Dolar

34,9484

Euro

36,7051

Altın

2.988,58

Bist

10.125,46

Irak işgalinin hukuksuzluğunun perde arkası

Timetürk.com Muhabiri Cüneyd Altıparmak, Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Hocası Dr. Mehmet Akif Okur ile Irak işgalinin perde arkasını konuştu. İşte çarpıcı tesbitler..

17 Yıl Önce Güncellendi

2009-03-13 02:08:00

Irak işgalinin hukuksuzluğunun perde arkası

 

Av. Cüneyd Altıparmak / TIMETURK

 

Bugünler Irak?ın işgalinin dünya tarihine siyah harflerle yazılacak yıldönümü? ?Merhametin hür dünyaya ne kadar da Irak? olduğunu anladığımız, ?beyaz adamı? sorgularken ?siyah adama? ümit bağladığımız günler? Uluslararası hukukun esnekliğinin algılanamaz ve anlaşılamaz biçimde ?subjektifleştirildiği? ve tüm ülkelerin seyirci kaldığı ya da kalmak zorunda bırakıldığı; para, enerji, demokrasi ve özgürlük gibi ?çağdaş? kavramların bu çağa yakışmayacak biçimde ölüm ve öldürülmekle anıldığı ya da zorla kabul ettirildiği işgalin yıl dönümü?

 

Biz de işte bu nedenle işgalin perde arkasını araladığımız röportajımızı kendisini makale ve kitaplarından tanıdığımız Dr. Mehmet Akif Okur ile yaptık? Boğaziçi Üniversitesi mezunu olan Okur, Gazi Üniversitesi, İİBF Uluslararası İlişkiler bölümünde çalışıyor. Okur?un ?Hegemonya ve İmparatorluk Tartışmaları Bağlamında Irak Savaşı?nın Politikası? başlıklı doktora tezi, Irak?ın işgalini sıra dışı bir perspektiften analiz eden çok önemli bir bilimsel inceleme? Ayrıca kendisi, ?Uluslararası ilişkilerde Eleştirel Kuram: Hegemonya - Medeniyetler ve Robert W. Cox? başlıklı kitabın Prof. Dr. Burcu Bostanoğlu ile birlikte ortak yazarı? Şimdilerde, ?Emperyalizm, Hegemonya, İmparatorluk: Tarihsel Dünya Düzenleri ve Irak?ın İşgali? isimli kitabını yayına hazırlıyor? Bizde bu çalışmalarından dolayı Okur?a işgalin uluslararası hukuk bağlamındaki yerini sorduk, yoğun çalışmasının arasında yine Irak?a dair bir mola vermesini istedik.

 

 

Cüneyd Altıparmak: ?Irak?ı Anlamak? isimli kitabında William R. Polk, bu coğrafyanın tarihsel açıdan devamlı istilalar ve işgallerle karşı karşıya kaldığından bahsetmekte? Bu anlayış neyi refere ediyor sizce?

 

Dr. Mehmet Akif Okur: Polk?un söyledikleri, Irak?ın işgaliyle ilgili tartışmalarda, basmakalıp olarak tekrarlanan bir yaklaşım tarzını temsil ediyor. Barındırdığı ironinin altını çizmek maksadıyla ?bal ve sinek teorisi? dediğim bu açıklama modelini yalnızca analitik içerikten yoksun olduğu için eleştirmiyorum. Bu söylemin masum görüntüsünün altında, işgalin içselleştirilmesine ve işgal kararını alanların düşünce biçimlerinin doğallaştırılmasına da hizmet ettiği kanaatindeyim. Bu yaklaşım tarzının muhtelif versiyonları bulunuyor. Kabaca özetlemek gerekirse; önce Irak?ın zenginlikleri ya da jeopolitik konumu yüzünden tarihin her devrinde büyük güçlerin iştahlarını kabarttığından bahsedilir. Ardından, 2003 yılındaki işgalin de daha önce defalarca gerçekleşen benzeri olaylar zincirinin yeni bir halkasından ibaret olduğu sonuncuna ulaşılır. Her şeyi açıklar gibi görünen bu kalıp, tam da bu yüzden aslında bizlere hiçbir şey söylememekte. 

