Abdülhamit Bilici / Zaman
Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin (UCM) Sudan lideri Ömer el Beşir hakkındaki tutuklama kararına Ankara'nın verdiği tepki, bazılarına göre çifte standart. Nasıl olur da Gazze'de İsrail'e meydan okuyan Türkiye, Darfur'da Sudan yönetiminin yanında yer alır?
Uzaktan bakınca mantıklı gibi görünen bir yaklaşım bu. BM'ye göre 300 bin kişinin öldüğü, 2 milyondan fazla insanın evsiz kaldığı Darfur'da yaşananlar elbette kabul edilemez. Uluslararası toplumun duyarlılık göstermesi de çok yerinde.
Gazze kadar gündemde olmasa da resmi ve sivil Türkiye, Darfur için duyarlılık sergiliyor. Erdoğan, Sudan ziyaretinde Darfur'u ihmal etmemiş; bölgedeki drama bizzat tanıklık etmişti. TİKA bölgede önemli yardım faaliyetlerinde bulunuyor. Kimse Yok mu Derneği, Orhaniye adında bir kasaba kuruyor. Gönüllü Türk doktorlar, hastalara hizmet vermek için seferber. İHH ve diğer yardım kuruluşları da bölgede aktif. Kısaca, kimse Türkiye'nin Darfur'un acısını paylaşmadığını söyleyemez.
Türkiye'nin Darfur krizinde, İslamcı bir hassasiyetle Sudan'dan yana tavır aldığı temelsiz bir iddia. Zira, bu çatışmanın tüm tarafları Müslüman. Asırlardır göçmen kabilelerle yerleşik kabileler arasında süren çatışmaların bir devamı bu. Bugünün dünden farkı ise galiba Afrika üzerindeki yeni güç mücadelesinde saklı.
Sudan yönetiminin Arap; Darfur'da mağdur olanların ise Afrikalı olduğu, dolayısıyla bunun bir Arap-Afrikalı çatışması olduğu söylenebilir. Ama bu durumda, 22 üyeli Arap Ligi'nin de 53 üyeli Afrika Birliği'nin de Beşir aleyhindeki karara karşı olduğu gerçeği nasıl görmezden gelinebilir? Buna bir de 57 üyeli İslam Konferansı Teşkilatı'nın da karara itiraz ettiği eklenince, ortaya çıkan tabloya biraz şüpheyle bakmak gerekmez mi?
Türkiye'nin çelişkisi olsa bile asıl büyük çelişki, Darfur için blok olarak ayağa kalkan Batı'nın Gazze'deki katliamı seyretmesi değil mi? Malumunuz, Sudan gibi İsrail de UCM'nin yetkisini tanımayan ülkelerden biri. Ve normalde bu mahkemenin Sudan üzerinde yargı yetkisi yok. Bunu sağlamak için UCM'nin dayandığı Roma Statüsü'ndeki bir istisnayı devreye sokmak gerekiyordu. Ve Beşir hakkındaki yargı süreci, BM Güvenlik Konseyi kararıyla başlatıldı. İslam dünyasının UCM'nin kararına ikna olması için Gazze konusunda da aynı yöntem izlenerek, İsrail Başbakanı Ehud Olmert'in de bu mahkemeye sevk edilmesi gerekmez mi?
Halbuki kendi kurumlarının bile saldırıya uğramasına rağmen BM, Gazze'de bir kınama kararı bile alamadı. Basit bir ateşkes çağrısı bile günler sonra geldi. BM'nin açıkladığı bilançoyu hatırlayalım: İsrail'in 22 gün süren Gazze saldırılarında, 437'si çocuk, 110'u kadın 123'ü yaşlı erkek, 14'ü tıp görevlisi, 4'ü gazeteci toplam 1.330 Filistinli öldü. Yaralanan 5.450 kişiden 1.890'ı çocuktu...
Üstelik Gazze'de yaşanan, bir devletin ambargo altındaki bir halka çocuk-kadın ayrımı yapmadan gerçekleştirdiği bir saldırı idi. Darfur'daki ise Sudan yönetiminin kabileler arasındaki çatışmada oynadığı dolaylı rolle ilgili. Hartum, bölgedeki vahşetin Cancavid denen milislerin eseri olduğunu iddia ediyor. Merkezden çok uzakta ve Türkiye büyüklüğündeki Darfur'daki otorite eksikliğini kabul ediyor. Suçlamalar ise milisleri bizzat Beşir'in yönlendirdiği şeklinde.
Darfur'a gidenlerin gözlemleri de olayla ilgili şüpheleri artırıyor. Kimse Yok mu'nun bölgedeki faaliyetlerine katılan Abdurrahman Sanlı bunlardan biri. Hadisenin bazı güçlerce tahrik edildiğini düşünen Sanlı, Turuncu dergisine verdiği röportajda, Darfur ile Güneydoğu arasında paralellik kurarak şöyle diyor: 'Darfur'da halkı korkutmak için planlı bir çalışma yapıldığı, görüştüğümüz bölge insanının ısrarla vurguladığı bir konuydu. Anlatılan bir olay çok tanıdıktı. Halkın daha da korkması için köy sakinlerini meydana toplayan asiler, herkesi kurşuna dizdikten sonra bir kişiyi canlı bırakıyor. Amaç, dehşetin her yere aktarılmasını sağlamak.'
Bu önemli kuşku ve çelişkilerin yanı sıra Asya, Afrika ve Ortadoğu'nun tavrı ortada iken, Batı'nın tavrını hiç şüphe etmeden mutlak doğru kabul etmek ne kadar doğru? Yetkililerin söylediğine göre, hem Hartum hem Darfur, Osmanlı geçmişimiz nedeniyle Türkiye'ye güven duyuyor. Benzer şekilde Batı'da ve İslam dünyasında güçlü bağlara sahip Türkiye'ye bu konuda taraf olma dışında bir rol düşüyor. Aksi bir siyasetin bedelini merak edenler, 1960'larda Cezayir'in bağımsızlığı konusunda Türkiye'nin Batı ile hareket etmesinin sonuçlarına bakabilir.