Sibel Eraslan Hz. Hatice'yi anlatıyor
Sibel Eraslan'ın yeni kitabı "Çöl/ Deniz Hz. Hatice" Timaş Yayınları'ndan çıktı. Eraslan, Fatıma ile başlayıp Meryem’le süren hikâyelerinde bu kez Hazreti Hatice’yi anlatıyor.
17 Yıl Önce Güncellendi
2009-09-04 14:00:00
Cennetle müjdelenen kadınların hayatlarını yazmaya Hz. Fatıma ile başladı Sibel Eraslan. Ardından Siret-i Meryem geldi. İçinde bulunduğumuz kutlu ayda ise “Çöl/Deniz Hz. Hatice” kitabı çıktı. Hz. Peygamberin can yoldaşı Hz. Hatice, bu kitapla vahiy evinin annesi, Libas-ı Hatem olarak, onu sarmalayan tüm hasletleriyle karşımızda duruyor. O’nun hikayesini okumak, İslamiyet’in ilk yıllarını özellikle bir kadının gözünden okumak olduğundan okura farklı bir deneyim yaşatıyor.
-Hz. Hatice’yi yazmaya karar verdikten sonra, kaleminizi harekete geçiren ilk işaret neydi?
- Sanırım… Evet, kadın olmasıydı, ilk işaret. Kainatın gözbebeği mertebesindeki bir erkeğe aşkla bağlılığı, sonra ilk bakışta aşkla tezatmış gibi dursa da güçlü kişiliği ve başdöndürücü basireti, cesaret ve hamle diyebilirim onun için… 2004’te “Kadın Oradaydı” adlı projeyle başladı aslında bu yolculuk. On iki kadın edebiyatçı, kutsal kitabımız Kur’anı Kerim’deki kadın kimliklerini günümüz diliyle yeniden okuma-yazma işine girişmiştik. Aslında bu tam da o dönemlerdeki dünya kadın hareketinin aldığı mistik dönemeçle de kesişiyordu…Doksanların ikinci se1kısmında etkisini hepimizin hissettiği şeyden söz ediyorum. Tam olarak “Postyapısal” diyemem ama ana yapıya tersinden bir okuma olduğu doğruydu… Özellikle Fransa’dan Kristeva, İngiltere’den Hale Afşari, Suriye’den Hediye Şekür ve İran’dan Zehra Rahneverd gibi isimler, Avrupa ve Ortadoğu kadın hareketi içinde kutsal isimleri yeniden keşfetme sürecini başlatmışlardı, garip olansa hiçbir kadın aynı fikirde değildi, bu halen de böyledir ama büyük bir merak ve yeniden keşfetme diyebiliriz… Kadın, aslında en başından beri hep vardı yani “altı gün”den önce de vardı, yere inmeden önce de zamanın içindeydi. Ne ki merkezi yazınsal akıntıya karşı gerçekleştirilecek güç şartlarda bir tarih okumasıydı bu. İlahiyatçı değildik hiç birimiz. Çalıştığımız kadınlar dinen mukaddes kadınlardı. Ve aynı zamanda saygıdeğer bir mesafeyle ana konuşma dolayımından uzaklaştırılmışlardı. O güne kadar arka planda birer silüet halinde duran kadınların, o gri temadan/ aslında temasızlığa yakın bir yer, yersiz bir yer/ yeniden özne ve eylemlilik içine çağrılması, cesaret isteyen bir işti… Öte yandan, edebiyat her zaman kutsal kitapların dilini önemser, yer ve göğün buluşması gibi bir şeydir bu bence…
- Kutsal olanı, edebiyatın diline çağırırken kadın kimlikler ihmal edilmiş gibi…
