Dolar

34,8698

Euro

36,6444

Altın

3.017,28

Bist

10.165,59

Meyerovitch, Mevlana'nın yakınına defnedildi

Mesneviyi okuduktan sonra İslamı seçen ve Mevlana'nın tüm eserlerini Fransızca'ya çeviren Prof. Dr. Eva De Vitray Meyerovitch'in cenazesi, Konya'da toprağa verildi.

17 Yıl Önce Güncellendi

2008-12-17 15:57:00

Meyerovitch, Mevlana'nın yakınına defnedildi


Mevlana Müzesi yanındaki Sultan Selim Camii'nde düzenlenen törene, Konya Valisi Osman Aydın, Konya Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Akyürek, milletvekilleri, eski bakanlardan Agah Oktay Güner, Mevlana'yı tanıdıktan sonra Müslüman olan İtalyan Profesör Gabriel Mandell, Profesör Meyerovitch'in Fransız dostları, İranlı ve Bosna Hersekli turistler ile çok sayıda vatandaş katıldı.



Törende, Meyerovitch'in manevi oğlu, Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Dekan Yardımcısı Doç. Dr. Abdullah Öztürk de hazır bulundu.

Cenaze namazını kıldıran Konya Müftüsü Şükrü Özbuğday, namaz sonrası yaptığı konuşmada, 'Mevlana hayranı Fransız profesör artık aramızda ve bizim misafirimiz' diyen Özbuğday, törene katılanlardan Meyerovitch'e haklarını helal etmelerini istedi.



Özbuğday'ın konuşmasının ardından Meyerovitch'in cenazesi, protokol üyeleri ve vatandaşların omuzlarında Üçler Mezarlığı'na kadar taşınarak burada açılan mezara defnedildi.

Defin işleminin ardından törene katılan din görevlileri Meyerovitch için Kur'an-ı Kerim okudu.

Mesnevi'yi okuduktan sonra İslamı seçip Havva Meryem adını alan Fransız profesör Meyerovitch, 1999'da 90 yaşında vefat etmiş ve cenazesi Paris'te toprağa verilmişti.



Prof. Dr. Eva De Vitray Meyerovitch'in, 26 Mayıs 1998'de Konya'da düzenlenen sempozyumda yaptığı 'Mevlana ve Psikoloji' konulu konuşmasının sonunda, 'Benim gibi yaşlı bünyesi, hasta kalbiyle kilometreler katetmek bile Hz. Mevlana'nın huzurunda yorgunluk değil, mutluluk verir. Onun maneviyatının gölgesinde kıyamete kadar kalabilmek için beni Konya'ya gömün' dediği öğrenildi.



Eva de Vitray-Meyerovitch (Havva) kimdir?

Fransız arsitokrat bir aileden gelen 1909 doğumlu olan Eva dö Vitrey-Meyeroviç (Eva de Vitray-Meyerovitch) hukuk ve felsefe eğitimi aldıktan sonra, çalışmalrın edebiyat, felsefe ve tasavvuf konuları üzerinde yoğunlaştırdı. Fransa'nın dünya çağında saygın bilim ve araştırma kurumu olan İlmî Araştırmalar Millî Merkesi (CNRS) üyesi oalrak bu müessesede yöneticilik ve uzmanlık yaptı. Mevlâna ile İkbal'in hemen hemen bütün eserlerini Fransızca'ya çevirdi. gerek bu önemli tercümeleri, gerekse yaptığı salon ve radyo konuşmalarıyla çok sayıda Fransız aydının İslâm'a ısınmasına ve pek çok kişinin de Müslüman olmasına vesile oldu. Ezher Üniversitesi dahil, dünyanın birçok ülkesindeki üniversitelerde dersler ve konferanslar verdi. Telif ve tercüme olarak kırk kadar esere imza attı. Mevlâna'yı mürşidi olarak gördü. Türkiye'yi ve insanımızı çok sevdi. Prof. Dr. Eva di Vitrey Meyeroviç (Eva de Vitray-Meyerovitch), Müslüman olduktan sonraki adıyla Havva Hanımefendi, 24 Temmuz 1999'da rahmet-i Rahmân'a kavuştu.

Eva'dan Havva'ya (Meyerovitch'in hayatı)

Eva'dan Havva'ya (Meyerovitch'in hayatı)

Cumhuriyet Ü. İlahiyat Fakültesi Dekan Yardımcısı ve Gazetemiz Yazarı Prof. Dr. Ramazan Altıntaş Eva de Vitray Meyerovitch'in yaşam öyküsünü yazdı.

