www.analitikbakis.com olarak bir ?medya soruşturması?na dönüştürdüğümüz söyleşi zincirimizin bu sefer ki konuğu haftalık Gerçek Hayat Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ali Adakoğlu oldu. Adakoğlu?na Türkiye?de son yıllardaki tartışmaların odağında yer alan medyayla ilgili sorularımızı yönelttik.
GÜNLÜK GAZETE GÜCÜNE ERİŞECEK BİRİKİMDEYİZ
Gerçek Hayat Türk medyasının genç ama etkili dergilerinden. Bize biraz Gerçek Hayat hakkında bilgi verir misiniz? Nasıl doğdu Gerçek Hayat?
Gerçek Hayat yaklaşık 9 yıl önce yayın hayatına başlayan, Türkiye'de İslami kesimin entellektüel okuyucusuna hitap eden, tartışmalı dosya, röportaj ve yazılarıyla 9 yılda arkasında hiçbir holding ve cemaat gücü olmadan bugünlere kadar gelebilmiş, çıktığı günden bugüne kadar haftalık tirajı ortalama on binin altına hiç düşmemiş bir dergi. Gerçek Hayat'a kadar Türkiye'deki İslami kesimde dergicilik, bir kaç idealist insanın bir araya gelerek çıkardığı mecmua tarzındaydı. Gerçek Hayat ise gerek kadrosu, gerekse de yazar kadrosu itibariyle günlük gazete gücüne erişebilecek derecede birikime ve kadro zenginliğine sahip bir dergi. Bu da ister istemez konum zenginliğini beraberinde getirdiği için zaten biraz önce ifade ettiğimiz gibi on bin tirajın altına hiç düşmedi. Şu an Türkiye'de siyasi dergiler arasında en çok satan üçüncü dergi konumundayız.
Gerçek Hayat'ın bir başka özelliği de; yayın hayatına başladığı tarihin 28 Şubat sürecinin yaşandığı bir döneme denk gelmesine rağmen o dönemde İslami hassasiyetlerinden asla geri adım atmayan, bu konuda radikalize olmayan, karşısındakini dışlamayan ama 'Ben varım ve söyleyecek bir sözüm her zaman vardır' diyebilecek dik duruşu ve cesareti gösterebilmiş bir dergi olarak varlığını sürdürmesidir.
Bundan sonra da inşaallah aynı şekilde ayrıştırıcı değil kuşatıcı, ?öteki? kavramını tamamen ortadan kaldırıp 70 milyonun bu Türkiye'de yaşayan, bu ülkenin evladı olduğunun bilincine varan ve dolayısıyla yayınları itibariyle hiç kimseyi küstürmeyen fakat söyleyecek sözünden de asla geri durmayan bir yayıncılık anlayışımız olacak. Allah'ın izniyle bu anlayışımızı da devam ettirmek istiyoruz ve devam ettiriyoruz da...
MAĞDURU DESTEKLEYEN BİR YAYIN POLİTİKAMIZ VAR
Yayın politikanız oldukça ilkeli. Sanırım başarınızın altında biraz da bu yatıyor?
Tabii ki? Gerçek Hayat, hiçbir siyasi angajmanın içine girmeyen, her türlü siyasi angajmanın karşısında duran ama hangi düşüncede olursa olsun, mağduru destekleyen bir yayın politikasına sahiptir. Bunun yanısıra benim mahallemde, benim düşünceme sahip diye insanları eleştirmekten geri durmayan bir yayın anlayışına sahip. Dolayısıyla biz kol kırılır yen içinde kalır mantığına sahip değiliz. İnsanlar artık kendi içlerindeki sorunların da tartışılması gerektiğini ve bir daha çok ekstrem bir örnek belki ama Ali Kalkancı olaylarının yaşanmasını istemiyor. Yanlışlar varsa, Gerçek Hayat, eli vardığınca, dili döndüğünce, kalem oynatabildiğince dile getirmeye çalışır. Aynı zamanda alkışlamaktan da yüksünmüyoruz, geri kalmıyoruz. Hükümeti sosyal politikalarından dolayı alkışlarken dış politikada yaptığı yanlışlardan dolayı eleştirebiliyoruz. Bir okur Gerçek Hayatı eline alıyor, bir bakıyor, AK Parti iktidarını müthiş derecede eleştiren bir dosya, üç beş hafta sonra yine alıp bakıyor ki, iktidarı öven bir dosya. İktidarı derken, iktidarın yaptıklarını öven bir dosya. O zaman bu sizin söylediğinizin sözün daha muteber olmasını getiriyor. Sürekli sövmekle, sürekli övmek arasındaki ince çizgiyi yakalayabildiği için Gerçek Hayat bugünkü durumundadır.
OKURA BİR KATKIMIZ OLABİLİR DÜŞÜNCESİYLE HAREKET EDİYORUZ
Gerçek Hayat?ın bir başka özelliği de İslami medyada ?ya da medyada- pek gündeme gelmeyen konulara eğilmesi. Güncel medyada göremediğimiz haberleri siz de görebiliyoruz?
