Dolar

34,9544

Euro

36,7154

Altın

3.000,35

Bist

10.009,65

"Dere yataklarını hemen yıkın"

Şehir plancısı Prof. Hüseyin Cengiz uyardı: Sonradan üzülmemek için dere yataklarını şimdi yıkmak gerek. Devlet vaktiyle arsa üretseydi bugün yaşananlar olmazdı.

17 Yıl Önce Güncellendi

2009-09-14 11:16:00


Fadime Özkan / Star

Geçen hafta memleketin batısını resmen sel aldı. Son on yılların en yüksek yağış miktarı birkaç saat içinde üzerimize düşüverince ve asıl mühimi; çarpık ve plansız kentleşmenin, denetimsizliğin, sorumsuzluğun bir sonucu olarak sel suları tsunami etkisi yaratınca, Tekirdağ’da 5, İstanbul’da 27 insanımızı kaybettik. 2’si çocuk 8 kayıptan ise hâlâ haber yok.

Ayamama, Tavukçu ve Papaz derelerinin taşması normal aslında. Anormal olan dere yataklarında evlerin, işyerlerinin, yolların olması. Peki neden böyle? Selin felakete dönüşmemesi için alınacak tedbirler neden alınmadı? İlk hatamız neydi, hangi yanlışta niye ısrar ediyoruz? Karşı karşıya kaldığımız durum öngörülebilir, kontrol edilebilir değil mi? Şehirlerimiz neden bizi bu tür felaketlerden koruyacak, hayatımızı kolaylaştıracak şekilde planlanmıyor? Yeni planlamalar küresel ısınma ve iklim değişikliği gerçeğini dikkate alıyor mu? Sorularımızı Yıldız Teknik Üniversitesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölüm Başkanı Prof. Hüseyin Cengiz cevapladı.

Prof. Cengiz: Devlet asıl hatayı sanayileşme sürecinin başında yaptı. Boş hazine arazilerinden arsa üretilip halkın işgali önlenseydi çarpık kentleşme olmazdı. Yine de geç değil.



Sel Tekirdağ ve İstanbul’da 31 can aldı, milyonlarca lira zarara yol açtı. Önüne geçilemez miydi?

İstanbul’un yüzde 70’i, plansız gelişti. Bu kadar plansız aşırı kentleşme sürecinde hazine arazileri işgal edildi, binalar yapıldı. Oysa şehir planlamada dereler, kuru dereler, vadi tabanları doğal eşik olarak kabul edilir, üzerine hiçbir şekilde yapı yapılmaması gerekir. Yağmur sularını drene eden, oradan denize göle, döküldüğü yere taşıyan çok önemli drenaj alanlarıdır dereler. Kimse telaffuz etmiyor ama ‘dere taşkın alanları’ diye bir tabir vardır, şehir planlamada. O alanlara da hiçbir şekilde yerleşilmemesi gerekir. Ama mesela, Silivri Selimpaşa’da vadi tabanı ve dere yatağı alanına yerleşilmiş. Üstelik su basmana da dikkat edilmemiş.

Sele karşı bir önlem mi ‘su basman’?

Evet, madem vadi tabanına yerleşiliyor, o halde su basman kotunun yüksek verilmesi gerekiyordu, eğer ruhsatlı gelişmişse... Daha önce Alibeyköy’de de aynı şey olmuştu. İnsanlar kötü bir şey olduğunda belediyeleri suçluyor ama yerleştikleri alan da alt yapı yapılacak bir alan değil. Orada onların olmaması lazım.

MUHTARLAR DA PROJE ONAYLADI!

Onların orada olmaması, yetkililerin de izin vermemesi gerekiyor. Sonuçta öngörülebilir engellenebilir denetlenebilir bir durum bu. Asıl sorumlu kim?


