Huzursuz Bacak?taki mutluluk - Mehmet Nuri Yardım
Her sene bir Mustafa Kutlu hikâyesi konuşulur edebiyat dünyasında. Çıktı çıkıyor derken yaz bitimiyle burnunun ucunu gösterir yeni hikâye kitabı. Ve vitrinleri süslemeye başlar bu beklenen misafir. Bu sene bize, kısmetimize Huzursuz Bacak düştü. Önce ismi okuyucuların dikkatini çekti. Sonra muhtevası.
Kahramanımız Ömer Faruk. Mekân İstanbul. İdealler, geçmişte yaşananlar ve kimlik arayışı. Başta tabii İstanbul hasreti:
?İstanbul havasını ciğerlerime çekiyorum.
İstanbul böyledir. ?Yaşanmaz burada? der, çeker gidersin; üç gün geçmeden özlersin.
Çok özlemişim, çok.? (s.9)
Ve kahramanımızın şehir tarifi:
?İstanbul nedir?
Şu bizim yıllardır oturduğumuz semt. Pencereden bakıyorum. İlk görünen güzellik belki de Fatih devrinden kalma bodur minareli mescit. Mescidin boyutları ile minarenin boyu arasında ne güzel bir orantı var. Ecdat bu estetik oranı nasıl yakalamış; o mektep görmemiş ustalar, o işini bilen kalfalar. Sadec İstanbul?da değil, tüm Karadeniz evlerinde, Kemah?ta, Kütahya?da, Ermenek?de, Beypazarı?nda Osmanlı?nın adım attığı her yerde bu güzelliğin gülden yaprakları var. Mescidin bitişiğinde küçük bir hazire. Bazılarının kavuşuğu kıvrılmış, taşı yamulmuş olsa da hâlâ duran birkaç mezar taşı. Taşlar arasından fışkıran güller, leylâklar. Mescidi asırlardır kanatları altına almış duran koca çınar: Çınarın bitişiğinde Kuruçeşme. Bu çeşmenin suyu ne zaman kesilmiş acaba?? (s. 32-33)
Mustafa Kutlu bir İstanbul âşığıdır. Çeşme çeşme, kubbe kubbe yüreğinde taşır bu şehri. Bütün eski mekânlar âşinası, ecdat yâdigârı yapılar onun gönlünde her dem yenidir. Teknolojiye bu anlamda karşıdır, tekniğin öze müdahalesine karşıdır. Yıllar önce Eyüpsultan Mezarlığı üzerinden bir teleferik geçeceğini öğrendiğinde nasıl da isyan etmişti. O anı unutamıyorum. Kızlarağası Medresesi?nde kümelenen arkadaşların çoğu, belki de o hassasiyeti kavrayamadı, hatta gereksiz bir sanatçı duyarlığı olarak algılayanlar da olmuştur şüphesiz. Şimdi dönüp bakıyorum ne kadar haklıydı Kutlu o zaman. Ve şimdi de ne kadar haklıdır tarihî doku konusundaki titizlenmelerde. ?Kentsel dönüşüm?müş? Bunları fiyakalı ama içi boş lâflar olarak görür ve buna inanır hikâyecimiz.
Huzursuz Bacak?ı ben çok sevdim. Çünkü tıkırdayan bir bacak var kitap boyunca. Benim de yıllar önce diz kapağımda bir ?tıkırtı? vardı. ?Kireçlenme? diyenler oldu. Hatta Peyami Safa?nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu?ndaki delikanlının diz ağrısına benzetiyordum bu sızıyı.
Kitap boyunca bu tıkırtıyı hissediyoruz, unutsak da yazar bize hatırlatıyor. Aslında toplumdaki huzursuzluğu anlatıyor ve netameli ve tedirgin bacak. Bir ince ayarlı saattir ki, kötülükler, hatalar, yanlışlar olunca huysuzlanır.
?O gece karmakarışık rüyalar gördüm. Bacak yine tıkladı, yine karıncalandı. Bir huzursuzluk, bir uyuşma. Dayanamayıp kalktım. Banyoya geçip bacağı soğuk suyla yıkadım. Neyse ki yatak odasında kimse yok. Bir aşağı bir yukarı dolaşıp durdum. Biraz rahatlayınca yattım. Uyku bölündü bir kere, bir türlü dalamıyorum. Sonunda sızmışım.