 

Ancak bu mantık zinciri, işaret ettiğim gibi, bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde başka bir işlev görüyor. Güçlülerin ?doğal olarak? başvurduğu yaygın bir pratikten, adeta bir tarih yasasından söz etmeye başladığınızda Bush yönetimini eleştirmek için eldeki ahlaki gerekçelerin üzerlerini de örtmüş olursunuz. Eğer bu coğrafyanın ?kaderi? güçlülerin istilalarına uğramaksa, ABD de aslında güce kılavuzluk eden tarih kanunlarına uymaktan başka bir şey yapmamıştır. Kadere boyun eğdiği için kim suçlanabilir ki?

 

 

Şüphesiz kader ve bunun getirdikleri açısından yaklaşılamaz duruma, yıl dönümünde Irak?ın işgalini nasıl anlamak gerekiyor sizce?

 

Ben Irak Savaşı?nın sebeplerinin, işgali gerçekleştiren aktörün en az işgale maruz kalan coğrafya kadar mercek altına yatırılarak araştırılması gerektiğini düşünüyorum. İşgali açıklamak için oluşturduğum modelin iki temel unsuru var. Bunlardan ilki, işgal fiilinin içinde gerçekleştiği en geniş çevre olan dünya sisteminin dinamikleri. İkincisi ise, işgalin failinin, yani ABD?nin iç dinamikleri. Sağlıklı sonuçlara ulaşmak için hem sistemi, hem de aktörün niteliklerini ve evrim süreçlerini tahlil etmek zorundayız. İşgalin, dünya sisteminin evrimine ilişkin boyutunda küreselleşme süreçlerinin ortaya çıkardıkları manzara yer alıyor. ABD?deki bazı kesimler tarafından desteklendiği biçimiyle küreselleşme, Amerikan devlet aygıtının tehdit kategorisinde gördüğü belli başlı iki önemli sonuç doğurmuştur. Bunlardan ilki, bütünleşme ve derinleşme yolunda ciddi adımlar atan Avrupa?nın, Sovyetlerle kıyaslanacak bir dış tehdidin bulunmayışının da etkisiyle, Amerikan devlet aygıtı etrafında şekillenen uluslararası sistem içerisinde daha eşitlikçi bir rol talebidir. İkincisi de, ulusaşırılaşma sayesinde çevredeki Çin gibi otoriter ülkelerin hızlı bir ekonomik zenginleşme ivmesi yakalamalarıdır. ABD?nin iç dinamikleri açısından ise manzara şöyledir. 2000 yılındaki seçimlerde, kitlesel düzeyde Hristiyan Sağı?nın, entelektüel planda ise yeni muhafazakarların destekledikleri bir tarihsel blok iktidara gelmiştir. Bir iktidar koalisyonu olan bu bloğun bileşenlerine baktığımızda, gücün uluslararası kurumlar, Avrupalı müttefikler ve sistem içindeki diğer büyük oyuncularla paylaşılmasını öngören bir küreselleşme vizyonuna şiddetle muhalefet ettiklerini görmekteyiz. Bu muhalefet içerde, ulusaşırılaşmanın aktörleri konumundaki bazı kozmopolit iş çevrelerini ve seçkinleri de hedef tahtasına yerleştirmiştir. Tarihsel bloğun İsrail sağı ile ilişkileri de bu resmi tamamlamaktadır.

 

Enerji ve ekonomi ilişkisi tekrar karşımıza çıkıyor o zaman?

 