Kaçak yapı yapanların hatası var elbette ama asıl o yapıyı denetleyen kurulların sorumlulukları var. Onların şikayete hiç hakkı yok. Yerleşim planlıysa plancıların hatası olabilir, belediyelerin hatası olabilir. Eskiden valililere aitti oraların sorumlulukları. 80’den önce muhtarlar da yetkiliydi plan, proje onayında. Mesela Ayazağa köyü öyle gelişti. Bir dönem belde belediyeleri vardı su havzalarının kenarında. Hayati önemi olan havzalarda, doğal drenaj alanlarında istenmeyen şeyler, yanlış yapılaşmalar oldu.

İstanbul her şeye rağmen hala çok güzel fakat mesela uçaktan bakıldığında, özellikle de sur dışında kalan kısmı, ur gibi büyümüş görünüyor. Bu mevcudun üzerinde ne yapılabilir iyileştirme için?

Açık ve net: Acıma hissini bir tarafa bırakıp -bu tür olaylarda insanların oralarda kalması toplumu daha çok üzer çünkü- yapılması gereken, doğal eşikler kapsamında şehrin tamamını gözden geçirmek, yanlış yapıları ortadan kaldırılmak. Doğal kaynaklar için de öyle. Mezarlık ve askeri bölgeler dışında yeşil adına hiç bir şey yok. O yüzden şehrin en önemli ihtiyacını karşılayan orman ve su havzalarının yasak bölge olması lazım. Eşik alanların korunması için yetkililerin yapılaşma baskılarına prim vermeden bunu mutlak yapması lazım.

ŞEHİR MODALARI!

Aslında her şey yanlış şehirleşmeyle başladı değil mi, yani sanayileşmeyle?


Üstelik biz sanayileşme sürecine Avrupa’dan sonra girdik ama onların hatalarını aynen tekrarladık! Sanayileşirken nehirleri havaları toprakları kirlendi. Bu örnek önümüzdeyken aynı yanlışı biz de yaptık! Sonradan havalarını temizlediler, ağır sanayilerini desantralize edip başka ülkelere taşıdılar. Dünya açısından bu ne kadar samimidir, o ayrı. Sonra bir de modalara kapıldık biz. Bir dönem “bizim kentte de sanayi olsun” modası vardı. Sonra “kıyıları doldurmak” moda oldu. Doğal kıyılar ortadan kalktı ama işte Gölcük depreminde deniz, o kıyıları geri aldı! Doğayı iyi bilmek, müdahale etmemek lazım: Güneşi batıdan doğduramazsınız. Derelerin durumu da ayne bu kadar katidir, değişmez. Engellemeye kalkarsanız da sonuçlarına katlanırsınız.

Sanayileşme sürecinde İstanbul ve diğer şehirler ne gibi zararlar gördü?

Anadolu’da birçok şehir sanayi şehri olarak ortaya çıktı, hâlâ aynı yanlışla gelişiyorlar. Bir sanayi şehre gelirken önlem almak lazım. Hıfzısıhha yasasına göre ağır sanayi siteleri konut alanlarıyla iç içe olamaz. Ama o süreçte iç içe geçmiş. Bu nedenle ovalarımızı, birinci sınıf tarım alanlarını kaybettik biz. İşte Bursa, Sakarya... Yasa daha sonra çıktı ama kaybedilen geri gelir mi ki.

Asıl hata, kusur devletin o halde?

Bu tür sorunlara yol açan asıl sebep, arsa üretilmemesi. Kentleşme sürecinde boş bir çok hazine arazimiz vardı. Halkın işgal edip kaçak bina yapmasına imkan vermeden, onlara yer gösterip planlı yapılaşmayı sağlayabilirdik. Sanayi getiriyorsanız nüfus da gelecektir.

ARSA ÜRETMEMEK HATAYDI

Arsa üretilmiş olsaydı ne olurdu?


İlan da verilirdi insanların ellerine, evini şöyle üret diye. Böylece donatısıyla, yoluyla, okuluyla planlı bir yerleşim çıkacaktı ortaya. Çarpık gelişmenin en temel nedeni, arsa üretilmemesi. Devlet olarak en başta burada hata yapıldı. Halbuki önlem alabilirdik, hâlâ da alabiliriz. Felaket yaşanmadan başka bir yer göstererek insanları oralardan, dere yataklarından çıkarmak gerek.