 

Eva de Vitray-Meyerovitch 1909 yılında aristokrat ve Katolik bir Fransız ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Seçkin tabakaya mensup çocukların okuduğu özel okullarda eğitim görür. Ailesi tarafından Katolik ve aristokrat olarak yetiştirilir. İlköğrenimini rahiplerin gözetiminde Katolik okulunda tamamlar. Latince-Grekçe bölümünü bitirerek liseden mezun olur. Ardından hukuk tahsilini tamamlar ve felsefe doktorası yapar. Fransa?nın dünya çapında en saygın bilim ve araştırma kurumu, İlmî Araştırmalar Millî Merkezi'nde (CNRS) yönetici ve uzman olarak çalışır. Yüzyılımızın en ünlü bilim ve fikir adamlarıyla beraber olur. Onları yakından tanır ve kendileriyle ortak çalışmalar ve projeler yürütür.

 

Eva?nın yaşadığı yıllar, Batı toplumlarında insanın aşkınla irtibatının koparıldığı pozitivizmin en yaygın ve kurumsal anlamda hayata hâkim kılındığı yıllardır. O, modern insanın ve kendisinin içine düştüğü krizlere teolojik açıdan çözümler aramaktadır. Bu yılları hep kilisede ve rahibelerin içinde geçirir. Kafasını Katolik mezhebinin Tanrı?nın anası, Tanrı?nın oğlu vb. irrasyonel temelde çözümsüz sorularına takar. Saygın teologlarla tartışmalara girer. Ruhunu ve aklını tatmin edecek bir cevap alamaz. Kafasını meşgul eden onca soruya alabildiği tek cevap, çoğu kez ?Allah'a dua et de sorularını gidersin?  şeklinde olunca artık gönlü de rahatsız olmaya başlar. Felsefe doktorasıyla da aklı iyice karışan Eva Hanım Kitab?a, ilahi geleneğe göre değil de konsüllerin aldığı kararlara uymak zorunda olmasından duyduğu büyük bir rahatsızlıkla bir arayış içerisine girer. Bir sûfi?nin dediği gibi: ?Aramakla bulunmaz, ama bulanlar hep arayanlardır.? O da bu arayışında kararlıdır, azimlidir.

Eva de Vitray kendi ifadesiyle Papa?nın yanılmazlığı, teslis, aforoz, azizlerin masumiyeti, doğmalarla ve gizemle örülü bir din anlayışı, İncil?in sahihlik sorunu, bin bir hurafe türleri,  günah çıkarma, kilise vergisi, akıl karşıtlığı vb. gibi Hıristiyan doğmaları tek tek sorgulamaya başlar. Hıristiyanlığın onu bir çıkmaza sürüklediğini ve bu çıkmazların onu bu arayışa ittiğini belirtir. Sonunda Eva Hanım, Hıristiyanlığın İslam'dan üstün bir din olmadığına karar verir. Günün birinde eski bir dostunun hediyesi bu fırtınalı gönlü sükûna erdirmeye vesile olur. Bu hediye Dr. Muhammed İkbal?in ?İslam'da Dini Düşüncenin Yeniden İnşası? isimli eseridir. Sanki bir anda tüm sorularına cevap bulduğu hissine kapılır, bu eserle. Dr. İkbal ona,  yeni kıblesini, yönünü gösteren bir pusula gibi işlev görür.  İkbal?in eseri, İslam?ı keşfetmesini sağlar.  Yine kendi ifadesiyle, Virgile?nin semavi seyahati sırasında Dante?ye kılavuzluk etmesi gibi Mevlânâ da İkbal?e mürşitlik ve rehberlik etmiştir. Her ikisi de şair, her ikisi de düşünür, her ikisi de sufi. Her ikisi de, nihai meyvesi kâmil insan olacak aynı gelişme görüşüne sahip. Her ikisi de ilme tutkun, her ikisi de aşkın, muhabbetin, sevginin evreni harekete geçiren tek kuvvet olduğunu savunur. Sadece aşk ebedidir. Artık o, ev?ine dönmektedir. Benim için İslam?ı keşfetmek, kaybedilenleri yeniden bulmak, ayrı düştüklerime kavuşmak gibi bir şeydir diyen Eva Hanım, Muhammed İkbal?in eserinde adı ve şiirleri sık sık geçen Mevlana?dan çok etkilenir. Batılıların adlandırmasıyla Rûmi ve İkbal?i tanımak Eva Hanım'ın ruhunu sükûna erdirmeye ve Müslüman olmaya adım atmasını kolaylaştırır. Ama katı Katoliklikten gelen Eva?nın Müslüman olmaya karar vermesi, Müslümanlığını ifşa etmesi kolay olmayacaktır. Çünkü o, Anglikan bir büyükanne tarafından Katolik mezhebinde yetiştirilmiş, din eğitimi almıştır. Kocası, Yahudi?dir. O, sürekli özellikle ıssız ve sessiz gecelerde gönlünü ve ellerine açarak Allah?a yönelir ve kendisine bir çıkış yolu, hakikati göstermesini ister. Bir gün böyle bir dini ritüelin neticesinde rüyasında mezara gömüldüğünü ve mezar taşında isminin Arapça ve Farsça olarak Havva şeklinde yazıldığını görür. Uyandığında kendisine şöyle denildiğini hatırlar: ?Bak, sen bir işaret istedin, işte senin işaretin. Sen Müslüman bir hanım olarak gömüleceksin.? Artık o, kararını vermiş ve Müslüman olmuştur. Bilge kral İzzetbegoviç?in dediği gibi: ?Ah İslâmiyet! Senin adın teslimiyet!..?