Tabi ki; ancak bunu söylerken, petrol şirketleri ve Amerikan devlet aygıtının çıkarlarını bütünüyle özdeş kabul eden perspektiflerin kolaycılık ve yanıltıcılıklarından da kaçınmak lazım. Süreç içerisinde bu aktörler, önemli bazı noktalarda uyuşamamışlardır. Mümkün olduğu kadar yüksek fiyattan petrol satabilmek, petrol şirketlerinin karlarını arttırmaktadır. Ancak Amerikan ülkesel ekonomisinin sorumluluğunu taşıyan Amerikan devlet açısından bu durum yıkım anlamına gelmektedir. Amerikan ülkesel ekonomisinin petrolle ilgili temel çıkarı, petrolün güvenli bir şekilde ve mümkün olan en ucuz fiyattan ithalinin garanti altına alınmasıdır. Nitekim işgal planlanırken, Irak?ın petrol üretiminin hızla arttırılarak OPEC?in yıkılmasının da hedefler arasında yer aldığı bilinmektedir. İşin Amerikan devletini ilgilendiren bir diğer boyutu ise, diğerlerinin kullanacakları enerjinin denetimi meselesidir. Bu da jeopolitik güç dengelerindeki değişimle ilgilidir. Irak?ın işgali yoluyla enerji kaynaklarının doğrudan denetim altına alınmasının, küreselleşme süreçlerini Amerikan devlet aygıtı etrafında merkezileştireceği umulmuştur. Bu yüzden, Irak?ın BM?nin ve önemli Avrupalı müttefiklerin muhalefetlerine ?rağmen? işgal edilmesi, bilinçli bir seçimdir. Amerikan gücünün, uluslararası kurumlar ve yönetişim mekanizmaları tarafından disipline edilerek görelileştirilmesine tepki duyan Bush yönetimi, Irak?ı işgal kararını alırken yalnızca bir Ortadoğu ülkesine değil, tüm uluslararası sisteme meydan okumuştur. Sistemi tek başına ve yeni parametreler etrafında tarif etme gücüne sahip olduğunu göstermek istemiştir.

 

 

İşgalin boyutları görünenden çok çok fazla yani?

 

Kesinlikle öyle; eşit ortaklık taleplerini reddeden bu adım karşısında muhalefet eden ülkeler ve kurumların zayıflıklarını hissedecekleri ve Amerika?nın askeri gücüne dayanarak oluşturacağı yeni statükoya uyum sağlayacakları umulmuştur. Fransa, Almanya ve Rusya?yı yan yana getiren, George Soros gibi isimlerin Bush yönetimini şiddetle eleştirmelerine sebep olan fotoğrafın arkasında bu gerçek yatmaktadır. Bir başka söyleyişle, Irak üzerinden dizayn edilmek istenen yalnızca bir ülke ya da bir bölge değil, tüm dünyadır.

 

Bildiğiniz üzere asıl konumuz işgalin hukuksuz olduğunu uluslararası argümanlar yani uluslar arası kurumların davranışları açısından irdelemek, biraz önce değindiğiniz hususlar konunun sosyal, ekonomik ve siyasal boyutu açısından bazı ipuçları içeriyordu, toplumun bildiği ama ifade edemediği durum ise bu işgalin neden hukuksuz olarak nitelendirildiği. Yani bu işgal niçin meşru değil?

 

Konuya, uluslararası hukukun temel metinleri açısından bakmak gerekiyor, Birleşmiş Milletler Andlaşması'nın 2. maddesinin 3 ve 4. fıkralarına göre, tüm üyeler, uluslararası nitelikteki uyuşmazlıklarını, uluslararası barış ve güvenliği ve adaleti tehlikeye düşürmeyecek biçimde, barışçı yollarla çözerler. Yine tüm üyeler, uluslararası ilişkilerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığına karşı, gerekse de Birleşmiş Milletler'in amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar. Bu düzenlemelerden de anlaşılacağı üzere, BM Andlaşması ile devletler, uluslararası ilişkilerinde kuvvet kullanımına başvurmayacaklarını taahhüt etmektedirler.  Ancak Andlaşma metnine bakıldığında, kuvvet kullanma yasağının istisnalarının bulunduğu da görülmektedir. Bu istisnalar 1. Meşru Müdafaa, 2. BM Güvenlik Konseyi Kararıyla Kuvvet Kullanma, 3. BM Güvenlik Konseyi'nin faaliyete başlamasına kadar geçecek sürede beş daimi üyenin kuvvet kullanması, 4. İkinci Dünya Savaşı'ndaki düşman devletlere karşı kuvvet kullanılması şeklindedir.  Bunlardan son ikisine hiç başvurulmadığı gibi, artık günümüz açısından da bir anlam ifade etmemektedirler.