- Haklısınız. Hz.Hatice’den evvel, Hz. Fatıma, Hz.Meryem ve Osmanlı Sultanları da var kaleme aldığım… Tarih, sadece erkek kahramanlar üzerinden okunduğunda, savaşlar, yasalar, ülke sınırları, mübadele, tehcir, fetihler ve işgallerden ibaretmiş gibi duruyor. Gerçi evet tarih dediğimiz şey, kederli ve destansı bir yekûndur… Ama mesela Sevgili Efendimizin katıldığı savaşlar, 63 yıllık ömrünün sadece 34 gününü kapsar. Şaşırtıcı değil mi? Peki hayat dediğimiz şey nedir? Peygamberlerin, havarilerin, sahabelerin, evliyanın, komutanların ve mimarların yanında solgun birer siluet gibi duran kadınlar ve çocuklar, aslında hayatın atan kalbine tekabül ediyor. Son Peygamber’in en yakın iki destekçisi var mesela… Birisi göklerdendir Cebrail isimli Melek, diğeri ise yeryüzünü temsil eden bir kadın, Hz. Hatice… Hatice ismi sanki tüm yeryüzünü temsil eden veya gökle yeri birbirine bağlayan tek bir harf gibi… Aşkın simgesi, dostluğun, aklın ve arı duru bir yoldaşlığın adı Hatice…
-Özne kadına bürünmek, yazının cümlelerindeki kipi ne oranda etkiledi? O’nu anlatmayı sağlayan üslubu nasıl bir çaba sonucunda yakaladınız?
ha-Kıssa ve menkıbe dili, bizim kutsal kitabımızda olduğu kadar, İncil ve Tevrat gibi, hatta Suhuf-u İdris’te, Zendavesta’da da anlatım yöntemidir. Kıssa, ana caddeye çıkaran patika, izlenen küçük yol gibi bir anlama geliyor zaten. Hakikate kıssanın diliyle yolculuk, mistik bir yöntem aynı zamanda. Bu bizim edebiyatımızda Şeyh Galip’in, Feriduddin Attar’ın da itibar ettiği tahkiye yöntemine götürmüştür sanatçıları. Ama beri yandan, dine dair mukaddes kişileri, edebiyatın konusu yapmak oldukça zor. Hem seküler politik sansürler var, hem de bizatihi dine dair hürmetten dolayı kurmaya alışık olduğumuz saygıdeğer mesafeleri aşabilmek evet epey zor… Ama belki size garip gelebilir, hem Fatıma’da, hem Meryem de hissetmiştim, Hz. Hatice’de de… Bu muhteşem kadınların çok bereketli bir tesir gücü var. Çok etkilendim, hayatımı doldurdular, bana sanki yaşıyorlarmış gibi geliyor, içimin şeffaflaştığını hissediyordum bazen yazarken… Muhteşem bir tasarruf güçleri var.
-Hz. Hatice ile ‘bir’ olduğunuz noktaları merak ediyorum ve O’nunla neyi öğrendiğinizi…
-Günümüz kadınları hangi güncel sorunlarla karşı karşıyaysa, Hz. Hatice de onlarla çevriliydi. İlk eşi vefat etmiş, ikincisinden ayrılmış mesela. Çocuklarını kendisi büyütmüş, başarılı bir iş kadını hem de ataerkil adetlerin hüküm sürdüğü bir şehirde geçiyor tüm bunlar… Sonra Sevgili Efendimizle evleniyorlar. Onun özellikle peygamberlik öncesi yaşadığı uzlet dönemindeki tek yoldaşı ve tüm Mekke’yi karşılarına aldıklarında da eşinin yanında. Hz.. Hatice, Vahiy evinin annesiydi. Libas-ı Hatem’di, yani son peygamberin büründüğü giysisiydi adeta… İlk vahiyden sonra “beni örtünüz” diyerek yanına koşan Resulullah’ı (sav) teskin eden, yatıştıran ve onu aşkıyla onaylayan ilk kişi… İlahi kaderin son elçisini bir kadınla desteklemesi, tesadüf olabilir mi? Hilkatin tecellisindeki anaç vurgu, Hz. Hatice üzerinden ışıtıyor kemalini… Allah, elçisine “Habibim” yani “ Sevgilim” diye hitap ederken, yeryüzünde aynı hitabı söylettiği kişi de bir kadın. Hz. Hatice, bir aşk aynasıdır. Resul sevgisi onun gözlerine ve ellerine Allah tarafından tevdi edilmiştir. Biz, Habibi sevmeyi Hz. Hatice’den öğrenebiliriz… Dolayısıyla Hatice, sadece eşinin değil, aslen Allah’ın aşka dair seçtiği bir öznedir. Aşkın alfabesi Hz. Hatice’nin çalışkan ellerinde yazılmıştır.
