Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Kürtçe bu toprakların dili edebiyatı

"Amerikan dili ve edebiyatı okutuluyor da Kürt dili niye okutulamasın?" diyen Enis Batur, "Atılan adımlar, Kürt sorunu zamanla çözülecek duygusuna yol açıyor" dedi.

17 Yıl Önce Güncellendi

2009-09-27 14:12:00

Kürtçe bu toprakların dili edebiyatı
Enis Batur, en üretken yazarlarımızdan. Bugüne kadar 120'nin üzerinde kitap yayınladı. Yapı Kredi Yayınları'nın (YKY) başında bulunduğu yıllarda Türk kültür dünyasına 2000'in üzerinde kitap kazandırdı. Batur, yaklaşık üç yıldır 'mesaisiz' yaşamın keyfini sürüyor. Daha çok okuyor ve yazıyor. Yeni kitabı Sır geçtiğimiz günlerde Sel Yayıncılık'tan çıktı. "Söylenmemiş tarafı, söylenmiş tarafı kadar önem taşıyan bir kitap Sır." Kitapta mutlak bir sırrın etrafında dönen insanların öykülerini okuyoruz. Şair Enis Batur'la sohbetimiz Sır'la sınırlı kalmadı Kürt açılımından Ergenekon'a tasavvuftan müziğe bir çok şeyi konuştuk.

Yapı Kredi'den ayrıldıktan sonra peş peşe kitaplar yayınladınız. YKY'den ayrılmak yazı serüveninize ne kattı? Ya da ne eksiltti?

Üç dört senedir bir işyerine gitmiyorum. Mesaiden bağımsız olunca okuma ritmim çok yükseldi. Bir dönem sıkıntıdaydım. Yetişemiyordum her şeye. Yazmaktan da kopmak istemiyordum. Yapı Kredi macerasının bitmesi benim büyük talihim olmuş diyorum. 10 küsur yıl boyunca yapmak istediklerimin çoğunu yapmıştım. İyi bir noktada bıraktım. 2 bini aşkın kitap yayınladım, dergiler çıkardım.

120'den fazla kitabınız yayınlandı. Her kitaptan sonra 'niçin yazıyorum' diye sorgular mısınız kendinizi?

Yayınlanmamış bir sürü de defter var. Okur önüne çıkıp çıkmayacağını henüz bilmediğim binlerce sayfa... Bunların önemlice bölümü bu tür muhasebeleri de içerir. Kitabım yayınlandıktan sonra belli bir soğuma mesafesi doğar. Metin benden uzaklaşır. Kitaba farklı bir gözle bakarım. "Bu kitap bana ne kattı?", "Hiç yazmasaydım olmaz mıydı?" sorularını yöneltirim kendime. Bazen 'hayır' yargısı çıkıyor. Bir zaman geçiyor 'evet' yargısı... Bu ikilemlerin içinde süren bir hikâye bu.

Çok yazmak, sık yazmak kaliteyi düşürüyor endişesi duymuyor musunuz?

Birileri beni çok yazıyorum gerekçesiyle eleştiriyorsa bu onların sorunu. Durmadan aynı şeyleri yazıyor, kendini tekrarlıyor, kitabı çok kötü olmuş, şu sebeplerden diyebiliyorlarsa onu değerlendirebilirim. Öbür türlü kale almam, almadım da. .

Son kitabınız "Sır"dan anlıyoruz ki iyi bir klasik müzik ve çağdaş müzik dinleyicisisiniz. Bizim klasik müziğimizi dinler misiniz?

İlişkim sınırlı. Türk sanat müziğine açık değilim. Çünkü hayat tarzım farklı. Bir insanın estetik tercihleriyle gündelik hayat biçimi arasında bir paralellik olmalı. Öbür türlü tuhaf bir durum ortaya çıkar. Türk sanat müziği dinleyecek adamın özellikleri bende yok. Alaturka bir insan değilim. Eğitimim, yaşama biçimim, ilgi alanlarım hep alafranga.

Neşet Ertaş dinlemez misiniz mesela?

Onun yeri ayrı. Neşet Ertaş'ın bütün plakları var bende. Bozlakları severim. O, hançereden gelen müthiş bir şey. Baroktan farkı yok. Benim bir yanım Anadolu'dan geliyor. Ailem Eskişehirli. Kulağım o sese yatkın. Ama Saadettin Kaynak dinleyerek de büyümüş değilim. Bu bir üslup meselesi. Ama bir özenti görüyorum insanlarda. Bir adam aslında Türk sanat müziği dinleyebilecek durumda değil, öyle göstermeye çalışıyor. Olmuyor. Adam onun ayarı olan şiiri sevmiyor. Yahya Kemal'i sevmiyor. Yahya Kemal'i sevmiyorsan Türk sanat müziğini nasıl sevebilirsin! Hem Ece Ayhan'ı sevmek hem Türk sanat müziği dinlemek kolay değil.