Gerçek Hayat, İslami kesimde Ortadoğu'da muhabiri olan tek yayın kuruluşu. Günlük gazetelerin bile Ortadoğu'da sürekli muhabiri yok. Bizim Suriye'de Adem Özköse kardeşimiz, Gerçek Hayat Ortadoğu Muhabiri olarak çalışıyor. Adem, Suriye merkezli çalışıp, bütün Ortadoğu'yu yerinde inceleme, yerinde röportajlar yapma, yerinde dosyalar hazırlama imkanına sahip. Bu bir kere bizim gündemimizi farklılaştırıyor. Çünkü son bir kaç ay içersinde, Gazze kuşatması sırasında Halid Meşal ile bir röportaj yapmıştı... Ondan biraz önce İslami Cihad örgütü lideri Dr. Ramazan Abdullah Şallah ile bir röportaj yapmıştı. Ki bu adam dünya medyasının peşinden koşturduğu ve ABD'nin başına 5 milyon dolar ödül koyduğu bir kişi. Cevdet Said, Fadlallah gibi birçok isimle de röportajlar yaptı.
Ayrıca biraz önce söylediğimiz ?ötekileştirme?nin karşısında olan bir yayın bir politikamız olduğu için bu ülkede yaşayan insanların sorunlarının tamamını kuşattığını ve kapsadığını düşünüyoruz. Yani artık modern dünyada, iletişim teknolojilerinin, kitle iletişim araçlarının bu kadar geliştiği bir dönemde sorunlar bir mahallenin sorunu olmanın çok daha ötesine gidiyor. Yani daha net bir ifadeyle; 'Müslüman mahallesinde salyangoz satma' atasözü bugün geçerliliğini kaybediyor. Çünkü artık Müslüman mahallesi ile gayrı müslim mahallesi tamamen birbirine girmiş durumda. Belki oturduğumuz mekanlar itibariyle değil ama televizyon gibi, gazete gibi kitle iletişim araçlarının her gün evimize girmesi itibariyle artık mahalleler birbirine girmiş durumda. Dün bu mahallenin sorunu olarak gördüğünüz mevzu bir kaç gün sonra bizim mahallenin sorunu haline gelmiş ve bunun farkına bile varmamışızdır. Dolayısıyla meselelere biraz daha geniş bir perspektiften bakmak gerekir. Gerçek Hayat da bunu yapmaya çalışıyor. Mesela yaklaşık iki yıl önce, İslami kesimde sperm bankaları ve taşıyıcı annelik konusunu ilk defa gündemine alan, bu konunun son derece önemli bir konu olduğunu, gelecek dönemlerde Türkiye'nin tartışacağı ve iğdiş edilecek başka bir ahlaki konumuz olduğunu kapağına Gerçek Hayat dergisi olmuştur. Bizim ardımızdan İslami kesimde pek çok medya kuruluşu, gazeteler, televizyonlar, dergiler bu konuda dosya ve röportajlar yaptı.
Bu bir bakış açısıdır. Biraz önce söylediğimiz gibi başka mahallenin sorunu bir dönem sonra bizim mahallemizin sorunu olagelir. Tıpkı, eşcinsellik konusu gibi. Dün eşcinsellik konusu İslami kesimde tartışılmaya bile gerek görülmezken bugün bir televizyon kanalında İslami kesime eşcinsellerin haklarıyla ilgili sorular sorula gelir ve İslami kesimin bu sorulara verilecek bir cevabı yokmuş gibi bir imaj oluşturulur.
Bugünü ve yaşadıklarımızı değil, bugünü ve yaşadıklarımızı değerlendirirken yarına da bir bakış açısı geliştirebilirsek okura bir katkımız olabilir düşüncesiyle hareket ediyoruz. Dolayısıyla hazırladığımız dosyalarda sadece eleştirmek yerine projeler de sunmaya, şu şu konular yanlış, bunların yerine şunlar yapılmalıdır demeye gerek yazarlarımızla, gerek muhabir kardeşlerimizin hazırladığı dosyalarla önem vermeye çalışıyoruz. Çünkü bunun bir yayıncılık sorumluluğu olduğunun farkındayız. Yani sadece CHP muhalefeti gibi ?Bu yanlış, bu yanlış? deyip yerine ne yapılmasını gerektiğini, doğrunun ne olduğunu söylemezseniz, sizin sözünüzün geçerliliği de ancak Deniz Baykal'ın sözünün geçerliliği kadar olur. Halk nezdinde hiçbir karşılığı, hiçbir itibarı olmaz.
İSLAMİ BASININ HALK NEZDİNDE İTİBARI DAHA FAZLA
İçerden bir gözle İslami medyayı değerlendirirseniz neler söylersiniz? Aslında sadece İslami medya değil, kartel medyası veya merkez medya olarak tanımlanan medyanın da yayıncılık anlayışı hakkındaki değerlendirmenizi öğrenmek isteriz?
İslami kesimin medya kuruluşları, gazete, televizyon ve dergileri her geçen -Allah'a hamdolsun- birer birer güçleniyor ve varlığını daha kuvvetli hale getiriyor. Bu güzel bir gelişme. Ama burada bizi bekleyen şöyle bir sorun var. Merkeze kayarken, merkezin gönlünü hoş tutacak haberler yaparken, kendi hassasiyetlerimizden ne kadar geri duruyoruz. Bu bir soru işareti. Bu soru işareti üzerine uzun süre düşünmemiz gerekiyor. Yani bizler İslami hassasiyetleri olan gazete ve televizyonlardan geçmişteki Ilıcaklar'ın Tercüman'larını oluşturmaya çalışıyoruz. Ama Ilıcaklar'ın Tercüman'ını oluşturan bugün başka gazeteler var. Bizim biraz farklı olmamız gerekiyor ki, bu zamana kadar da bu farklılığı yansıttık.