Bu huzursuz bacak bana ülkemin hatırası oldu. Ne zaman bir olumsuz durumla, bir düş kırıklı, dramatik bir hal, bir zulüm, bir soygun, bir haksızlık, bir yanlışlık görsem bacak tıklıyor.? (s. 38)
Bacağın titremesi iyi. Bacağın titremesi vicdanın sızlamasıdır, aklın muhakemesidir. Gündemin takibidir. Haksızlığa isyandır. Nitekim yazar da bundan son derece hoşnut görünmektedir. Bunu itiraftan da kaçınmaz asla:
?Madem bir tıklayan bacağımız var, onun sayesinde gereken kapıları tıklatırız. Bize düşen budur. Bacağımı seviyorum. Her gece uyandırıp beni memleket meselelerini düşünmeye sevkediyor. Bu huzursuzluğu duymak bile bir şeydir.? (42)
Kutlu, bazı kavramları da masaya yatırıyor Huzursuz Bacak?ta. Kahramanına sorgulatıyor eni boyu. Modernlik, muhafazakârlık, isyan ahlâkı... Meselâ şu satırlar:
?Ne demek muhafazakârlık?
Bilgisine itimat ettiğim bir akademisyen arkadaşım şöyle tarif etti: ?İhtilalvâri köklü değişikliklere tepki, eski kurum, gelenek ve teamülleri muhafaza, modernleşmeye karşıtlığı, kültürel ihyacılık gibi ana yönelişleri olan ideolojik ve siyasi akım.
Türk muhafazakârlığı esas olarak kültürel unsurlara yaslanır. Bilim ve teknoloji hayranlığı, taraftarlığı manasında kalkınmacı, değişimci ve modernisttir. Devlete bağlı fakat iktisadî olarak devletçiliğe mesafelidir.? Tarif ve tahlilde zorlandığı belli. Çünkü tek bir muhafazakârlık yok. Çeşitlenmiş bu. Bakınız: ?Türk muhafazakârlığı? diyor. Demek başkalarının da böyle eğilimleri var.
Bence ayırt edici bir vasıf değil. Bunun yerine daha sağlam bir kavram kullanılmalı. O da herhalde dindarlıktır. Dindar olunca ?Türk muhafazakârlığı? hapı yutuyor. Hem dindar, hem modernist nasıl olacak? Dindarlık iman, inanç ve itikatla ilgili. Bir de işin amel tarafı var. Az olabilir, çok olabilir. Meselâ babamın dindarlığı. Orucunu tutar, cumadan cumaya camiye gider. Bazılarının ?Cuma Müslüman?ı? dediği cinsten.? (s. 53)
Böyle akıp gider muhafazakârlık kavramının târifleri. Bir yerde ?Gelenek denilen şeyi kazıyın, altından yüzde doksan din çıkar. Yüzde on ise düpedüz hurafedir.? der. (s. 53) Toplumdaki dejenerasyon, yaşanan çelişkiler ve kafalardaki istifhamlar kitap boyunca bizi takip eder.
Mustafa Kutlu, dört başı bir cemiyet adamıdır. Toplumda yaşanan acıları, sıkıntıları görmezlikten gelmez. Aksine fırsat buldukça eşeler durur. Bunlardan biri de kız çocuklarının başörtülü olarak üniversiteye alınmamasıdır. Vicdanını kanatan yaralardan biridir bu utanılası yasak. Bunu şu satırlardan anlamak mümkün:
?Fakültenin önünden geçerken kapı önünde bekleşen başörtülü kız öğrencileri gördüm.
Kimi şemsiyeli, kimi şemsiyesiz; birbirlerine sokulmuş, öylece bekliyorlar.
Kanım çekildi, bacak tıklamaya başladı.
Oysa bir fotoğraf görmüştüm sadece, arabayla geçiyordum oradan. Bir donuk kare.
Ben yurtdışına giderken de o fotoğraf orada öylece duruyordu. Buna artık fotoğraf denemez.
Oradaki çocuklar, yağmurda-karda bir direniş, bir ahlâk, bir inanç âbidesi gibi dura dura, ve sadece kıpırtısız durarak bir anıta dönüşmüşler.
Tarih bunu yazdı.? (s.70)
Evet tarih yazdı, ama edebiyat tarihi de bunu kaydetti. 2000?li yıllarda Türkiye?nin bu yakışıksız manzarasının duyarlı bir hikâyecinin gözünden kaçmadığını yazdı. Hem de Huzursuz Bacak?ın tıkırtısı eşliğinde.