 

Bu durumda uluslararası hukuk açısından meşru sayılabilecek şekilde kuvvet kullanımının iki yolu bulunmaktadır: Meşru müdafaa ve BM Güvenlik Konseyi kararıyla kuvvet kullanılması. Uluslararası hukukta meşru müdafaa, ?bir devletin başka bir devletçe kendisine karşı girişilen hukuka aykırı kuvvet kullanma eylemine ani ve doğal olarak kuvvet kullanma yoluyla karşılık vermesi? şeklinde tanımlanmaktadır.  Devletlerin meşru müdafaa haklarının Birleşmiş Milletler Andlaşması'nın VII. bölümünde yer alan 51. maddeyle düzenlendiğini görmekteyiz. 51. maddeye göre Andlaşma'nın hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletler üyelerinden birinin silahlı bir saldırıya hedef olması halinde, Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin korunması için gerekli önlemleri alıncaya dek, bu üyenin doğal olan bireysel ya da ortak meşru savunma hakkına halel getirmez. Üyelerin bu meşru savunma hakkını kullanırken aldıkları önlemler hemen Güvenlik Konseyi'ne bildirilir ve bunlar Konsey'in Andlaşma gereğince uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması için gerekli göreceği biçimde her an hareket etme yetki ve görevini hiçbir biçimde etkilemez.

 

ABD de meşru müdafaadan bahsediyordu. Meşru müdafaanın kriterlerine uyan bir söylem miydi?

 

Bu noktada ABD?in argümanları olan ?Önleyici Savaş? ve ?ön alma? kavramlarının daha iyi değerlendirilebilmesi açısından uluslararası hukukta meşru müdafaa hakkının hangi şartlar altında doğduğuna bakmak gerekiyor. Biraz önce değindiğim 51. madde, meşru müdafaa hakkının doğabilmesi için ?silahlı bir saldırı?nın gerekliliğinin altını çizmektedir. Ancak ?saldırı? kavramının uluslararası hukuk açısından bağlayıcı bir tarifi bulunmamaktadır. Bağlayıcı olmamakla birlikte BM Genel Kurulu'nun 1974 yılında aldığı 3314 sayılı karar ile saldırı kavramını tanımladığı görülmektedir. Kararın 1. maddesine göre, saldırı, bir devletin diğer bir devletin egemenliğine, ülke bütünlüğüne veya siyasi bağımsızlığına karşı veya Birleşmiş Milletler Andlaşması ile bağdaşmayan diğer herhangi bir tarzda silahlı kuvvet kullanılmasıdır. Ayrıca 51. maddedeki meşru müdafaa hakkının muhtemel bir saldırı için geçerli olmadığı hususu genel kabul gören görüş olma özelliğine sahiptir. Bu konuda sık sık atıf yapılan Uluslararası Adalet Divanı'nın Nikaragua Davası'nda verdiği karar metninde yer alan ?bu hakkın kullanımı, ilgili devletin bir silahlı saldırının mağduru olmasına bağlıdır? cümlesi de genel kabul gören yaklaşımı destekler mahiyettedir. Meşru müdafaa hakkının kullanımıyla ilgili olarak değinilmesi gereken iki önemli ilke daha bulunmaktadır. Bunlar ?gereklilik? ve ?orantılılık?tır.

 

Gereklilik, saldırının durdurulması için kuvvet kullanımı dışında başvurulabilecek başka bir yolun kalmaması anlamına gelmektedir.

 

Orantılılık ise, kullanılacak araçların meşru müdafaayı gerekli kılan ihlalle orantılı ve onu bertaraf etmeye yetecek kadar olmasıdır. Zira meşru müdafaanın amacı saldırgan tarafı cezalandırmak değil, mevcut hukuki durumu korumak, eğer bozulmuşsa da eski haline getirmektir. Bunlara ilave olarak, 51. maddede açıkça belirtildiği gibi meşru müdafaa hakkı kullanılırken alınan önlemlerin acilen Güvenlik Konseyi'ne bildirilmesi ve Güvenlik Konseyi'nin alacağı kararlara uyulması gerekmektedir. Meşru müdafaa hakkının kullanılması, Güvenlik Konseyi'nin uluslararası barış ve güvenliği korumaya ilişkin yetkilerini ortadan kaldırmamaktadır. Güvenlik Konseyi'nin uluslararası barış ve güvenliği korumak amacıyla gerekli gördüğü kararları ve tedbirleri almasından sonra ise meşru müdafaa hakkı çerçevesinde kuvvet kullanımına da son verilmesi gerekmektedir. Birleşmiş Milletler Andlaşması çerçevesinde meşru olarak kuvvet kullanımının ikinci yolu da BM Güvenlik Konseyi'nin bu yönde bir karar almasından geçmektedir.  BM Andlaşması'nın 24. maddesiyle, uluslararası barış ve güvenliğin sağlanmasında başlıca sorumluluk Güvenlik Konseyi'ne verilmiştir. Andlaşmanın 39. maddesinde de: ?Güvenlik Konseyi, barışın tehdit edildiğini, bozulduğunu ya da bir saldırı eylemi olduğunu saptar ve uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması için tavsiyelerde bulunur veya 41 ve 42. Maddeler uyarınca hangi önlemler alınacağını kararlaştırır.? denilmektedir. Ancak, hangi durumlarda barışın tehdit edildiği veya bozulduğunun tespitine dair BM Andlaşması'nda açık bir düzenleme bulunmamaktadır.