Tabi çok önemli bir konu olarak, bugün İslami medya kuruluşlarının ellerindeki sermaye gücü oldukça sınırlı. Öte tarafta bakıyorsunuz, sadece Sabah ve Atv 1.1 milyar dolara satıldı ki, Zaman'ıyla, Vakit'iyle, Yeni Şafak'ıyla veya Gerçek Hayat'ıyla, diğer kuruluşlarıyla toplasanız hepsinin sermayesi 1.1 milyar dolar yapmaz. Nelerle mücadele edildiğini gözlemlemek açısından bu rakam oldukça önemli.
Bir tarafta televizyonculuğun yüzde 40'ını, gazete tirajlarının yüzde 60'ını elinde bulunduran bir Doğan Grubu var. Bununla rekabet etmek durumundasınız. Eldeki imkanlar son derece sınırlı ve gazetecilik anlayışımız 1973 yılında ilk günlük gazetemiz Yeni Devir ile birlikte başlamıştır. Yani yaklaşık 35 yıllık bir serencamı var. Yani bu daha yeni olgunlaşma dönemi. 35 yaş biliyorsunuz bir insanın olgunluk dönemine doğru ilerlemesidir. 40'lı yaşlarda tam olgunluğa erişmesidir. Şu anda günlük gazete deneyimi olarak İslami kesimde 35 yaşındayız. Dolayısıyla, bence bir on-onbeş yıl sonra daha iyi bir durumda olabileceğimizi düşünüyorum. Şu an olgunluğa erişmek üzereyiz ve bu olgunluğun meyvelerini bir onbeş-yirmi yıl sonra daha kuvvetli bir şekilde yiyeceğimizi düşünüyorum.
Diğer taraftan yine buradan hareketle, yıl ve yaş açısından baktığımızda merkez medyası dediğimiz medya kuruluşlarının tarihi 1800'lü yıllara dayanıyor. 200 yılın üzerinde, artık kökleşmiş sayılabilecek bir anlayış, bir mekanizma var. Bireysel başarılardan ziyade, kurumsal ahlak oturmuştur veya kurumsal kurallar oturmuştur. Ahlak dediğimiz zaman yanlış anlaşılmasın, mesleki etik kuralları oluşturulmuştur, bunu kastediyorum. Ve tabi ki sizden bir adım öndeler bu anlamda. Yani çünkü tarihi bir birikimleri ve sermaye birikimleri var. Ama orada da şöyle bir karın ağrıları var: Gazeteciliği başka iş kollarındaki rantlarını devam ettirebilmek için bir çıkar malzemesi olarak kullandıklarından dolayı halk nezdinde itibarları yok. İslami kesimin ise halk nezdinde itibarı daha fazla.
28 Şubat süreci öncesine baktığımızda Türkiye'de gazete tirajları 6 milyon civarındaydı. Bugün günlük gazete tirajları 4,5 milyon. İşte internet geldi, şu oldu bu oldu gibi bir sürü gerekçe sunuluyor ama burada asıl önemli olan insanların artık gazetelere olan güveninin sarsılmasıdır. Geçmişte bir mevzu anlatıldığında, 'Bunu nereden biliyorsun?' diye sorulduğunda 'Gazetede okudum arkadaşım, yalan mı yazacak?' diye bir söz vardı. Ama bugün, 'Bunu nereden duydun?', 'Gazetede okudum.', 'Onu bir araştırmak gerekir' diye bir bakış açısı var. İşte bu anlayış kayması, merkez medyanın en büyük handikapı ve o iki yüz yıllık birikimin ve sermaye birikiminin karşılığını bulamamasına yol açıyor. Bu halk nezdinde itibarı olmayışlarının sonucu. Japonya'da bir gazetenin tirajı 6 milyon iken Türkiye'deki gazetelerin toplam tirajı 4,5 milyon. Aradaki farkı anlayabilmemiz açısından oldukça önemli bir istatistiki değerdir.
28 ŞUBAT?TA TOPLA TÜFEKLE YAPAMADIKLARINI MEDYA ARACILIĞIYLA YAPTILAR
Türkiye?de kartel medyasının 28 Şubat sürecinde post-modern darbenin psikolojik harekatını yürüttüğü ve darbe şartlarının oluşmasını sağladığını biliyoruz. Medyanın bu ?darbesever? tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tarihten bugüne siyasi iktidarlar medya gücüne sahip olmak istemişlerdir. Fakat 21. yüzyılla birlikte siyasi iktidarların medyaya sahip olma güdüsü biraz farklılaşmış, bu sefer medya kuruluşları siyasi erke sahip olma sevdasıyla yanıp tutuşmaya başlamışlardır. Bu biraz da ilişkilerin çarpıklığındandır. Medya oldukça önemli bir güç. Hele hele Türkiye gibi gelişmekte olan, toplumun kolay manipüle edilebildiği ülkelerde medya belki siyasi iktidardan daha fazla önem arzeden bir güç. Şimdi bunun farkında olanlar 28 Şubat sürecinde topla tüfekle yapamadıklarını ya da yapmak istemediklerini medya aracılığı ile yaptılar. Bir Ali Kalkancı bir Fadime Şahin kişisel dramından topluma yönelik müthiş bir korku, müthiş bir hummalı hava oluşturdular. Bunu ancak medya ile yapabilirsiniz. Bunun başka bir yöntemi yok ve tabiî ki bunun karşılığında da bir takım çıkarlar elde ettiler.