Bunun hayata geçirilmesi ne kadar zaman alır, tahmini maliyeti ne olur sizce?

Planlamak çok zor değil, uzun da sürmez. Ama uygulaması sürer. Kamulaştırma gerek, belediye kaynakları malum. O yüzden kaynak sorununu kentte yaşayan lara yansıtacak yasalarla çözmek lazım.

Esenler Otogar’ı da derede

İstanbul doğal afetlere karşı nasıl bir tehlike altında, açık ve net bir şekilde uyarır mısınız İstanbulluları?


Doğa zaten uyarıyor. Ama özellikle jeolojik açıdan yerleşilmemesi gereken bir yerdeyseniz, binanız o zemine uygun değilse deprem riski altındasınız. Eviniz dere yatağında, vadi tabanındaysa sel riski altındasınız. Buraların mutlaka ama mutlaka boşaltılması lazım. Yoksa yolunu kapatmışsanız dere evinizden akar.

Ayamama’daki gibi dereyi toprak altına almak doğru mu?

Bir kısmı aşağıya alınmış ama kalanına, halk moloz dökmüş. Moloz derenin yatağını değiştiriyor. Denetlenmeyince de... Ayrıca ıslah edilmiş alanlarda da sel baskınları taşkınlar olabiliyor. Doğal afet ilan edilip Kurbağalı Dere, Ayamama deresi, Tavukçu deresi yataklarının elden geçirilmesi lazım. Esenler’deki Otogar da en olmayacak yerde, derenin içinde. Büyük risk altında. Oraya da bakmak lazım.

Deprem öğretmişti unuttuk

Beklenen İstanbul depremi için 1999’dan bu yana tedbirler alınıyor. Planlama açısından ne aşamadayız
?

Bayındırlık ve İskan Bakanlığı bütün belediyelerden bütün planların revize edilmesini istedi, bu yapıldı. Bir çok proje üretildi. Tabi jeolojik yapı çok önemli. Deprem bu konuda bize çok şey öğretti, halk da destekledi. Adapazarı’nda 6, 7 kat binalar vardı, şimdi 2 kata razı herkes. Ama yeniden bir yükselme var, hafızamız çok zayıf.

İstanbul depreme karşı ne kadar güvenli?

Çoğu bölgede bina yenilenmedi. Müellifi belirsiz olanlar tabi ki öncelikle riskli. Daha evvel belediyelerden ruhsat almış yerler de riskli ama. Deprem kapsamında yapım sistemi, statik hesaplar vesaireler değişti. Eski yerleşim yerlerindekilerin de güncellenmesine ihtiyaç var o yüzden.

Her taraf mantar gibi rezidans oldu

Şehirler sürekli gelişiyor. Yeni yerleşim yerleri doğru planlanıyor mu?


Son yapılan toplu konut alanlarının, Bahçeşehir, Başakşehir gibi yerlerin plancıların elinden geçtiği belli. Donatı alanları var, vadilerde yerleşme yok, yamaçlarda varsa bile korunmuş, gölet konmuş, nefes alacak yerler korunmuş. Böyle iyi doğru işler var tabi ama başarısız sonuçlar da var. Şimdi İstanbul’un her yerinde rezidans dediğimiz o yüksek binalar yükseliyor. Neresi merkez neresi konut alanı belli değil. Her yerde alışveriş merkezleri ortaya çıktı mantar gibi. Üstelik ulaşım planlaması yapılmadan gelişiyor. Kentteki demografik yapı dağılımı da değişecektir.

Küresel ısınma hesaba dahil mi?

Dünya hızla ısınıyor, iklim değişiklikleri oluyor. Artık dünyanın bildiğimiz değerleri ölçüleri değişmeye başladı. Yeni şehir planlarında bu değişiklik dikkate alınıyor mu?