Eva hanım, bu rüyayı unutur. Çok doğal bir şekilde yeni hayatında İslam?ı bilgisel temelli öğrenmeye ve öğrendiklerini yaşama yolunda devam eder. On beş sene sonra yolu İstanbul?a düşer. Orada birkaç yıl önce UNESCO?nun oluruyla sema yapmaları için Paris şehir tiyatrosuna getirttiği semazenlerden birisiyle karşılaşır. Kendisine Mevlevi olan bu mühendis dostu; ?madem Mevlâna ile bu kadar çok ilgileniyorsun, şimdi müze durumundaki eski bir Mevlevî tekkesinde yürüttüğüm çalışmaları gelip bir görseniz? der.  Eva Hanım bu tekkenin mezarları arasında yürürken gözü bir mezar taşına ilişir. Rüyasında gördüğü kendi mezar taşının aynısıdır bu. Mevlevî olan mihmandarına ?üzerinde Havva yazan bu garip mezar taşı da ne?? diye sorar. O, ?bir kadına ait mezar taşı olduğunu ve mezarlıktaki çalışmalarında, hayatta iken Mevlevi dervişi olan ve buraya gömülmek isteyen kadınların şu anda üzerleri toprakla dolmuş olan boş mezarlarını gün yüzüne çıkarmaya çalıştığını? ekler. Yani, boş mezar yeridir buralar. Eva Hanım, bu boş mezar taşında gördüğü ismin  (Havva?dır) kendi ismi olduğuna karar verir. 

Eva Hanım, olağanüstü olaylarla karşılaşır. Hacca gidebilmek için Ezher Üniversitesi?nden Müslüman olduğuna dair bir belge almak maksadıyla Mısır?a gider. Üniversite yetkilisi, kendisine;  ?Müslüman olduktan sonra hangi adı aldınız?? diye sorar. O da henüz bir Müslüman adının olmadığını söyler. O, mutlaka bir isminin olması gerektiğini ifade eder. Hayretler içerisinde kaldığı bir anda çözüm yolu görünüverir. Tevafuk olacak ya, üniversiteden yetkili şahıs kendisine; ?şimdiki Eva adınızı İslamileştirmeniz kafi. Hem sonra bu, Kur?an?da geçen bir kelime? der. Böylece O, Hıristiyan ismi olan Eva?dan yeni Müslüman ismi olan Havva?ya rücû eder. Bu isim, zaten onun rüyasında gördüğü mezar taşının üzerindeki kendi ismidir. O, Allah?ın bu sayısız nimetleri karşısında takdir hislerini ifade etmekten başka bir şey yapamaz.

Görüldüğü gibi Havva Hanım, Dr. Muhammed İkbal?in eserinde ismini gördüğü Mevlânâ?nın evrensel mesajıyla İslam?la buluşur. Nasıl Müslüman olduğunu soran çevresindeki insanlara: ?Hiç insan Mevlâna?yı okuduktan sonra Müslüman olmaz mı?? der. Ona göre Mevlânâ en büyük Müslüman psikiyatristtir. Onu okuyan iç huzura erer. Müslüman olduktan sonra Eva Hanım, Mevlânâ ve M. İkbal?in bütün eserlerini Fransızcaya çevirir. Fransa içinde Mevlâna hakkında verdiği konferanslar vesilesiyle birçok kimse İslam?ı seçer.