Ne gibi çıkarlar? Kimileri büyük ihaleler aldı... Kimileri bankalar aldı, bankalar üzerinden kendi şirketlerine müthiş kaynaklar aktardı. Ama her hırsızlığın bir son bulduğu gibi bu düzende son buldu. Siz eğer elinizdeki medya gücünü kendi çıkarlarınız doğrultusunda kullanmaya devam ederseniz, Dinç Bilgin örneğinde olduğu gibi -ki Dinç Bilgin?in Zaman gazetesine verdiği röportajda, 'Gazetecilikteki güç benim ve bazı arkadaşların aklını çeldi, dünyasını değiştirdi.' şeklinde bir cümlesi var- bu gücün esiri olursanız, yarın bir gün Sabah gazetesini elinizden birileri alır götürür. Çünkü gazete, gazetecilik kuralları içerisinde yapıldığı zaman etkin bir araçtır veya uzun vadede düşünüldüğünde toplum nezdinde itibarı olan bir konudur. Artık inandırıcılığının kalmadığı andan itibaren gazetenizin de hiçbir kıymet-i harbiyesi kalmamış demektir.
Bu noktada, 28 Şubat sürecinde darbenin en önemli destekçisi Sabah gazetesi idi. İkinci sırada aslında Hürriyet gazetesi geliyordu. Ama bugün Sabah gazetesinin patronu ve Sabah gazetesinin sahibi ortada yok. Sabah gazetesi belki var ama Sabah gazetesinin sahibi ortada yok. Bu bile ibret alınması gereken bir mesele aslında. Bir insan, hem gazete sahibi, hem televizyon sahibiyse, hem de birçok alanda, iş kollarında patronluk yapıyorsa, -bu yapıyı bir vücut olarak düşündüğünüzde- ister istemez vücuda bir tehlike geldiğinde kolun, bacağın veya diğer uzuvların onu koruma refleksi gibi medyayı ona kalkan olarak kullana gelmişlerdir ve kullanacaklardır.
Burada köklü çözüm medya kuruluşu sahibi olanların, diğer iş kollarındaki sahipliğine bir düzenleme getirilmesidir. Başka işler yapanların medya kuruluşu sahipliği konusu RTÜK yasasının 24. maddesinde zaten geçmişte işleniyordu. Bunun ciddi bir biçimde ele alınması gerekir. Siz bir taraftan enerji piyasasında, diğer taraftan petrol piyasasında faaliyet gösteriyorsanız, diğer bir taraftan bankacılık sektöründe, otomotiv sektöründe yatırımınız varsa ve bunun yanında gazete ve televizyonunuz varsa tabiî ki burada kendi çıkarlarınız doğrultusunda bir yayın politikası güdersiniz. Bunun aykırı olmasını düşünmek insan fıtratına aykırı bir meseledir. Dolayısıyla burada kuralları baştan belirlemek gerekir. Kurallar tamamen belirlendiği takdirde bahsettiğiniz medya-sermaye-iktidar ilişkisindeki çarpıklık ortadan kalkacaktır.
ERGENEKON SONU ŞEMDİNLİ GİBİ OLABİLİR
Medya çok önemli bir imtihanını da Ergenekon konusunda verdi. Ergenekon?la ilişkili birçok gazeteci olduğu ortaya çıktı. Doğan Grubu yaklaşık bir sene boyunca Ergenekon haberlerini görmezden geldi. Medyanın Ergenekon konusundaki tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Orada her iki tarafta da çarpık bir bakış açısı var. 'Ergenekon yoktur basit bir üç beş emekli paşanın veya gazetecinin, sivil toplum örgütünün bir araya geldiği yaptığı toplantılardır.' bakış açısı hastalıklı bir bakış açısıdır. Aynı şekilde Ergenekon'u çok ciddi anlamda magazinleştiren yayınlar da konunun önemini azaltıcı bir bakış açısıdır. Ergenekon?u, bu iki ifrat ve tefrit noktasındaki bakış açısının ortasında, son derece önem verilmesi gereken, olayın asla magazine kaydırılmaması gereken, magazinleştirilmemesi gereken ve Türkiye'de darbe heveslilerinin bir daha ortaya çıkmasını engelleyebilecek bir operasyon olarak görüyoruz. Yalnız burada da Ergenekon'a şu şekilde bakmak gerekir, Ergenekon soruşturmasında ortaya çıkan konular ile 28 Şubat sürecinde yaşananların aslında birbirinden farkı yok. O dönemde de darbe yapmak isteyenler toplumu bir şekilde manipüle ettiler, Ali Kalkancı, Fadime Şahin, Müslüm Gündüz, Sincan'da tankların yürütülmesi... Hatırlayalım o süreci...