Kitapta kavram çok, hikâyecide düşünce ziyadece. Neler çıkardığımızı, neler ürettiğimizi âyân beyan ortaya koyar ortaya:
?Biz böyleyiz işte, ikinci el bir hayata evet demişiz. Varoluşçuluk, Sürrealizm, bugün için Postmodernizm hep öyle. Çıkara çıkara Türk Einstein?ini, Sivaslı Sindi?yi çıkarıyoruz. Gelişen bir şehrimizi ?Doğu?nun Paris?i ilân ediyoruz.
Kendi varlığın, inancını, kültürünü, tarihini inkâr eden, redd-i miras edenin sonu budur. Kendini hor görenin hali budur. Güven duygusu bir kez sarsılmayagörsün, bir daha zor yakalanır. Adam seni sollamış, arada yüz yıllık açık var. Bu açık cep telefonu ile kapanmaz. Bir orijinal adamımız, bir fikrimiz, dünyaya bir teklifimiz var mı?? (s. 81)
Bazı yazarlar, yaptıkları yorumlarda Huzursuz Bacak?ın fikrî yönünün ağır bastığını yazdılar. Sadece bunda mı, Kutlu?nun bütün hikâye kitaplarında fikir yoğun biçimde var aslında. Ama o süzülmüş düşünceleri edebî tül perdenin ardından seyretmeyi ve göstermeyi seviyor. Ömer Faruk?un gözüyle memleketin temel meselelerini olanca açıklığıyla sıralıyor. ?Düzen?, ?hukuk? ve ?özgüven? meseleleri başta gelir. Devam ediyoruz ama:
?Dördüncü problem hareket eksikliği. Özgün fikirlerimiz olmasa da çok konuşuyor, az iş yapıyoruz. İş yapmak mesuliyet getiriyor. Bir bakıma mesuliyetten kaçıyoruz. Mesuliyet bir isyan ahlâkı ister. ?isyan ahlâkı? konusu uzun bir meseledir, şimdilik buna girmiyorum.
Son problem dertsizlik. Milleti, insanlığı alâkadar eden ?büyük meseleler? artık fertleri harekete geçirmiyor. İdealsiz hesapçılıkla iyi iş kotarabilir, fakat büyük organizasyonlar kuramayız!? (s. 106-107)
Yer olsa, imkân bulunsa Kutlu, Nurettin Topçu Hocanın ?isyan ahlâkı?nı bir çırpıda anlattırıverecek kahramanına, ama buna imkân var mı? Biraz da okuyucuya adres gösteriliyor. Hangi meseleyi nerede bulabileceği işaretleniyor. Eh bu da bir edebiyatçının yapması gereken bir mihmandarlık görevi değil mi zaten?
Kahramanımız zeki, duygulu ve uyanık. Gözünden hiçbir şey kaçmıyor. Meselâ özellikle mağazalardaki yabancı isim hastalığını hemen fark ediyor ve sorguluyor: ?Mağazalara şöyle bir göz atınca hâkim sermaye ve hâkim kültürün hegemonyasını görüyorsunuz. Türkçe ismi olan dükkân yok.? (s. 108)
Hikâyeci arasıra Ahmet Midhatvâri hoşluklar da yaşatıyor okuyucusuna. Şöyle perdeyi aralayıp gösteriveriyor yüzünü. Bir bakıma kendisini hatırlatıyor. İyi de ediyor. Şu satırlar da o keyifli bölümlerden biri.
?Yataktayım. Başım yastıkta, gözlerim tavanda. Galiba bacak tıklamaya başlayacak. Komodinin üzerindeki lâmbayı yaktım, gündüz aldığım edebiyat dergilerinden birine uzandım. Sırtıma yastığı dayayıp toparlandım, dergiyi karıştırırken Mustafa Kutlu imzalı bir hikâyeye rastladım.
İşte hikâye.? (s.109) Ve ?İp? hikâyesini okuyoruz. Bilmem söylemeye, bu hikâyenin güzelliğinden bahsetmeye lüzum var mı? Yazar, ?İstanbul biter mi?? diye soruyor ve devam ediyor:
?Salacak kıyısında bir kahvedeyim.
İnce belli cam bardakta çayımı içip İstanbul?u seyre dalıyorum.
Sarayburnu, minare ve kubbeler, asıl İstanbul dediğimiz yer: Suriçi. Bu siluet burada durdukça İstanbul yaşıyor demektir.