Bilindiği gibi Pakistan devletinin kurucu manevi dinamiklerinden olan Dr. Muhammed İkbal geçen yüzyılın Mevlânâ şârihi ve güçlü yorumcusudur. O,  vefat edince Konya?ya civar-ı Mevlânâ?ya defnedilmeyi vasiyet eder. Her ne kadar bugün kabri Lahor?da ise de Mevlânâ türbesinin kıble tarafında, üzerinde ?Dr. M. İkbal burada yatmaktadır? şeklinde bir makam taşı vardır. Dolayısıyla bu vasiyet sembolik de olsa bu şekilde yerine getirilmiş olur. Türkiye-Pakistan dostluğunun simgesel isimleridir Mevlânâ ve İkbal ikilisi. Bilindiği gibi Hz. Mevlânâ?nın 800. doğum yıldönümü münasebetiyle içinde bulunduğumuz yıl  UNESCO tarafından ?Mevlânâ Yılı? ilan edildi. Bu sebeple başta Şam, Konya, Kahire, İstanbul, Paris, Waşington, Tahran vb. 20?den fazla birçok ülkenin başkentinde ve muhtelif şehirlerinde ayrıca BM'de, Türkiye ve dünyadaki ilgili akademik birimlerde ve sivil toplum kuruluşlarında resmi organizasyonlarla tüm yıla yayılmış bir şekilde Mevlana ve onun düşüncesi; sempozyum, panel, kongre, konferans, açık oturum, semâ gösterileri gibi faaliyetlerle dile getirilecektir. Şimdiden dış işleri ve kültür bakanlıklarımız yoğun çalışmalar içerisine girerek Mevlânâ?yı ve onun şahsında Türkiye?yi bütün dünyada tanıtma faaliyetlerine adım atmıştır. Dilerim bu etkinlikler dünya barışına, çözülen ahlâkî ve manevî değerlerin yeniden ihyâsına ve tamirine vesile olur.

 

Mevlânâ, büyük bir İslam mütefekkiri, irfan hayatımızın önemli kilometre taşlarından biri ve entelektüel hayatımızın yaşatılmasında baş aktör durumunda bir değerimizdir.  Dolayısıyla, bu düşüncelerin izlerini onun başta Mesnevî adlı muhalled eseri olmak üzere diğer kitaplarında görebiliriz.

 

Mevlânâ?nın bütün bir dünyaya, değerler alanında söyleyeceği çok şeyler vardır. Dünya barışı, evrensel ahlak, küresel ahlak, seküler duruşa karşı maneviyat, çatışmaya karşı uzlaşı ve bir arada yaşamanın formülü, hukukun üstünlüğü fikri vb. gibi alanlarda katkı sağlayacak düşünceleri tartışılmalı ve pratik hayat için uygulanabilecek sonuçlar çıkarılmalıdır.. O halde gelin Mevlânâ Hakk?a vuslatını  idrak ettiğimiz bu günlerde dine batıdan bakan ve İslam?ın güler yüzünü temsil eden,  kırk yaşında Mevlânâ?nın etkisiyle İslam diniyle tanışmış bir hanımefendinin din perspektifinden fikir ve gönül hayatını içeren İslam?a dönüş öyküsünü kendisiyle yapılmış röportajlardan özetlediğimiz şu kitaptan okuyalım. (Bkz. Eva De Vitray, İslam?ın Güler Yüzü, çev. C. Aydın, İstanbul: Şule Yayınları, 2003).

Mevlana ve Mevlevilik

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî... Bir büyük Allah dostu, tasavvuf mesleğinin kâmil mürşidi,Mevlevilik yolunun pîri. Fânî âlemden geçeli sekiz asır olmasına rağmen hâlâ insanlara yol göstermeye devam ediyor. Batı'da pek çok kişi onun vasıtasıyla İslâm'la tanışıyor

Eserleri, her dönem, dünyada çok satan kitaplar listesinin üst sıralarında yer alıyor. Türbesi ziyaretçi akınına uğruyor. Mesnevi'nin girişinde 'Herkesin zannında dost oldum' dediği gibi, herkes bir şekilde kendini ona yakın görüyor. O ise kendini 'Ben canım bedende oldukça Kur'an'ın bendesiyim. Muhammed Muhtar'ın ayağının tozuyum.' diye anlatıyor. Genç yaşında Selçuklu devrinin en hatırlı âlimleri arasına giren Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî ile tanıştıktan sonra mânâ âleminin yüksek ufuklarında dolaşmaya başladı. 'Nereye başımı koysam secde edilen O'dur. Bağ, bülbül, sema ve sevgili hep birer bahane... Bunların hepsinden maksat O'dur.' diyerek ömrünü tevhid neşesi içinde geçirdi. Anadolu'nun Moğol istilası ile sarsıldığı bir devirde yaşamasına rağmen 'Kuzgun, bağda kuzgunca bağırır. Ama bülbül, kuzgun bağırıyor diye güzelim sesini keser mi hiç?' diyerek etrafına güzellikler saçtı. 'Biz birleştirmek için geldik, ayırmak için değil. Topluluk rahmettir, ayrılık değil.' buyurdu. Vefatından sonra onun izinden gitmek isteyenler, sevenlerinden ve sevdiklerinden Hüsameddin Çelebi'nin etrafında toplandı. Meşrebi, yaşayış tarzı, oğlu Sultan Veled zamanından itibaren sistematik bir tarzda tespit edildi. Bu yola Mevlevîlik adı verildi.