-Kitabın önsözünde dikkati çeken önemli bir bölüm var. Edebiyatın geometri sanatı olduğunu söylüyorsunuz. Kitabın içinde de Peygamberimizin hallerini anlatırken Hz. Hatice’nin ağzından ‘açıortayım’ ifadesini okuduğumda şaşırdığımı itiraf etmeliyim…
-Aslında biz hukukçular matematiğin daha çok cebir kısmıyla uğraşırız. Ama ne yalan söyleyeyim hiçbir şey geometri kadar heyecan verici ve spekülatif olamaz. Açıortay, evet… Yeryüzündeki insanlar için en mükemmel açı 180 derecelik olanıdır, anneler mesela, çocuklarına iki kollarını 180 derece açarak sarılırlar. Bu, kutsal bilgi dediğimiz tevhidin evrensel kuşatıcılığına da denk bir açı… Son Peygamber, gökten yere doğru dimdik çekilmiş bir tür axis mundi, dikey ana eksen gibi saplanıyor yeryüzüne. Kelime-i şehadeti ancak onunla tamamlıyoruz, tam bir açıortay yani…
“O, denizdi… Aşıktı. Alnındaki aşk yazgısı, onu her şart altında kıpır kıpır ve uyanık tutardı. Genişti kolları. Okyanustu. İçine herkesi sığdırabilecek kadar uzundu boyu. Sudandı elleri, alçakgönüllü ve sabırlı. Cümle sert kayaları, sevgiyle okşayarak uysallaştırırdı. Üzerinde Risalet Gemisi yüzer, içinde Ümmetin garip balıkları yaşardı…“ diyorsunuz Hatice için. Anlamı çoğaltan, zenginleştiren deniz metaforu çöl tezatıyla aynı karakterde can buluyor. Bu karşıtlık anlatıyı nasıl besledi, ne yönde etkiledi?
-Bu sene Nisan ayında Mekke’deydim. Her sabah, namazdan sonraki kısa uykularımdan deniz sesiyle uyanıyordum. Çok şaşırtıcı bir şekilde dalgaların bir halı gibi kıvrılarak Beytullah’a doğru koştuğunu işitiyordum. Bir rüya olabilir. Ama sonra Mekkeli ihtiyar kadınların anlattığı kadim bir masalı işittim. Mekke’deki bir denizden bahsediyordu bu masal, uçlarına gece ve gündüzün yetişemeyeceği okyanus gibi bir şey… Bu, tam da aşkını sevdiği erkek için deniz kılmış Hz.Hatice’ye denk düşen bir metafordu. Bir gün Beytullah’a yolunuz düşerse, kıyılarında secdeye dayayacağınız alnınız, bu denizin kıpırtılarını hissedecektir. Hacıların tavaf esnasında yalınayak ve aşkla dönüşleri, tıpkı deniz dalgalarını andıran bir uğultuya sebep oluyor. Tam şurada, alnınızın ortasında hissediyorsunuz o aşk denizini… Çöl, Hz. Hatice’yi kuşatan zorlu coğrafyanın ve muhalif şehrin simgesi, deniz ise, onun çölleşmiş kalplere bir iyilik haberi gibi vurması… Çöl/Deniz, bu zıt ikiliği meczeden Hz. Hatice’nin menkıbesidir aslında…
-Pervane hikayesinde ’yanan’ ile Hz. Hatice’yi özdeşleştirmeniz beni en çok etkileyen bölüm oldu kitapta. Hatice’nin aşkının Hakkel Yakin oluşu… Tanımların gelip dayandığı son sınır burası. Adeta öznenin yerine geçen bu tanımdan daha özgün bir tanım olabileceğini düşünemiyorum bu bahse dair. O’nu aşık bir kadın olarak görmek ve göstermek nasıl mümkün oldu?