 

Bu konuda Güvenlik Konseyi'nin oldukça geniş bir yetkiye sahip olduğu görülmektedir. 39. maddeyi ilgilendiren bir durum tespit ettiğinde Güvenlik Konseyi'nin alabileceği tedbirleri, geçici ve zorlayıcı önlemler olmak üzere iki guruba ayırmak mümkündür. BM Andlaşması'nın 40. maddesine göre geçici tedbirlerin amacı, durumun daha fazla vahimleşmesini önlemektir. Geçici önlemlerin neler olduğu Andlaşmada düzenlenmemiş olmakla birlikte uygulamada Güvenlik Konseyi'nin, çatışmaların durdurulması, ateşkes, silahlı kuvvetlerin geri çekilmesi, taraflar arasında anlaşmaya varılması ve askeri malzemelere ambargo konulması gibi geçici önlemler aldığı görülmektedir. Andlaşmanın 41. maddesinde askeri olmayan zorlayıcı önlemler yer almaktadır. 41. maddeye göre: ?Güvenlik Konseyi, kararlarını yürütmek için silahlı kuvvet kullanımını içermeyen ne gibi önlemler alınması gerektiğini kararlaştırabilir ve Birleşmiş Milletler üyelerini bu önlemleri uygulamaya çağırabilir. Bu önlemler, ekonomik ilişkilerin ve demiryolu, deniz, hava, posta, telgraf, radyo ve diğer iletişim ve ulaştırma araçlarının tümüyle ya da bir bölümüyle kesintiye uğratılmasını, diplomatik ilişkilerin kesilmesini içerebilir.?  Zorlayıcı olmayan önlemler ile askeri olmayan zorlayıcı önlemler dışında Güvenlik Konseyi, zorlayıcı askeri tedbirleri içeren 42. maddeyi devreye sokma yetkisine sahiptir: ?Güvenlik Konseyi, 4. madde'de öngörülen önlemlerin yetersiz kalacağı ya da kaldığı kanısına varırsa, uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması için, hava, deniz ya da kara kuvvetleri aracılığıyla, gerekli saydığı her türlü girişimde bulunabilir. Bu girişimler gösterileri, ablukayı ve Birleşmiş Milletler üyelerinin hava, deniz ya da kara kuvvetlerince yapılacak başka operasyonları içerebilir.?  

 

BM Andlaşması'nın 48. maddesi, Güvenlik Konseyi'nin 42. maddeyi hangi yollarla uygulayabileceğini göstermektedir. 48. maddenin 1. fıkrasında: ?Güvenlik Konseyi'nin uluslararası barış ve güvenliğin korunması konusundaki kararlarının yürütülmesi için gerekli önlemler, Birleşmiş Milletler'in tüm üyeleri ya da bunlardan bazıları tarafından alınır.? denilirken, 2. fıkrasında da ?Bu kararlar, Birleşmiş Milletler üyeleri tarafından doğrudan doğruya ve üyesi bulundukları uluslararası kuruluşlar içindeki eylemleriyle yürütülürler.? denilmektedir. Böylece Güvenlik Konseyi kararlarının yetkilendirme yoluyla NATO gibi örgütler tarafından uygulanması mümkün olmaktadır.

 

O zaman tam bu noktada şöyle bir soru sormam gerekiyor sanırım, Irak?tan istenen somut talepler nelerdi, neyi yapmak istemediler, savaş sonrası idama mahkûm olan Saddam?ın istemediği neydi?