Semâ

Âl-i İmran Sûresi'nde 'Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. Ve 'Rabb'imiz, bunu boş yere yaratmadın, seni tesbih ederiz, bizi ateşin azabından koru.' derler.' buyurulmaktadır. Semâ, Mevlevî yoluna mahsus bir zikir tarzıdır. Mevlânâ'nın semâı, bir merasime tabi değildi. İçinden geldiği zamanlarda, bazen bir dost meclisinde, hatta bazen yolda yürürken dönerek zikretmeye başlardı.'Hâl ehlinin kalplerinin hizmetkârıdır semâ'Usulleri zamanla tespit edildi

Semâ, Mevlânâ'dan sonra zaman içinde belli usullere tabi olan, ayin-i şerif denilen hususi beste eşliğinde icra edilen bir hal almıştır. Mevlevîhanelerin açık olduğu dönemde sema ayini, vakit namazının kılınmasıyla başlardı. Ardından Mesnevî dersi yapılarak semâya geçilirdi. Günümüzde semâya namazdan sonra Mesnevî ile başlama usûlüne her zaman riayet edilmemektedir.Başta mezar taşı, sırtta kefen

Semâzenler, semâ esnasında başlarına keçeden sikke, üzerlerine tennure denilen uzun etekli kolsuz elbise, destegül adlı önü açık bir ceket giyerler. Bellerini elifî nemed isimli bir kuşakla sararlar. Mevlânâ zamanında Mevleviler o devrin kıyafetlerini giymekteydiler. Zaman içinde kıyafetler değişti; fakat Mevleviler, Selçuklu tarzı kıyafetlerini muhafaza ettiler.Cânın câna selamı

Semâ öncesi şeyh efendi ve semâzenler ağır adımlarla üç kere meydanı devrederler. Devr-i Veledî denilen bu yürüşün ilme'l-yakîn, ayne'l-yakîn, hakka'l-yakîn ya da tevhid-i ef'al, tevhid-i sıfat, tevhid-i zat mertebelerini tefekkür için yapıldığı ifade edilir. Devir esnasında post önüne gelenler 'cemal cemale niyaz ederler' ki bu, canın canı, insanın insanda tecelli edeni selamlamasıdır.

'Âşıkların gıdasıdır semâ'

Hırkalarından soyunup şeyh efendinin izniyle meydana çıkan semâzenler, kalp istikametindeki sol ayakları sabit, sağ ayaklarıyla çark atarak dönmeye başlarlar. Sağ el yukarıya, sol el aşağıya bakacak şekilde kol açılır. Semâ ayini, aralarda bir miktar durarak dört 'selâm' halinde icra olunur. Dört selam şeriat, tarikat, hakikat, marifet mertebelerini ifade eder.Doğu da, Batı da O'nun

Semâ sırasında her dönüşte içten bir kez 'Allah' denilir. 'Doğu ve Batı Allah'ındır. Yüzünüzü nereye çevirseniz Allah'ın yüzü oradadır.' (Bakara, 115) hükmünce her türlü varlıktan soyunup, O'na teslim olunur. Kur'an tilaveti ve dua ile mukabele sona erer. Mevlevilikteki zikir belirli zamanlarda yapılan semâdan ibaret değildir. İsm-i celâl zikri ve Mevlânâ'nın okuduğu duaları ihtiva eden evrad da vardır.Ümitsizlik dergâhı değil!

'Yetmiş iki millet sırrını bizden dinler. Biz ney gibiyiz, iki yüz mezhep ehli ile bir perdede konuşuruz.' diyen Mevlânâ'nın dergâhı, her dönem insanların sığınağı oldu. Osmanlı devrinde Konya'daki dergâhtan başka âsitâne denilen on dört büyük dergâh, köylerdekiler hariç yetmiş altı zâviye vardı. Mevlevî dergâhları asırlar boyu muhabbetin, güzelliğin, zarafetin menbaı olarak hizmet etti. Bu zarafet Mevlevîlerin konuşmalarına kadar sirayet etmiştir. Bir Mevlevî hiçbir zaman kapıyı kapatmaz, sırlar. Lâmbayı söndürmez, dinlendirir. Onların nazarında kapatmak, söndürmek nâhoş kelimelerdir.