Bu çok önemli. Biz öğrencilerimize ekolojik planlama kapsamında doğal kaynakların elden çıkmaması ya da sürdürülebilir olarak kullanılması gerektiğini öğretiyoruz. Dünya ısınıyor, ısındıkça buzullar eriyor, sular yükseliyor... Gelecekte daha çok yağış olacaksa o dereler daha çok taşacaktır, dolayısıyla daha çok tedbir alınmalı. Bir mevcut taşkın alanları, bir de risk alanları diye yerleri belirlemeli, oralar yerleşime açılmamalıdır.

Yetkililerin ellerinde doğal afetlerde nerelerin öncelikli felaket bölgesi olabileceğine dair bir harita var mıdır?

Olmalı. Şehirleri bu kapsamda da organize etmek gerek. Bazıları buna hazırlıklı. Aslında belediyeler riskli bölgelerde insanları tehlikelere karşı bilgilendirebilir. ‘Bu evde otuyorsun ama şu, şu riskler var’ diyebilir. İnsanlar riskli bölgede yaşadığını bilmiyor da olabilir. İyi niyetten ya da parasal yetersizlikten. Bu bölgelerdeki evler satılırken de, tapu kadastro müdürlükleri de insanları uyarabilir.

3. köprüden önceki son çıkış: Ulaşım kademelensin

İstanbul’un gündeminde 3. köprü var, malum. Bir şehir plancısı olarak fikriniz ne, yapılmalı mı köprü yapılmamalı mı?


İki yaka arasındaki nüfus dağılımı ve işyerleri, konut alanları, kültür tesisleri nerede, arazi kullanış deseni ne, bunlar iyice bilinmeden sadece boğaz üstüne köprüler kurmak İstanbul’un ulaşım sorununu çözmez. Bir kere köprülerin ikisinin de içinden toplu taşıma sistemi geçmiyor. Metrobüs farklı. Biz birinci köprüyü, şehir içi değil şehirlerarası trafik için yaptık. Zaten E5‘in iki ucunda, hem Anadolu hem Avrupa yakasında sanayi alanları var. Ama bir süre sonra bir bakıyorsunuz, köprüye kent içinden birçok bağlantı yapılmış, orası şehirlerarası yol özelliğini kaybetmiş. E5 kentin omurgalarından biri olmuş durumda, etrafı da gecekondu alanı olarak gelişmiş. Bütün yerleşmeler kendi aralarındaki ulaşımı bile, önce E5’e gelip sonra ayrılarak yapıyor.

Halbuki ne yapılmalıydı, yapılmalı?

E5’e paralel alternatif yollar geliştirmek, 3. köprüyü buna göre planlamak lazım. Öncelikle ulaşımın kademelenmesi lazım. Kent içi ulaşım şehre ait ulaşımdır, şehirlerarası ulaşımsa şehre uğramadan geçmesi gereken ulaşım. Kent içi ulaşım hedefleniyorsa, gereği var mı yok mu diye bakmak, şehirlerarası ulaşım hedefleniyorsa bir şekilde kente asla bağlantı vermeden yapmak lazım. Çok bağlantı yaptığınızda etrafındaki boş alanlar hemen rant yapıyor, plan da yoksa oralarda kaçak yerleşmeler oluyor. İkinci köprü için de aynı şey oldu, bağlantılar nedeniyle etrafı yerleşimlerle doldu, köprü kentin ana omurgası haline geldi.

Size göre 3. köprü ihtiyaç mı, değil mi?

Şehirlerarası trafik işleyecekse, amacına uygun olarak kentin içinden fazla geçirmemek, bağlantı kurmamak lazım. Ama biz hep aksini yaptık. İkinci köprü orman alanlarımızdan, su havzalarımızdan geçti. Oralarda orman alanlarını tehdit eder vaziyette su havzasının üzerinde yerleşimler oldu, Sultanbeyli mesela, 3 yüz bin nüfusa ulaştı. Ayrıca taşımacılık için karayolundan vazgeçip demiryollarını geliştirmek lazım.

Haber Ara