 

UNSCOM?la yaşanan sorunlar ve Çöl Tilkisi harekatının ardından, 1284 sayılı kararla UNMOVIC kurulmuştur. Fakat Saddam Hüseyin 1441 sayılı karar çıkana kadar denetçileri ülkesine kabul etmemiştir.  1441 sayılı kararda, Irak?ın 687 sayılı kararı ihlal ettiği tasdik edilmiştir. Aynı kararla Irak?a, silahsızlanma hususundaki yükümlülüklerini yerine getirmesi için katı bir denetleme rejimi ?son fırsat? olarak sunulmuştur. Rejimle, UNMOVIC ve IAEA denetçilerine güçlendirilmiş bir otorite verilmiştir. Kararda Irak?tan yeni rejimi kabule ettiğini yedi gün içinde açıklaması ve otuz gün içinde de kitle imha silahları programının bütün yönlerini detaylı bir şekilde ilan etmesi talep edilmiştir. Ancak kararda, Irak?ın söz konusu rejime uymayı reddetmesi halinde güç kullanılacağından bahsedilmemektedir. Bunun yerine Fransa, Rusya ve Meksika?nın ısrarlı talepleriyle Irak?ın denetleme rejimini maddi bir ihlali ortaya çıktığı takdirde durumun, Güvenlik Konseyi?nde ele alınmasına ilişkin bir hüküm karar metninde yer almıştır. Irak, kararın gereklerini yerine getireceğini belirtmiş ve 8 Aralık 2002 tarihinde 11.807 sayfalık silah raporunu BM?ye sunmuştur. 27 Ocak?ta Irak?taki çalışmalarını tamamlayan UNMOVIC Direktörü Hans Blix ve IAEA Direktörü Muhammed El Baradey, yaptıkları açıklamalarda Irak?taki denetlemelerinin sonuçlarını kamuoyuyla paylaşmışlardır. Bu açıklama sırasında Irak?ın elinde bulunduğuna inanılan kimyasal ve biyolojik silahları açıkça tespit ettikleri yönünde bir ifade Hans Blix tarafından kullanılmamıştır. UNMOVIC?in hikayesini kısaca bu şekilde özetledikten sonra, Saddam?ın davranışlarının gerekçeleri hakkında şunları söylemek mümkündür. Bugünden baktığımızda Irak?ta kitle imha silahı stoğunun bulunmadığını biliyoruz. Öyleyse Saddam niçin denetçileri engelledi? Bunu, hem dışardan gelecek muhtemel bir saldırıyı hem de içerde baş gösterecek bir ayaklanmayı göğüslemeye hazırlanmasıyla açıklayabiliriz. Saddam, gerçekte kitle imha silahlarına sahip olmasa da, potansiyel hasımların zihinlerinde soru işareti bırakarak caydırıcılığını korumak istemiş olabilir.

 

 

Sanırım tekrar ABD?nin argümanlarına dönmemiz gerekiyor..

 