Mevlevî dergâhlarında semâ yapılan bölüme semâhane adı verilir. Zahiren, ortasında daire şeklinde ahşap zeminli semâ meydanı bulunan geniş bir salondur. Gerçekte ise nefisle cihad edilen, kâinatın her zerresi gibi döne döne Allah'ın anıldığı bir mekândır. Giriş kapısının karşısında mihrap ve minber bulunur. Etrafında ziyaretçiler için maksureler ve ayin bestesinin icra edildiği mutrıbhâne yer alır. Mihrabın ön kısmına kırmızı şeyh postu serilir. Post ile kapı arasında varsayılan çizgiye ise hatt-ı istiva denilir. Tevhidin ana çizgisini ifade eden hatt-ı istivaya edeben basılmaz.

Mevlânâ'nın dilinden

Beri gel, daha beri, daha beri. Bu yol vuruculuk nereye kadar böyle? Bu hır gür, bu savaş nereye kadar? Sen bensin işte, ben senim işte... Ne diye bu direnme? Ne diye aydınlıktan kaçar aydınlık? Topumuz bir tek olgun kişiyiz... Ne diye böyle şaşı olmuşuz? Zengin yoksulu hor görür, ne diye? Sağ, soluna yan bakar, ne diye? İkisi de senin elin... Peki, kutlu ne, kutsuz ne? Topumuz bir tek inciyiz... Başımız da tek... Aklımız da tek. Ne diye iki görüp kalmışız bu iki büklüm gökkubbenin altında? Sen habire gevele dur bakalım... Habire 'usul boylu birlik çam ağacı' de... Sonu nereye varır bunun şu beş duyudan, altı yönden? Varını yoğunu birliğe çek, birliğe. Kendine gel... Benlikten çık... Uzak dur... İnsanlara katıl... İnsanlarla bir ol... İnsanlarla bir oldun mu, bir madensin... Bir ulu deniz. Aksine kendinde kaldın mı, bir damlasın, bir dane... Dünyada nice diller var, ama hepsinde de anlam bir... Sen kapıları, destileri hele bir kır, sular nasıl bir yol tutar gider göreceksin.Toprakta yeşeren gül bahçesi yok olur. Gönülde yeşeren gül bahçesi ise ne hoş! Biz pergel gibiyiz. Bir ayağımız şeriat üzre sabit, öbür ayağımızla yetmiş iki milleti devrederiz.1001 günlük eğitim

İnsan, bir tarafı meleklere, bir tarafı şeytana uzanan tecelliler manzumesi. Nefis ise Kur'anî ifade ile 'kötülüğü çok emredici'. İnsanoğlu, nefsini terbiye edip yaratılma gayesine uygun bir inanış ve yaşayış içine girdiğinde 'mahlukatın en şereflisi' sıfatına bürünüyor. Mevlevilik yolunda 1001 gün süren bu manevî terbiyeye 'çile' deniliyor. Çileye talip olan, üç gün boyunca dergâhta saka postu denilen yerde oturtulur, gerçekten bu yolda kararlı olup olmadığı sınanırdı.

Çile çıkarmakta olan 'can'lar, mânevî eğitimleriyle birlikte mutfakta ayakçılık, süpürgecilik, pazarcılık, bulaşıkçılık, şerbetçilik, çamaşırcılık gibi on sekiz çeşit hizmeti de sırasıyla ifa ederlerdi.

Çile çıkaran dervişlerin eğitiminden aşçı dede ile onun muavini mahiyetindeki kazancı dede sorumluydu. Sema meşki de dervişlere verilen eğitimlerden biriydi.

Mevlevihanelerde Mesnevî okutulur, dervişlere rızkını helalinden kazanması için kabiliyetine göre güzel sanatlardan biri öğretilirdi. Mevlevihaneler birer sanat akademisi gibiydi.

Çilesini tamamlayan derviş, 'dede' olur. Ancak Mevlânâ yoluna gönül veren herkesin dergâhta 1001 gün çile çıkarması gerekmez. Böylelerine tarikat usûlünce muhip denilir.Eserleri

Mesnevî: Sekiz asırdır irşad vazifesini devam ettiren Mesnevî, dünyada en çok satan kitaplar listesinde üst sıralarda yer alıyor. İlahî hakikatlerin hikâyeler vasıtasıyla aktarıldığı altı ciltlik Mesnevî'nin dili o dönemin kültür dili olan Farsça. 'Dinle neyden' diye başlayan ilk on sekiz beytini bizzat Mevlânâ kaleme alır; kalan bölümlerini kendi söyler, Hüsameddin Çelebi yazar. Dîvân-ı Kebîr: Mevlânâ'nın kasidelerini, gazellerini, rubailerini bir araya getirir. Mesnevî'de öğretici bir üslup hakimken, Dîvân-ı Kebîr'de coşkun ve âşıkâne bir söyleyiş dikkat çeker. Mektûbat: Mevlânâ'nın devrin ileri gelenlerine nasihat için ve kendisine sorulan mesele- lere cevap mahiyetinde yazdığı mektuplardan oluşur. Fîhi Mâ Fîh: 'İçindeki içindedir' anlamına gelen Fîhi Mâ Fîh, Mevlânâ'nın çeşitli konulardaki sohbetlerini ihtiva eder. Yaptığı sohbetlerin oğlu Sultan Veled ya da bir müridi tarafından toplandığı sanılmaktadır. Mecâlis-i Seb'a: Kelime manası olarak yedi meclis demektir. Mevlânâ'nın yedi vaazının kaydedilmesiyle meydana gelmiştir.Hz. Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî

Hazreti Mevlânâ, 1207 yılında Horasan'ın Belh şehrinde dünyaya geldi. Babası Sultanü'l Ulemâ Behâeddin Veled, annesi Mümine Hatun. Kendi ismi ise Muhammed Celâleddin. 'Efendimiz' anlamına gelen 'Mevlânâ' ifadesi, yaşadığı topraklarda tanınması için yeterli. Bir zamanlar diyar-ı Rum olarak bilinen Anadolu'yu mekan tuttuğundan Batı dünyası ise onu 'Rûmî' olarak biliyor. Altı yaşında iken ailesi ile Hicaz'a gitti. Ardından Şam yoluyla Anadolu'ya geldi. Bir müddet Karaman'da bulunduktan sonra nihayet Selçuklular'ın başkenti Konya'ya yerleşti. Yolda Feridüddin Attar, Muhyiddin Arabî gibi kıymetli şahsiyetlerle görüştü. Babasının vefatından sonra Seyyid Burhaneddin Tirmizî'nin terbiyesi altına girdi. Halep ve Şam'a gidip ders okudu. Seyyid Burhaneddin'in vefatından sonra irşad ve ders okutma ile meşgul oldu. Müderrislik yaptı. 38 yaşında iken Tebrizli Şems'le karşılaştı. Şems-i Tebrizî'nin aynasında kendi hakikatini buldu. 'Hamdım, piştim, yandım' cümlesiyle ifade ettiği dünya hayatını 17 Aralık 1273 tarihinde tamamladı, şu an Konya'daki dergâhında yeşil kubbe altında bulunan kabrine sırlandı. Geride bıraktıklarına vasiyeti ise şöyle: 'Size gizli ve alenî Allah'tan korkmanızı, az yemenizi, az uyumanızı, az söylemenizi, günahlardan çekinmenizi, oruç tutmaya ve namaz kılmaya devam etmenizi, dâimâ şehvetten kaçınmanızı, halkın eziyet ve cefâsına dayanmanızı, avam ve sefihlerle düşüp kalkmaktan uzak bulunmanızı, kerem sahibi olan salih kimselerle beraber olmanızı vasiyet ederim. İnsanların hayırlısı insanlara faydası dokunandır. Sözün hayırlısı az ve öz olandır. Hamd, yalnız tek olan Allah'a mahsustur. Tevhid ehline selâm olsun.' Mevlevîlerde iç ve dış elbisenin hiç birinde ilik ve düğme olmaz, kapanacak yerlerde aynı kumaştan yapılan karşılıklı ipe benzer kısımlar, birbirine viler, elifî denen ağı, pantalon ağından biraz geniş şalvar, ya­kası bir parmak enliliğinde ve sol taraftan iliklenen bele yahut belden bi­raz aşağıya kadar inen dar kollu ince gömlek, bu gömlek üstüne kolsuz, yakasız, fakat omuzlara gelen yerlerinde, omuz başlarını örtecek şekilde ve gittikçe ensizleşen müdevverce bir istitale bulunan ve bele kadar inen önü açık yelek (Hayderî, Hayderiyye) ve hepsinin üstüne de yakasız ve enseden göğse kadar yanlarda, ekseriyetle Oniki İmâm'a işaret olarak oniki, yahut Mevlevîlerce kutlu sayı olan onsekiz makina dikişi bulunan ve hırka denen eden ve hırkanın dikişlerinin sayısından ve arkadaki şekilden başka bir hususiyet yoktu. Başta dal sikke bulunurdu. Şeyhler de bir merasime iştirak etmiyorlarsa destarsız sikke giyerlerdi. Son zamanlarda merasime bile gidilse şeyhin yanındaki dede, bir mahfaza içinde destarh sikkeyi taşır, iktiza edince şeyh, başındaki sikkeyi çıkarır, onu giyer, çıkardığı sikkeyi mahfazaya koyardı. Şeyhler, mukabeleden başka günlerde tekkede de dal sikke giyerle Mevlevîlerde iç ve dış elbisenin hiç birinde ilik ve düğme olmaz, kapanacak yerlerde aynı kumaştan yapılan karşılıklı ipe benzer kısımlar, birbirine bağlanırdı.