Bu taraftan da eğer iddialar doğru ise Danıştay saldırısının Ergenekon çetesi tarafından organize edildiği düşünüldüğünde aynı oyunun on-onbeş yıl sonra sahneye konulduğunu görüyoruz. Burada bir kere, çok uyanık olmak gerekir. Ergenekon'un darbe girişiminin veya sizin ülkenize yönelik bir komplo teorisinin daha güçlü olarak hayata geçirilmesi sizin karın ağrılarınızın olmasını da beraberinde getirir. Komplo, komplo kurulan kişinin zaafı üzerine kurulur. Dolayısıyla biz meseleye önce, toplumdaki çatışma noktalarını ortadan kaldırarak başlamalıyız. Yani laik-anti laik, dinci-din karşıtı, şeriatçı veya laik, onun uzantısı olarak Alevi-Sünni, Türk-Kürt gibi çatışma ortamını ortadan kaldırıp, birbirlerine karşı ötekileşme mantığının ortadan kaldırılması; Ergenekoncular omuzundaki apolete, elindeki medya gücüne güvenip; arkasındaki sivil toplum örgütüne, elinde bulundurduğu sivil toplum örgütüne güvenip, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Anayasası'nı ihlal edecek bir şekilde kurdukları planların tamamının boşa çıkmasını beraberinde getirecektir.
Çünkü Ergenekon içinde yaşadığımız ülkenin, yani bizim ülkemizin gelecek kuşaklarda daha güçlü olmasını sağlayacak bir girişim değil. Bunu çok iyi görmemiz gerekir. Artık bu ülkenin birkaç kişinin hevesinden kurtarılması gerekir. Bunu hem iktidarlar anlamında hem de darbeci kişiler anlamında söylüyorum. İşte bu noktada Ergenekon'un üzerine giderken olay magazinleştirilmeden gerçek darbecilerin tamamen ortaya çıkarılmasını, sorgulanmasını ve ceza almasını bekliyoruz. Ama Şemdinli davasını düşündüğümüzde, burada sanki dağ fare doğuracakmış gibi bir imaj oluşmuyor da değil bende... Onca iddia, onca dosya, onca tutuklu, ifadesi alınan onlarca yüzlerce insan ve ardından üç beş tane basit mahkumiyet çıkarsa, dağ fare doğurmuş olur ki bu defa darbecilerin ekmeğine yağ sürmüş oluruz.
BAŞBAKAN 70 MİLYON İNSANIN BAŞBAKAN'I, YANDAŞ MEDYASI OLAMAZ
Son günlere damgasını vuran Başbakan Erdoğan ve Aydın Doğan arasındaki kavga hakkında neler söyleyeceksiniz?
Tüm dünyada kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle birlikte siyasi iktidarlar mutlaka bazı medya kuruluşları üzerinde hak sahibi olmayı, söz söyleme hakkı -ekonomik anlamda demiyorum-, onu elinde bulundurma, kendi istekleri doğrultusunda bir yayın politikası geliştirmesini istemişler ve bunun için de birçok girişimde bulunmuşlardır. Bunu Tayyip Erdoğan ile sınırlandırmak veya Tayyip Erdoğan üzerinden 'İşte Başbakan kendi medyasını oluşturuyor' diyerek tek taraflı bir saldırıda bulunmak son derece yanlıştır.
Aydın Doğan-Tayyip Erdoğan kavgasında bence haklı yok. Yani ortadaki kavga kayıkçı kavgası. Çünkü bugüne kadar duyduğumuz tek şey, Aydın Doğan?ın Başbakan'dan Hilton arazisine rezidans yapmak için izin istemiş olması. Başbakan da buna izin vermemiş. Olay bu. Karşılığında bir ahlaksız teklifte bulunulmuş mu? Örneğin Aydın Doğan Başbakan'a, 'Eğer Siz bana bu konuda izin verirseniz Ben de gazetelerim ve falanca güçlerimle arkanızda olurum.' gibi bir teklifte bulunmuş mu? Bulunsaydı herhalde Başbakan açıklardı. Tam tersi, 'Eğer siz bana rezidans yapma izni vermezseniz, Ben de sizin iktidarınızı, gazetelerimle yıpratırım' demiş mi? Bunu direk söylemesi mümkün değil ama böylesi bir imada bulunmuş mu? Bulunsaydı, herhalde Başbakan bunu söylerdi. Şimdi dolayısıyla Aydın Doğan gitmiş Başbakan'dan birşey istemiş, Başbakan da vermemiş. Çünkü bunu verme ya da vermeme hakkı Başbakan Erdoğan'da değil İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'nda. Dolayısıyla burada iki haksız arasındaki bir mücadeleye bakıyoruz. Ve konu büyük bir mevzu varmış gibi ortaya döküldü. Sanki Türkiye'de, Başbakan ile bir medya patronu eşdeğermiş gibi bir hava oluşturuldu. Bu Tayyip Erdoğan'ın bir zaafıdır.
Kabul ediyoruz, 28 Şubat sürecinde Doğan Medya Grubu, Türkiye'deki insanların hassasiyetlerini son derece iğdiş eden bir yayın politikası gütmüştür. Halen de aynı yayın politikasını devam ettirmektedir. İşte Gaziantep'teki öğretmen evi, Milliyet gazetesinin 'Mini etekli kızı diri diri yaktılar' gibi saçma sapan haberleri, Mine Kırıkkanat'ın pijamalıların Boğaz kenarında piknik yapmasını hayvana benzetmesi gibi bu toplumun değer yargılarına karşı yayın politikası olagelmiştir ve bu yayın politikası devam ediyor. Bu yayın politikasına karşı olmak başka, bunu bir Başbakan'la bir medya patronunun basit bir Hilton arazisi üzerinden, küçük bir maddi değer üzerinden verilmesi ya da verilmemesi üzerinden bir vaveyla koparmak başka. Verilirse Aydın Doğan cebine üç beş kuruş daha fazla rant sağlayacak, verilmediği zamanda ortada çok büyük bir vaveyla kopartılacak bir durum yok. Siz eğer Başbakan iseniz, Aydın Doğan'ı POAŞ'ı nasıl aldığına veya POAŞ'ta şirket birleşmesinden doğan devletin vergi zararından kaynaklanan kaybını gidermenin yollarına bakın... Hilton arazisinin peşine düşmeyin?
