travmalar var. Diyarbakır Cezaevinin yaşattıklarının sebep olduğu sonuçlar var. En önemlisi yerinden yurdundan edilmiş, göç ettirilmiş 3,5 milyon civarında insan var. Bu insanlar can havliyle ve kimi zaman kurtuluş umuduyla, büyük umutlarla kentlere akın etti. Ancak kentlerde umduklarını bulamadı. Umutları kentlerin beton bariyerlerine çarparak tuzla buz oldu. İş, aş, barınma problemleri yaşadılar. Varoşlara savruldular, köylü olmaktan çıkıp kentli de olamadılar, arada kaldılar. Bu gün Türkiye’nin ister doğuda olsun ister batıda büyük kentlerin varoşlarına hakim olan bu insanî trajedidir. Bu gün bunun giderilmesi hem merkezî, hem de yerel yönetimlerin en başta gelen görevleri arasındadır.
Bölgenin acı çektiğini söyledik, peki bu acıya Türkiye’nin geneli nasıl ortak edilebilir?
Az önce belirttim. Acılar ortaktır. Gözyaşının ırkı ve rengi yoktur ve sorunu çözmeyi samimiyetle istiyorsak acılar arasında ayırım yapmamalıyız. Ayrıca bölgenin Diyarbakır, Van, Batman gibi kentlerinde yaşanan göç ve kaç hareketleri bir süre sonra Kuzey hinterlandında İstanbul, İzmit, Bursa gibi kentlere, Güney hinterlandında Adana, Mersin, Antalya gibi kentlere oldu. Ve sorunlar kılcal damarla kanın yayılması gibi bütün Türkiye’ye yayıldı. O nedenle diyorum ki eğer Van’ın, Batmanın, Diyarbakır’ın sorunlarını çözmezsek İstanbul’un, Antalya’nın ve Mersin'in sorunlarını çözemeyiz. Ve eğer bu mânâda doğu rahata ermezse batı rahat bulamaz. Çözüm de sorularda iç içe geçmiştir. Sorunlar da olduğu gibi çözümde de artık ortaklaşmanın zamanı gelmiştir.
Türkiye’de birçok kesimin zulme uğradığını biliyoruz. Devletin resmî ideolojiye sahip olması toplumun yapısı üzerinde nasıl etki bırakıyor? Bunun Kürt sorunu üzerinde etkisi nedir?
Resmî ideoloji bu sorunda resmî tarihi kullanmıştır. Resmî tarih, hâkim sınıfların bilinmesini istediği tarihtir. Tarihin, geçmişte yaşanmış olan ve iktidar sahiplerinin ihtiyaçları doğrultusunda kurgulanmış versiyonudur. Bu amaçla toplumsal bellek yok edilmek, toplum hafıza kaybına uğratılmak istenmiştir. Fakat resmî tarih oluşturmak bir başına amaç değildir, asıl amaç “resmî ideoloji” oluşturmaktır. Resmî ideoloji oluşturmak için resmî tarihi oluşturmak gerekiyor. Resmî tarihi oluşturmak, toplumun hafıza kaybına uğratılması, toplumsal belleğin, kolektif hafızanın yok edilmesi, bozulması, tahrif edilmesi, egemenlerin ihtiyacına uygun bir bellek imâl edilmesiyle mümkün olur. Toplumsal hafıza toplumsal kimliğin en temel yapı unsurudur; bu yüzden olsa, “İktidar gizlemesini bilenindir” denmiştir. Çünkü hafıza kaybına uğramış, kim olduğunu, ne olduğunu, nereden geldiğini bilmeyen, kendi geçmişine yabancılaşmış birine hükmetmek çok daha kolaydır. İşte bu gün Kürt açılımıyla yitirilen bellek canlanıyor. Üstü örtülenlerin örtüsü kalkıyor. Bu ahlayıp ohlamak ya da öç almak için değil, çözüm için gerekli. Çünkü çözümün ilk koşulu sorunu özgürce konuşabilmek ve tarihsel gerçekleri çarpıtmadan ortaya koymaktır.
Siz GAP üzerinden bölgede incelemelerde bulundunuz. Bazı insanlar Kürtlerin “Kürt sorunundan önce töre cinayetleri, ağalar, aşiretler gibi kendi sorunları var” ifadelerini nasıl yorumlamak lâzım?
Bu gibi sorunlar var, ama sorun bu gün için bunlar değil. Bunlar Kürt sorununa bağlı olarak gelişen tali sorunlar. Kürt sorunu çözülürse bunun gibi sorunlar da zamanla çözülür. Bazılarını sanayileşme, yerleşme, kitle iletişim mekanizmaları kendi iç dinamikleriyle zaman içinde çözüyor zaten. Bütün bunların içinde en önemlisi ekonomik geri kalmışlık ve yoksunluklardır. Üstelik bu ekonomik geri kalmışlık Kürtlükle bağdaştırılıp birlikte ele alınınca daha da önem kazanıyor. Bu arada geri kalmışlılıkla birbirini karşılıklı besleyen yarı feodal yapılanma sosyal değişime direnç gösterirken öte taraftan asimilasyonunu geciktiren bir paradoks içeriyor. Eğitim, sağlık gibi sektörlerdeki gerilik, kentleşme ve göç sorununda yaşanan çarpıklık sosyal bir yara olarak sadece Kürtleri değil Batının büyük kentlerinde yaşayan herkesi derinden etkiliyor.