Sonra köprü, sonra Galata, yarım döndüğümüz zaman gökdelenleri ile başka bir siluet kazanmış olan yeni İstanbul: Mecidiyeköy, Maslak ve ilerisi.? (s. 115)
Şehrin çehresini değiştiren yeni mimariye inceden bir eleştiri gelir ardından. Ve bizim şehrimizi, Türk İstanbul?u aramaya koyulur:
?Türk İstanbul nedir?
Bodur minaresi ile bir mescit, yanında bir ihtiyar çınar, onun gölgesinde bir çeşme, iki dükkân, bir sıbyan mektebi ve mektebin alnında bir k uş evi.
İstanbul bu mu? Bu kadar mı?
Evet, öyle.? (s.115)
Mütevazı ve yoksul İstanbul?un yanı sıra ihtişamı ve zarafetiyle göz dolduran metropolden de söz eder yazar, ancak asıl bizi biz eden, medeniyetimizin işaret taşlarına göz kırpar. ?İstanbul?un üzerine asırlardır melekler iniyor. Öyle bir medeniyet inşa edilmiş ki, bunu yapanlar yalan dünyadan ebedî âleme geçerken bu meleklerin kanadı üzerinde uçuyorlar.? (s. 116)
Sonra Yahya Kemal?in ?Türk İstanbul?un yazısına bir telmih var: ?Bir iklimin manzarası, mimarisi ve halkın arasında tam bir âhenk varsa, orada gözlere bir vatan tablosu görünür.? (s. 116). Hayratlar, çeşmeler, medreseler, külliyeler, kuşevleri, sadaka taşları ve diğer eserler hepsine eyvallah, ama kahramanın şahin bakışları, Kızkulesi?ne de takılır. ?Onu hep Boğaz?ın firuze sularında salınan gizemli bir geline benzetmişimdir.? (s. 117)
Yaradana kafa tutarcasına göklere uzanan gökdelenlerle arası hoş değil Ömer Faruk?un. Pera ve Maslak?taki azman binaları sevimsiz bulur. Onlar ?çağdaş küresel fikriyatın dünyayı istilâ eden zihniyet sembolu?dür. Maddi gücün temsilcisi devâsâ binalar... Ve bu muazzam değişimin tedbiridir Müze Şehir fikri. Ama kimin umurunda, kimin meselesi ki...
Edirnekapı, Eğrikapı, Ayvansaray, Eyüp... Müslüman, asîl, sâkin ve yoksul İstanbul... Ve bu semtleri bizden kılan, bize bağışlayan ?ezan sesleri?...
?Derken. Bu acı içinde kıvranırken birden ezanlar patlıyor.
Dört bir yanım ezan sesi ile kaplanıyor. Şükür Rabbime şükür.
Ezan sesi semalara yükseldikçe elbette bir hayatımız vardır.?(s.123)
Kafası karışık olanların kitabıdır Huzursuz Bacak. Sorgulayıcı ve araştırıcı ruhların el rehberidir. Meleklerle şeytanların cirit attığı bir meydan, kavramların üşüştüğü bir saha, kelimelerin yarıştığı bir arena... Son sayfada huzur vardır. ?Mutlu bir son?la nihayetlenir kitap. Son bölüme iyimser bir bakış, bacağa sükunet, okuyucuya derin bir nefes alma vakti gelmiştir. Fazla söze ne hâcet. Mustafa Kutlu?nun nefis bir hikâyesinin son satırları bizi de, cümle okuyucuları da mutlu etmeye yeter de artar bile:
?Hepimizin içinde böyle bir şeytan yaşar. Bizi hayra hizmetten alıkoymaya çalışır. Ona aldırmayın, bildiğinizden şaşmayın, gevşemeyin.
Havanı alırsın şeytan efendi.
Bu rüzgâr, bu çiçekler, bu ağaçlar benden yana.
Ben artık ?sevincini bulmuş? biriyim. Boşuna debelenme.
Bu kitabı Allah?ın izniyle yazacağım, sonra götürüp denize atacağım.
Tamam mı!..
Galiba teslim oldu.
Bacaktaki tıklama durdu.
O gece ahşap kokulu odada misler gibi bir uyku çektim. Sabah bülbül sesiyle uyandım.
Abdest alıp namaz kıldım.
Balkona çıkıp güneşin doğuşunu seyrettim.
Az sonra Âdem Efendi?nin eşi dumanı tüten bir bardak süt ile çıkagelir.? (s. 163)
Kaynak: Sanatalemi.net