MEVLÂNÂ MÜZESİ

Mevlâna Dergâhı'nın yeri, Selçuklu Sarayı'nın gül bahçesi iken Sultan Alâeddin Keykubad tarafından Mevlânâ'nın babası Sultânü'l-Ulemâ Bahaeddin Veled'e hediye edilmişti. Bahaeddin Veled, 1231 yılında vefat edince buraya defnedildi. Mevlânâ'nın da aynı yere sırlanmasından sonra Mimar Tebrizli Bedrettin'e 'Kubbe-i Hadra' (Yeşil Kubbe) denilen türbe yaptırıldı. Daha sonra yapılan ilavelerle büyük bir külliye haline gelen mekân 1926 yılına kadar dergâh olarak hizmet etti. Tekkelerin kapatılmasından sonra Mevlânâ Dergâhı müze haline getirildi.

Hazreti Mevlânâ'nın kabrinin ziyaret edildiği mekâna Huzur-ı Pîr adı verilir. Mevlânâ'nın kabri, oğlu Sultan Veled'le aynı örtü altında yan yanadır. Yanıbaşlarındaki ahşap oyma şaheseri yüksek sanduka ise babası Bahaeddin Veled'in kabridir. Türbede Mevlânâ soyundan ya da onun müridlerinden pek çok zatın daha kabri bulunmaktadır. Sikkeli sandukalar erkeklere, sikkesiz sandukalar ise hanımlara aittir. Girişte soldaki altı sanduka ise Bahaeddin Veled'le birlikte Belh'ten geldikleri söylenen Horasan er- lerinindir.

Mevlânâ Müzesi'nde günümüzde Hazreti Mevlânâ'nın kıyafetleri, Mevlevî kültürüne ait ve pek çoğu birer sanat eseri olan eşyalar ile aralarında Mesnevî'nin ilk nüshalarının bulunduğu el yazmaları ziyarete açık tutulmaktadır. Müzedeki eserlerden biri de bronz üzerine altın ve gümüş kakmalarla süslenmiş nisan tasıdır. Toplanan nisan yağmurları bu tasta biriktirilir, üzerine dualar okunduktan sonra Mevlânâ'nın sarığının ucu suya batırılırdı. Daha sonra bu su şifa niyetine dağıtılırdı.

Derviş hücreleri Çilesini tamamlayan dervişlere dergâhta hücre tahsis edilirdi. 'Hücrenişîn' dedeler burada yaşarlar, misafirlerini burada ağırlarlardı.

Matbah-ı Şerif Mevlevî dergâhının mutfağı olan bu kısım aynı zamanda çile çıkaran dervişlerin yetiştiği mekândı. 1. Kazancı Dede, dervişlerin eğitiminden de sorumluydu. Ocağın bulunduğu yer de Ateşbâz-ı Velî makamıydı. 2. Çileye talip olan can, üç gün boyunca saka postunda oturtulup sabrı denenirdi. 3. Semâ meşki, semâ tahtası üzerinde yapılırdı. 4. Mevlevîhanelerde yemek son derece zarif kurallara riayetle topluca yenirdi. Yemek sofrasına somat denilirdi.

Mevlânâ Türbesi Mevlânâ ailesi ve efradının kabirleri Hz. Mevlânâ Mevlânâ'nın oğlu Sultan Veled Mevlânâ'nın babası Bahaeddin Veled Çelebi mezarları Horasan erleri

Mevlânâ Müzesi Cümle Kapısı: Dergâhın ana girişidir. Meydan-ı Şerif: (Günümüzde Müze Müdürlüğü) Matbah-ı Şerif Hürrem Paşa Türbesi Hâmuşân Kapısı: Mevlevîler, ölene sustu mânâsında 'hâmûş oldu', mezarlığa suskunlar mânâsında 'hâmuşân' derler. Sinan Paşa Türbesi Fatma Hatun Türbesi Hasan Paşa Türbesi Çelebi dairesi (Kütüphane) Kubbe-i Hadra Çelebi Kapısı: Mevlânâ soyundan olan Çelebi'ler dergâha bu kapıdan girerlerdi. Mescid Semâhane Red Kapısı: Tekke terbiyesine aykırı büyük bir suç işleyen dervişlerin ayakkabılarının uçları dışarıya doğru çevrilir, bunun anlamını bilen derviş sessizce bu kapıdan tekkeyi terk ederdi.

İLGİLİ HABERLER
Şeb-i Arus, Mesnevi ve Konya

Haber Ara