-Hz. Hatice ve Hz.Muhammed (sav)… Onlar “Ha” ve “Mim” rumuzlarıyla sırlılar… Abdullah İbni Mesud; “Ha-Mim’ler, Kuranı Kerim’in süsüdür” der mesela. Hattat İsmail Gülnihal, aşkın sırrını bu iki harf üzerinden kitabımızın kapağına taşıdı sözgelimi… Ha, Hz.Hatice’nin aşkla duaya durmuş ellerine benziyor, Mim’se aşk kuyusuna sarkıtılmış bir ip gibi, bir pınar, bir göz gibi, aşk nazarı gibi. Bu iki harf birbirlerine geçmiş, sarılmış ve bitişik halleriyle muazzam bir aşk kıssasının rumuzları. Evet Kuran-ı Kerim’in süsleri…
-Taşıdığınız mesuliyetin sizi sınırlandırdığını hissettiniz mi yazarken?
se3On yıldır devam eden rutin ve ciddi bir okuma sürecim var. Son altı aylık yazma safhasındaysa çok ağır, sancılı bir süreç yaşadım. Feci bir migren nebulası, gece gündüz odaklanmanın yol açtığı harabiyet, gündüzleri bile sayıklamaya başlamıştım, yakınlarım ciddi endişeye düştüler yazım safhasında, evden dışarı çıkamıyordum, karşıdan karşıya geçmek bile zordu, sanki çalışma masasındayken bile öğle vakti ağustos güneşinin altındaydım. Gözlerim kamaşıyordu. Devasa bir mıknatıs sanki gece gündüz beni kendisine doğru çekiyordu. Manevi yükü fevkalade ağır bir yazım serüveniydi.
-Peygamber Efendimiz’in üvey evlatlarına yani Hz. Hatice’nin önceki eşinden olan çocuklarına siyer kitaplarında gereğince yer verilmediğini fark ettim sizin kitabınızı okuduğumda. Bunun sebebi en temelde ne sizce?
- Bu kadın duyarlılığı ile ilgili sanırım. Bizler için çok önemli bir ayrıntıdır bu, ama erkek yazarlar nedense bunun üzerinde çok durmamış. Bir de ifade edilmeyen bilinçaltında yerleşik düşüncelerimiz var. Bir kadının dul olması, zihinlerde negatif basınç sahasına yol açabiliyor. İnsanlar bunu bir tür nakısa, eksiklik veya imtihan olarak aktarmayı yeğliyorlar… Veya bu konuda susmayı tercih ediyorlar. Her kadın kendi kaderini avuçlarında taşır. Oysa Hz.Hatice’nin avuçlarında yeryüzünün kaderi yazılıydı. O, Sevgili’nin Sevgilisi olan bir kadındı. Onun hayatındaki hiçbirşey geçiştirilemez…
-Cennetle müjdelenen kadınlardan Asiye kaldı yazmadığınız. Hazırlıklarına başladınız mı, nasıl bir çalışma içindesiniz?
Yorgunum. Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan yeni dönmüş gibiyim. Yazmayı değil şimdilik okumayı ve dinlemeyi düşünüyorum. Yazının bir kaderi vardır. Bize bahşedilen kelimeler ne kadarsa, bahtımıza o çıkar. Allah Kerim’dir…
Çöl/ Deniz Hz. Hatice / Sibel Eraslan / Timaş Yayınları / İstanbul 2009
SON VİDEO HABER
Haber Ara