Sır'da tasavvuf da var. Son dönemde romanlarda sıkça karşımıza çıkıyor...

Evet, tasavvufu kullananlar var. Cemal Süreya böyle durumlar için 'fırsat rantı' terimini kullanırdı. Fırsat rantı yaratmak benim yabancısı olduğum şey... Tasavvufun süs gibi, nabza şerbet gibi kullanılması beni çok tedirgin ediyor. Bu konuda Elif Şafak'ın tavrını hiç iyi görmüyorum. Tasavvufu bütünüyle ticarîleştiriyor. Ermeni meselesinde şuradan nabız tutarım. Mevlânâ'yı kullanarak buradan nabız tutarım... Öyleleri var ki ibre sosyalizmden yanaysa sosyalistten yana nabız verirler. İslamî kesimde bir okur potansiyeli varsa nabızlar oraya çevrilir. Ben bunları 30 yıldır seyrediyorum.


İNANÇTAN YOKSUN OLMAK İMRENİLECEK BİR DURUM DEĞİL

Sır'daki tasavvufa dönecek olursak...

Benim anne tarafım Arnavut göçmeniydi, dindar bir aile değildi. İnanan insanlardı, fakat hiçbir dinsel faaliyetleri yoktu. Baba tarafım İstanbullu bir aile. Ailede Rufai tekkesi şeyhi vardı. Babamın annesi beş vakit namazını kılardı. Ama org ve piyano çalardı. Babam tipik bir Kemalist'ti zaten. Dine belli bir mesafesi vardı ama Tanrı'ya inanıyordu. Ben inanan biri değilim. Agnostik'im. Ama dinlerin insan yaşamındaki rolünü göremeyecek kadar budala değilim. Allah'a şükür hiç olmadım. Bizim dinimizin farklı kültür alanları var. Bu alanların yakınında olmaya çalıştım.



Kitapta anlatının kahramanı "İnanmamak bende hep bir yetersizlik duygusu yaratacak." diyor. Siz de böyle mi düşünüyorsunuz?

Evet ama inanmamanın önünde büyük bir engel yok. Bu durumu iyi açıklayabilmek için hayatımda travma yaratan bir olayı anlatmam gerekir. 12 yaşındayken sefalet içinde ölmüş bir adamla karşılaştığım gün Tanrı'yı sorgulamaya başladım. Bu adam ne yapmış olabilir ki böyle ölmeyi hak ediyor diye. İlk kez bir insan ölüsü görmüştüm. Bir de o şartlarda. Paramparça kıyafetler, sefil bir durum. Burada sınıfsal bir problem de vardı. Fakir bir insanın ölmesine yol açan unsurlar nelerdir? Bu adam niye böyle ölüyor? Adaletsizliğin kaynağı ne diye? Sorular belirdi zihnimde. Sonra okumalarım vs. İnançsızlığı pekiştiren şeyler oldu. Dinle arama mesafe girdi, ama dindar yazarlardan uzaklaşmadım.

Kutsal metinleri okuyor musunuz?

Kutsal metinlerle ilişkim sürdü, hâlâ da sürüyor. İnançtan yoksun olma durumu hayatın özüne ilişkin, kötü bir durum. İmrenilecek bir hal değil. Ben buna rağmen ayakta dururum diye bir şey yok. Gençken böyle bir eda olabilir. Ben inançsız da yaşarım diye düşünebilir insan. Ama benim yaşıma gelmiş bir insan için -yaşayacağı süre yaşadığı süreden daha az olacak bir adam için- ölüm olgusu karşısında, öteki dünyaya inanç duymamanın yarattığı boşluğu aşmak kolay değil. Ölünce öleceğiz. Bitecek. Sıfır... İnanmayan, bütün bunlar karşısında tabii ki çok zor durumda olan biri.

Yıllar geçtikçe ölümü daha çok düşündüğünüzü söylediniz. Bu sorgulamalarınız sizi bir yere götürüyor mu?

Hayır. Bir kayboluş girdabı diyebiliriz bu duruma. İçinde dönülüyor. Dönüş hali devam ediyor. Bütün yapabildiğim dönerken dikkatle bakmaya, ölçmeye devam etmek. Ama konumumu değiştirecek bir kesinlikle karşılaşmadım.

Kürtçe bu toprakların dili edebiyatı, niye okutulmasın

Türkiye'nin gündemi uzun süredir Kürt açılımına kilitlendi. Ciddi muhalefet var. Böyle bir adıma ihtiyaç var mıydı?

Olmaz olur mu? Kürtlerin en radikal istekleri bile konuşulmalı. Konuşularak halledilecek şeyler bunlar...