ABD yetkililerinin uluslararası kamuoyuna deklare ettikleri görüşlerine bakıldığında Irak'a karşı kuvvet kullanma kararlarını belli başlı üç gerekçeye dayandırdıkları görülmektedir. Bunların ilki, Irak'ın 687 sayılı kararla sağlanan ateşkes şartlarına uymaması, yani dolaylı olarak BM Güvenlik Konseyi'nin kuvvet kullanımına ilişkin önceki kararlarının ?otomatik? olarak kuvvet kullanma yetkisi tanıdığı; ikincisi Bush Doktrini çerçevesinde ?önleyici savaş? kavramına dayanılarak ?meşru müdafaa? yapıldığı tezi; üçüncüsü ise ?insani gerekçeler?dir.  Bugün bunların her üçünün de geçersiz olduklarını açıkça görebiliyoruz. Hukuki açıdan bakıldığında, 1441 sayılı karar ABD?ye otomatik olarak kuvvet kullanma yetkisi vermemiştir. Nitekim, 1441 sayılı kararın ardından ABD, Konsey'den kuvvet kullanımı yetkisi almak için çaba gösterip başarısız olmuştur. Bu durum da Amerika'nın zımnen Irak'ta kuvvet kullanımı için Güvenlik Konseyi'nden yeni bir yetki alınması gerektiğini kabul ettiğini göstermektedir. ABD kuvvet kullanımı kararını açıkladığı resmi beyanlarında 1441 sayılı karara atıfta bulunmamaktadır. ABD bunun yerine kuvvet kullanma kararını 678 sayılı karara bağlamıştır. Ancak, Irak'a karşı kuvvet kullanma yetkisi veren 678 sayılı karar, ateşkes şartlarının belirlendiği 687 sayılı karardan önce gelmektedir. Bu yüzden, Irak ateşkes şartlarını ihlal etmiş olsa bile ABD'nin kuvvet kullanma yetkisi bulunmamaktadır. 687 sayılı kararın çıkmasıyla birlikte 678 sayılı kararla Kuveyt'in işgalden kurtarılması için verilen kuvvet kullanma yetkisi ortadan kalkmıştır.  Zaten, 678 sayılı kararla verilen kuvvet kullanma yetkisi kitle imha silahları ile değil, Irak'ın Kuveyt'ten çıkarılması ile ilişkilidir. Yine 678 sayılı kararın Kuveyt'in egemenliğinin ve toprak bütünlüğünün yeniden tesisini içerdiği, Irak'ın işgali için bir hüküm içermediği ortadadır.  Bugünden bakıldığında Irak?ta kitle imha silahı stokuna rastlanılmaması, bütün bu hukuki tartışmayı zaten anlamsızlaştırmaktadır. Benzer bir şekilde diğer iki gerekçenin de uluslararası hukuk bakımından sağlam dayanakları bulunmamaktadır.  Bush yönetiminde yer alan önemli isimlerin işgalin ardından yayınladıkları hatıralarına ve verdikleri beyanatlarına baktığımızda da işgal kararının BM Denetçilerinin raporlarını hazırlamalarından çok önce alındığı anlaşılmaktadır. Önce işgale karar verilmiş, ardından da buna uygun hukuki ve ahlaki gerekçeler aranmıştır.

 

?Bush? paradigmasının siyasal ve ekonomik anlamda ABD?ye de, sürüklediği ve peşine taktığı diğer dünya ülkelerine de nasıl zarar verdiğinin tarih ve uluslararası ilişkiler açısından birçok araştırmaya konu olacağı kesin. Mevcut durumda ise siyasi bir değişim yaşandı ve ?siyahi? bir başkan yönetiyor ABD?yi. Ne öngörüyorsunuz, neler olur sizce?

 

Gerçekten de göründüğünden daha kapsamlı ve zor bir soru bu. Sağlıklı bir öngörüde bulunabilmek için bir sürü değişkeni önce masaya yatırmak, daha sonra da muhtemel gelişme güzergahlarıyla ilgili ciddi analizler yapmak gerekiyor. Bu yüzden ancak, düşünmemize yardımcı olabilecek çok genel bir çerçeve çizeceğim.

 

Aslında Obama, 2000?de iktidara gelen Bush yönetiminin karşısında bulunduğu aynı temel problemle yüzleşmek durumunda. O problem de şu: Dünya sistemi büyük bir dönüşüm sürecinden geçiyor ve ABD de bu dönüşüm karşısında bir cevap üretmek mecburiyetinde. Dünya sistemlerindeki dönüşüm dönemleri, belirsizlik ve çatışma risklerinin en yüksek olduğu evrelerdir.  Sisteme hakim olan ülke, yeni yükselen güç merkezleriyle nasıl bir ilişki kuracaktır? Onları tatmin edecek bir alan açacak mıdır? Çatışmayı ve cezalandırmayı mı yoksa sisteme eklemlemeyi mi tercih edecektir? Tüm bu soruların simetrik benzerleri, yükselen güçler için de geçerlidir. Ayrıca bu listeye eklenmesi gereken başka sorular da var. Bu değişim döneminde, küresel piyasalar gibi ulusaşırı alanların ve aktörlerin eğilimleri nasıl şekillenecek? Kriz sürecinde ve sonrasında karşımızda nasıl bir dünya bulacağız? vs.

 

Bu yüzden bilmeliyiz ki, tek tek meseleler gibi karşımızda duran birçok sorun, ya bu temel meselenin doğrudan tezahürüdür, ya da bir biçimde bu dinamikle ilişki içindedir. Füze kalkanından, Gürcistan?a, İran?dan Kore ve Tayvan?a, Irak ve İsrail?e uzanan kriz çemberini dünya sistemindeki değişim dinamiklerini hesaba katmaksızın anlayamayız.