Başbakan'ın medyada silahşöre ihtiyacı yok. Aydın Doğan'a 'Senin silahşörlerin, kalemşörlerin var, Benim yok' diyorsun. Zaten ihtiyacın yok ki, neden yok diye hayıflanıyorsun? Bu bir... İki, gazeteciliği bu kadar aşağılamaya hakkın yok. O zaman sen gazeteciyi bu kadar aşağılarsan bir gazeteci olarak ben de siyasiyi ve siyasetçileri aşağılama lüksüne sahip olurum. Üç, Başbakanlar'ın yanında veya karşısında olan medya kuruluşları olmamalı. Başbakan'ın yanında veya yakınında duracağı medya kuruluşları olamaz. Başbakan 70 milyon insanın Başbakan'ı... Sağcısı, solcusu, İslamcısı, şeriatçısı, laiki, anti-laiki, ulusalcısı, Ergenekoncusu, herkesin Başbakan'ıdır. Bu anlamda herkese eşit mesafede durmak zorundadır. Ancak, eşit mesafede durmak demek uzlaşmak demek değildir. Başbakanların görevi tamamen toplum ile uzlaşmaktır. Buradaki konunun tamamen altını çiziyorum. Başbakan toplum ile uzlaşır, toplumun genel kanaati ne ise onu yapar. Bu genel kanaat doğrultusunda, Aydın Doğan mı darılacakmış, umurumda değil, Dinç Bilgin mi darılacakmış, umurumda değil veya Başbakan'a yakın olduğu söylenen Çalık grubu mu darılacakmış, umurumda değil... Önemli olan, halkın değer yargıları, halkın istekleri doğrultusunda bir ülkenin olmasıdır ve bir ülke idaresinin sağlanabilmesidir.
AYDIN DOĞAN BİR DÖNEM PUTİN GİBİ HAREKET ETTİ
Peki bu noktada Doğan Grubu?nun ?Başbakan tek adam olmak istiyor. Putin olmak istiyor.? şeklindeki propagandasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yok, o konuda da Aydın Doğan haksız. Başbakan ?Putinleşiyor? değil. Yani ortada Putinleşen birisi varsa bu elindeki medya gücüyle Aydın Doğan'dı bir dönem. Şu an eski gücü yok. Bundan Aydın Doğan da rahatsız oluyor tabi. Hilton arazisi bence devede kulak. Aydın Doğan'ın eski gücü yok. Bundan dolayı iktidardan bir takım hesapların sorulmasını istiyor, çünkü eski gücü yok. Tabi ister istemez burada Putin benzetmesi gibi benzetmeler yapılıyor ama bana sorarsanız eğer Putin benzetmesi yapılabilecekse bu Aydın Doğan için yapılmalıdır. Çünkü elindeki medya gücüyle bir dönem Putin gibi hareket etti ve toplumu istediği gibi yönlendirdi. Bir darbenin, 28 Şubat sürecinde milyonlarca insanın ahını alan bir insan olarak medya kuruluşlarına hükmetti.
TÜRKİYE'DE ADALETE OLANIN GÜVENİN SARSILMASI EN BÜYÜK İHANETTİR
Konuyu biraz medya dışına, özellikle de yargıya getirmek istiyorum. Türkiye?de yargı da kısa süre öncesine kadar gerek 367 kararı, gerek başörtüsü kararı ve AK Parti?nin kapatılması davasında olduğu gibi çok ağır şekilde eleştirildi. Bir ?yargı darbesi?nden söz edildi. Yargının bu şekilde tartışılır olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şimdi Türkiye'de 28 Şubat sürecinden bu yana brifing alan yargı mensuplarının verdiği adaletsiz belki kanuni ama adaletsiz olan kararlar hep tartışıla geldi. Danıştay'ın verdiği, Yargıtay'ın verdiği kararlar, Anayasa Mahkemesi?nin kapatma davalarındaki tavırları hep tartışıla gelmiştir. Aslında 28 Şubat sürecindeki brifing alan yargı mensuplarının bugün vermiş olduğu kararlar ile bugün karşı karşıyayız. Tabii ki, bir yargı darbesinden bahsetmek bile o müessesenin içinde bulunan bütün yargı mensuplarına bir hakarettir; bunu hakaret kabul etmeleri gerekir. Bunu hakaret kabul edip de kararlarında daha adil olmanın yollarını aramaları gerekir. Çünkü eğer bir ülkede adalet mekanizması yerle bir olmuşsa o ülkenin ekonomisi de, o ülkenin askeriyesi de, o ülkenin iktidarı da, o ülkenin eğitimi de tamamen yer ile yeksan olmuştur. Adalet bir toplumun olmazsa olmaz en önemli kuralıdır. Adalet üzerinden bir savaşa girmek toplumun gelecek kuşaklarına inanılmaz bir ihanettir. Bu anlamda yargı mensuplarının içinde bulundukları durumu çok iyi bilmeleri gerekir. Bakın geçmişte kurulan Osmanlı medeniyetine, Osmanlı'nın kuruluş ve yükseliş dönemlerinde yargı ve bilim zümresi hep ülkeyi yöneten Padişah'tan bile üstte görülmüştür. Bugün Türkiye'de güçler ayrılığı ilkesi vardır ama bir ülkenin devamlılığında olmazsa olmaz mevzu yargıdır. Fakat yargı mensuplarının da bu olmazsa olmaz durumundan güç alıp siyasete müdahale etme girişimleri de son derece abes bir girişimdir. Siyasete akıl öğretme sevdası, Türkiye'deki siyasi meselelere karşı bir siyasi parti gibi tavır almaları, her adli yıl açılış törenlerinde veya Yargıtay, Danıştay, Anayasa Mahkemesi gibi kurumların başkanlarının kuruluş yıldönümlerinde verdikleri siyasi demeçlerin bir an evvel son bulması gerek. Çünkü o siyasi demeçler, Türkiye'de adalete olan güveni sarsar, bu gelecek kuşaklara yapılmış en büyük ihanettir.