Bu açılımdan umutlu musunuz?

Burada bir sakarlık var. O da saydamlığın olmaması. Bu tarz konuların olabildiğince açık konuşulması gerekiyor. Demokratik açılımdan biz bunu anlıyoruz diyemiyor iktidar. Ortaya açıkça konulsa ötekinin karşı çıkmasının anlamsızlığı daha rahat anlaşılacak.

İlk adım olarak TRT Şeş açıldı. Bu konudaki korkuların anlamsız olduğu anlaşıldı. Türkiye bölünmedi...

Ne olabilir ki! Tamamıyla anlamsız şeyler. Şimdilerde Kürt dili ve edebiyatı okutulabilir mi okutulamaz mı meselesi tartışılıyor. Türkiye'de 80 yıldır İngiliz dili ve edebiyatı, Amerikan dili ve edebiyatı okutuluyor. Bu topraklarda konuşulan dilin edebiyatı niye öğretilemesin?

Peki bu sürecin sonunda bir çözüme varılır mı?

Tahmin yürütmek çok zor. Normal seyrinde zamanla bu iş çözülür duygusunu yaratıyor atılan adımlar. Ama çok fazla anormal durum devreye girebilir. Mesela bu süreçte DTP'den bir adam çıkıyor. Baykal, Bahçeli ve Başbuğ'u kastederek 3 B (bela) var diyor. Böyle bir açıklama için zamanlama tuhaf değil mi? Bu açılıma şüpheyle yaklaşan kararsız durumda olan bir sürü insanda "Bunları frenlemesek nereye varır?" düşüncesini yaratmıyor mu?

Çözüm için sizce ne yapılmalı?

Mesele demokrasi meselesi. Demokratik açılım bu haliyle doğru değil, yanlış, eksik. Partiler Kanunu'nu niye değiştiremiyoruz? Hâlâ 12 Eylül Anayasası ile yaşıyoruz. Bunlara da el atılmalı. Meseleler başka türlü çözülemez.

Bir başka gündem başlığı da Ergenekon. Bu davanın seyrini nasıl görüyorsunuz?

Onun da çok akla uygun biçimde gitmediğini gösteren bir sürü şey var. Yüzde yüz sorumlu insanlar dava kapsamına giremedi henüz. İnanılır gibi değil: Mehmet Ağar dava kapsamında yok! Ağar'sız, Tansu Çiller'siz bir derin devletten bahsedilebilir mi? Bir sürü adamın da koftirikten içeride olduğu belli. Ayrıca telefon dinlemeleri hangi hukuk devletinde olacak şeyler?

Bir yandan da birileri Ergenekon'u savunuyor. Israrla görmezden geliyor...

Tabii küçük gösterilecek bir şey değil. Ama asıl cüssesinin üzerine gidileceği pek şüpheli. Mesut Yılmaz olmadan derin devlet olur mu?

Bu davadan bir temizlik çıkacak mı?

Yarım bile değil, çeyrek bir şey çıkacak. Üç beş savcı çözemez. Sistem çözmeli. Ama sistem buna hazır değil. Fazla kurcalanırsa olmadık yerlere gidebileceğinden endişe duyulduğu için birçok kişiye dokunulamıyor.

Ergenekon soruşturması bir kamplaşmaya da yol açtı. Bir rejim kavgasına dönüştürüldü. Bu kavganın temelinde ne var?

Burada daha çok ekonomik bir kavga var. AKP iktidara geldiğinden beri ülkenin üretim alanında, zenginlik paylaşımları alanında paraların deplase olduğunu biliyoruz. Doğaldır da. Bunlar olacak. Bu olurken 'benim paramı alıyorlar' diye bakıyor bir taraf. Diğer taraf da 'daha alacağım para var' diye düşünüyor. Maddî tabanlı bir sosyal çatışma var.

AK Parti'ye muhalefet edenler 'Türkiye elden gidiyor. AK Parti vatana ihanet ediyor.' görüşünü dillendiriyor. Türkiye gerçekten elden gidiyor mu?

Türkiye elden gitmez. Ama Türkiye'nin başı derde giriyor yer yer. Vatana ihanet suçlaması ise masum bir laf değil. Bir suç tarifi o. Bu adımlar, Kürt açılımı vs.. sakarlıklar olursa adamı Yüce Divan'a götürür. Her siyasetçi iktidar elindeyken yakın gelecekte gücünü kaybetmeyecek bile olsa -büyük bir ihtimalle Tayyip Erdoğan bir daha seçilecek, belki cumhurbaşkanı olacak- sonrasını düşünür. An gelir, yorulursun. Dünya denklemi, Türkiye denklemi değişir. İktidardan gidersin. O cümle boşuna kullanılmıyor.

Röportaj: Murat Tokay

Kaynak: Zaman

Haber Ara