 

Bush yönetimi, Amerika?nın çok daha geniş kaynaklara sahip olduğu bir dönemde, sert güce dayalı bir stratejiyle değişim dinamiklerini yönlendirmeye çalıştı.  Aradan geçen sekiz yılın bilançosuna baktığımızda, bu stratejinin hem başarısız olduğunu, hem de çok ciddi miktarda kaynak yuttuğunu görmekteyiz. ABD Irak?ı işgal etmesine rağmen, petrol kaynakları üzerinde denetim sağlayamadığı gibi, rakiplerinin güçlenme süreçlerini hızlandıracak bir uluslararası iklim de yaratmış bulunuyor. Üstelik tüketilenler yalnızca maddi kaynaklarla da sınırlı değil. ABD, kabaran insan hakları siciliyle bir hegemon için elzem olan ahlaki liderliğini de yitirmiş durumda. Finansal kriz, desteklediği ekonomik modelin de gözden düşmesine sebep oluyor. Örneğin, bundan sonra Çin?in veya bir başka ülkenin karşısına geçip, öğretmenlik rolüne soyunmak kolay olacak mı?

 

Obama yönetimi, bahsettiğimiz problemin daha karmaşıklaşmış bir haliyle üstelik  daha az kaynakla yüzleşmek durumunda. Bush yönetiminin tercih ettiği yolun sonuçları ortadayken, daha farklı bir strateji izlemesini beklemek gerekir. Bu noktada, Amerikan dış politikasına dair temel vizyonları kaba hatlarla üçlü bir tasnife tabi tutarak geleceğe ilişkin beklentiler hakkında fikir yürütebiliriz. Bunlardan ilki olan tek taraflılık, Bush yönetiminin başarısızlıklarıyla birlikte rafa kalkmış gözüküyor. Birbirleriyle geçişkenlikleri olan diğer iki vizyonu ise, Atlantikçilik ve küreselcilik olarak isimlendirebiliriz. Atlantikçilik, ABD ve Avrupa?yı aynı saflarda Asya?da yükselen tehdidin karşısında konumlandırırken, küreselci vizyon Asya?nın da sisteme entegre edildiği bir gelecek vizyonu öngörüyor.

 

 

Obama yönetiminin ilk açılımları, Atlantikçiliğe daha yakın ancak küreselci vizyonu da söylem düzeyinde dışlamayan bir görüntü veriyor. Bunu, zayıflayan hegemonun gerileyişini yavaşlatmak için güvenilir gördüğü partnerlerle daha fazla sorumluluk paylaşması olarak yorumlamak da mümkün. Sorumluluk paylaşmak demek, ?yetki? paylaşmak demektir. Obama ve yeni Amerikan yönetimi bu paylaşımı hangi eşiğe kadar sürdürecek? ABD?nin içinde bulunduğu durumu nasıl okuyorlar? Geçici bir krizle mi yüzleştiklerini düşünüyorlar? Eğer öyleyse, sadece toparlanana kadar devam edecek bir paylaşım sürecinden mi bahsediyoruz. Yoksa, tek kutuplu anın tamamen arkada kaldığını fark eden bir siyasi akıl mı var. Eğer bu doğruysa Obama ve ekibinin dış politika adımlarını, ABD?nin sistemin en büyük gücü olmasına rağmen, tek ve rakipsiz hakimi olamayacağı bir geleceğe hazırlanmak olarak yorumlayabilir miyiz?

 

İngiliz imparatorluğu örneği bize, ?geri çekilme?nin ve rol paylaşımının önemli bir emperyal strateji olduğunu hatırlatıyor. Geçmişteki örneklerin verdiği ders şu; imparatorluğun dengeli bir şekilde tasfiyesi, emperyal çekirdeğin daha uzun süre büyük bir güç olarak dünya sistemi içindeki varlığını korumasını garanti altına alıyor. Obama yönetimi, acaba ABD?nin bu eşiğe geldiği düşüncesinde mi? Görünürdeki güven tazeleme arayışı ne kadar uzun soluklu olacak? Bunu söylemek için henüz çok erken. Ancak küresel finans krizinin nihai sonuçları ortaya çıktıkça, bu yöndeki tartışmaların artacağını tahmin edebiliriz.

 

Bu güzel söyleşi için ve özellikle anlatımdaki yalınlığınız için çok çok teşekkür ederim

 

Ben teşekkür ederim.

 

 

 

Haber Ara