BU ÜLKEDE BEYAZ TÜRKLER'İN ÇOCUKLARI ÜNİVERSİTEDE OKUYOR
Biraz da hükümetin performansını değerlendirelim isterseniz. AK Parti?ye özellikle AB konusunda yavaş davrandığı ve bir takım anayasal değişiklikleri yapmadığı konusunda eleştiriler var. Bu eleştirileri nasıl karşılıyorsunuz?
Hükümetin son parti kapatma davasına da götüren başörtüsü yasağı değişikliğindeki veya başörtüsü yasağını kaldıracak düzenlemelerdeki MHP'nin gazına gelmesi haricindeki niyetinin iyi olduğunu, bunun için de adım attığını ve en azından insanların psikolojisi açısından daha rahat bir atmosfere girildiğini düşünüyorum. Bu konuda haksızlık etmemek gerekir. Aslına bakarsanız AK Parti'yi Avrupa Birliği uyum sürecinde Türkiye?nin gelmiş geçmiş en başarılı iktidarı olarak da görebiliriz. Her ne kadar ben, bireysel olarak Avrupa Birliği'ne karşı olsam da. Türkiye Cumhuriyeti Devleti zaviyesinden baktığımızda, bugüne kadar ülkemizi Avrupa Birliği yolunda en fazla ilerleten iktidar, AK Parti iktidarıdır. Bunun yanısıra demokratik açılımlarda elbette bir takım adımlar atıldı. Türkiye, bence 2002'ye göre daha demokratik bir ülke. Bu konuda haksızlık yapmamak gerekir. Ama başörtüsü ve katsayı adaletsizliği konusunda, gerekenler yapılamadı. Başörtüsü ile ilgili düzenlemenin yapılamamasının tek sebebi MHP'nin oyununa gelinmiş olmasıdır. Bu konuda salt bir düzenleme yapılması gerekmiyordu, MHP'nin oyununa gelinip yapıldı, bu kapsamlı bir anayasa değişikliği ile sadece başörtülülere değil toplum tamamına yönelik özgürlükler içindeki bir anayasa değişikliği ile bu konu çok rahat bir şekilde hallolurdu ve ülke kapatma davası ile bu kadar büyük bir gerginliğin içine sürüklenmezdi. Madem insanlar bu kadar bekledi, bir altı ay daha bekleyebilirdi. Orada açıkçası Tayyip Erdoğan ve AK Parti MHP'nin oyununa geldi.
Katsayı adaletsizliği konusunda da yapılması gereken yapılmadı. O konuda da belki ilk noktada hata yapıldı. Erkan Mumcu'nun ilk ?Gül Hükümeti? döneminde Milli Eğitim Bakanı olduğu dönemde YÖK ile lüzumsuz bir şekilde girilen gerginlik, bugün hala varlığını sürdürüyor. Katsayı adaletsizliği düzenlemesinin bir an önce yapılması gerekir. Bence katsayı düzenlemesi başörtüsü düzenlemesinden daha elzem bir mevzu. Elbette başörtüsü yasağı sebebiyle, onlarca, yüzlerce, binlerce genç kızımızın haklarını ellerinden alıyoruz. Her ailede ayrı bir dram oluşturuyoruz. Türkiye'de artık neredeyse başörtüsü yasağı nedeniyle mağduriyet yaşamamış hiçbir aile kalmadı dersek yalan söylemiş olmayız. Bu çok büyük bir dram, bunu kabul ediyoruz. Ama katsayı adaletsizliği daha da büyük bir dram.