Artık Kürt sorununda ‘deniz bitti’ diyorsunuz. Biraz açar mısınız?
Belirtmeye çalıştım, resmî tarih, zalimlerin zulmünün cezasız kalmasını sağlar, bir tür beraat ettiricidir. Kürtlerin yıllarca yok sayılması, “dağlı Türkler” olarak sunulması geçmişte yapılanların üstünün örtülmesi de bundandır.
Alıştık tarihçilerin genellikle galiplerin tarihini yazmasına. Son yüzyıllar, resmî ideolojinin tarihçilerinin ulus devlet hizmetinde çalışmalarının tanığıdır. Kitlelerin tek tip elbise giymesi, herkesin aynı bilinçle şartlanması istendi. Bu gerçekten ziyade yansıtılmak istenen “gerçeğe” hizmet etti. Bu da işin seyrini değiştirdi. Çünkü tarihimizin ne olduğunu geçmişimizden neleri seçip günümüze taşıdığımız, neye, niçin, nasıl baktığımızı belirliyor. Şimdi gelinen nokta da hem maddî açıdan deniz bitti, hem de tarihsel yalanların sonu geldi. Bu iletişim ve küresel çağda gerçekleri daha fazla saklamak mümkün değil. O halde artık bilimle, akılla ve objektif gerçeklerle iş görme zamanı. Bu yolda ilk adım tarihte ne olduğu kadar, toplumların tarihlerini nasıl algıladığı, nasıl ele aldığı üzerine yoğunlaşmak olabilir. Bu da bilim adamına, özellikle de nesneliğin büyük önem taşıdığı sosyal bilim alanında çalışan bilimcilere büyük sorumluluk yüklüyor.
Yeni süreçten de beklenen netice ve açılım gerçekleşmezse sonuç ne olur?
Sonuç hüsran olur. Bu aynı zamanda gelecekte muhtemel çözüm ve açılımların önünü de tıkar ve halkı umutsuzluğa sevk eder. Bir uzak doğu sözü var diyor ki, “Bir insan parasını kaybederse bir şeyini kaybeder, onurunu kaybederse çok şeyini kaybeder, umudunu kaybederse her şeyini kaybeder.” Bu konuda önemli olan umudumuzu kaybetmemektir.
Bildiğiniz gibi 1991’de Demirel “Kürt realitesini tanıyoruz” dedi, 1995’te Yılmaz ve Çiller “AB yolunun Diyarbakır’dan geçtiğini” söylediler ve Bask modelinden bahsettiler, 2005 ‘te Erdoğan “Kürt sorunu var ve bu sorun benim sorunumdur, onu daha fazla demokrasiyle çözeceğim” mealindeki sözleri de halkı heyecanlandırmıştı, ama hiçbirinin arkası gelmedi. Ama bu seferki daha başka, bu bir devlet projesi gibi düşünülmüş ve daha büyük beklenti ve umutlara yol açtı. Bunun boşa çıkmaması lâzım o yüzden herkesin bu sürece ve sorunun çözümüne katkı sunması lâzım.
Çatışmalardan beslenenler provokasyon yapabilir
Siz Ergenekon yapılanmasının bu süreci etkileyebileceği söylediniz? Hatta 33 askerin öldürülmesi gibi bir olayın ortaya çıkabileceğini…
Bu süreç sancılı bir süreç, inişleri çıkışları olabilir, ama önemli olan kesintiye uğramaması, bu bir. Bu süreci sabote etmeye çalışanlar her zaman olabilir. Çünkü bundan beslenenler var, bunların yapacağı engelleme ve provokasyonlar karşısında uyanık ve tedbirli olmak gerekir bu iki. Üçüncüsü, mevcut statükonun değişmesini istemeyen daha doğrusu kendi çıkarları doğrultusunda işlemesini isteyenler var ve bunu sağlamak için her türlü olayı yapacağı belli olan bir Ergenekon yapılanması var, bunlar son noktada bile devreye girebilir bu konuda da tedbirli olmak lâzım. Bunları da hem deşifre etmek, hem bu nev'î kesim ve olaylar karşısında önceden tedbirli olmakta fayda vardır.
Siz yaraların sarılması içinde bir enerjiye ihtiyaç duyulduğunu söylüyorsunuz. Sizce büyük tartışmalarla enerjimizi gereksiz yere mi harcıyoruz…
Çözüm öyle zor bir süreç olabilir ki uğruna verilen mücadele ona varıldıktan sonra barışı kurmak için takat bırakmayacaksa biz de o zaman o süreci nasıl inşa edeceğiz. Yani demem o ki gereksiz yere birbirimizi hırpalamaktan vazgeçmeliyiz. Savaş ve çatışma jargonuyla konuşmaktan, çözümü sabote edecek tavır ve davranışlardan kaçınmak lâzım. Amaç üzüm yemekse bağcıyı dövmek niye?
Haber Ara