Siz bu ülkenin okullarında eğitim gören insanları, birinci, ikinci, üçüncü sınıf diye ayırıyorsunuz ve öyle bir eğitim sistemi oluşturuyorsunuz ki, bu sistemde sadece ve sadece Beyaz Türkler'in çocukları rahat bir şekilde üniversite okuma hakkına sahip olabiliyor. Anadolu'nun kavruk delikanlısı yine üniversite okuyamaz duruma gelecektir. Bu son derece tehlikeli bir durumdur. Bu sadece ideolojik mesele de değil, bir önce hallolması gereken halledilmesi gereken bir mesele. Meslek lisesinde okuyan, İmam-Hatip lisesinde okuyan veya meslek liselerinin çeşitli branşlarında okuyan gençler bu ülkenin gençleri değil mi? Bu ülkenin insanları değil mi? Üniversite okuyabilmek için benim illa düz lisede veya kolejde mi okumam gerekir? Bir baba olarak ben çocuğumu, üniversiteye gitsin diye liseye gönderip ama kazanamazsa da elinde şöyle bir mesleği de olsun diye düşünme lüksüne sahip değil miyim? Bu Türkiye'deki meslek liselerinin önemini, ülkemizdeki ara eleman ihtiyacının çok fazla olması sonucunu da beraberinde getirecek bir süreçtir. Bir başka mevzu da, bir süre sonra Anadolu insanları üniversite okuyamaz hale gelecek olmasıdır. Eğitim sisteminde bir sürü çarpıklık var zaten. Sadece katsayı adaletsizliği ile ilgili değil, işte dersaneler gibi, kolejler gibi, Anadolu Liseleri ve Fen Liseleri gibi, Hakkari'deki lise ile İstanbul'daki lise arasındaki farklar gibi bir çok kalıtsal sorunlar devam ettiği sürece bir adalet sağlanamaz. Bir de bunun üzerine katsayı adaletsizliği eklenince bu ülkenin üniversitelerinin sadece Anadolu'nun sivri zekalı bir kaç delikanlısıyla, kolejlerde okuyan insanların evlatlarının okuduğu kurumlar olarak varlığını sürdürmesinden endişe ediliyor.
Bana göre hükümetin en büyük zaafı, en büyük eksiği bu konudadır. Tayyip Erdoğan diyor ya 'Bu koltuklar gelip geçicidir, yarın yerin altına girdiğimizde hesap vereceğiz.' diye, bana göre Tayyip Erdoğan'ın hesap vereceği konular arasında öncelikli olanlardan birisi de budur.
BAYKAL?IN KENDİSİNE BİLE FAYDASI YOK
Türkiye?de bir muhalefet sorunu olduğundan bahsediliyor. Siz muhalefetin şu anki durumunu nasıl görüyorsunuz?
Baykal'ın kendisine bile faydası yok ki topluma faydası olsun. Eğer kendisine faydası olsa, partisi çok daha farklı yerlerde olurdu. Türkiye'nin Baykal tarzı muhalefet anlayışından bir an önce kurtulması gerekir. Bunu CHP'liler de söylüyor ve biliyor aslında. Artık çatışmacı, toplumu ötekileştirici siyaset güden herkesin bir şekilde siyaset sahnesinden silinip götürülmesi gerekir. Bunların başında bugün Baykal geliyor. Bugün 367 tartışması, Cumhurbaşkanlığı tartışması, AK Parti'nin kapatılması davası, başörtüsü yasağı, anayasa değişikliği ve katsayı adaletsizliği gibi konularda CHP hep halkın karşısında yer almıştır. Bunun sonucunda da bugün seçim olsa, aslında iktidarda olduğu için yıpranmış olması gereken AK Parti daha fazla oy alır, CHP daha az oy alır.
Halk da geçmişteki gibi -çok özür dilerim- güdülebilecek koyun değil. Konuya biraz daha farklı, biraz daha geniş bir yelpazeden bakabiliyor. İnsanlar artık siyasi çatışmaların artık ne uğruna yapılabildiğini gözlemler duruma geldi. Yani Baykal'ın siyasetteki ömrü bir kongre daha devam eder veya bir seçim daha devam eder, ondan sonra Baykal gibi siyasi figürleri, aktörleri inşaallah Türk siyaset sahnesinde görmeyiz. Bu toplum çatışmaya değil, kültürel zenginliklerden oluşan bir sinerjiyle, birleştirici, bütünleştirici bir politikaya ihtiyaç duyuyor. Bakın dün dünyada 100 yılda bir rastlanan bir kriz patlak verdi, bu krizden daha az etkilenip, gelecek dönemde daha etkin bir ülke olmalıyız.11 Eylül ve 1 Mart tezkeresi Türkiye'nin önemini çok arttırdı. Bu önemin farkında olmalı, Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde model ülke olduğumuz söyleniyor ya; model ülke değil, lider ülke psikolojisi ile hareket edip, bölgenin ve dünya barışının en önemli katalizör gücü, en önemli lider gücü olabilmenin politikalarını geliştirmeliyiz. Eğer biz bölgemizde bir barışın mimarı olamazsak, korkarım ki Türkiye de 50 yıl sonra bir savaşın içinde kalacaktır. Baykal gibi toplumdaki çatışmaları körükleyecek siyasilerin bir an evvel ortadan kalkması, Ergenekoncu darbecilerin bir an önce yargı önüne çıkması ve dolayısıyla Türkiye'nin çatışmacı, ayrıştırıcı ve toplumu birbirine karşı düşman edici politika, girişim ve eylemlerden bir an önce uzaklaştırılması ve kültürel zenginliklerden oluşan sinerji ile her gün bir adım daha ileri gitmesi gerekmektedir.
Engin Dinç-Murat Hazine / analatikbakis.com
İslami medyanın sermaye gücü
Gerçek Hayat Dergisi'nin sahibi Ali Adakoğlu, İslamcı bir yayının sınırlı sermayeyle nasıl yürüdüğünü anlattı.
18 Yıl Önce Güncellendi
2008-09-18 17:17:00
SON VİDEO HABER
Haber Ara