1968 ve 1971 yıllarında Syracuse Üniversitesi?nde Siyasal Bilimler alanında Yüksek Lisans ve Doktora dereceleri alan Heper, Kudüs, Manchester ve Harvard üniversitelerinde misafir araştırmacı; Connecticut, Brandeis ve Princeton üniversitelerinde misafir araştırmacı ve misafir öğretim üyesi olarak bulundu. Halen Bilkent Üniversitesi İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi Dekanlığı görevini sürdürmekte olan Heper, Islam and Politics in the Modern Middle East; State, Democracy and the Military: Turkey in the 1980s; Political Parties and Democracy in Turkey; Turkey and the West: Changing Political and Cultural Identities; Politics in the Third Turkish Republic ve Political Leaders and Democracy in Turkey adlı kitapların ortak editörü ve yazarı. Aynı zamanda Dilemmas of Decentralization: Municipal Government in Turkey, Democracy and Local Government: İstanbul in 1980s, The State and Public Bureaucracies: A Comparative Perspective, Local Government in Turkey: Governing Greater İstanbul, Strong State and Economic Interest Groups: The Post-1980 Turkish Experience ve Institutions and Democratic Statecraft adlı kitapların editörü ve yazarı. Heper?in Türkiye?de Devlet Geleneği, İsmet İnönü: Yeni Bir Yorum Denemesi ve Türkiye Sözlüğü olmak üzere Türkçe yayınlanmış üç kitabı bulunuyor.
Türk siyasetinin ilginç bir süreçten geçtiğine tanık oluyoruz. Komplolar, darbe girişimleri, gizli belgeler ve görüşmeler, telefon dinlemeler, provokasyonlar vs. Tüm bunlar ne anlama geliyor? Genel Türk siyasetini ve tarihini göz önüne alırsak son bir-iki yıldır yaşadıklarımızı nasıl teorik bir çerçeveye oturtabiliriz?Aslında çok geniş bir resmi soruyorsunuz bana. Darbe girişimleri iddiasından başlamak gerekirse, 1950?lerden beri, çok partili hayata geçtikten sonra zaman zaman ordunun içindeki bazı gruplar gidişattan memnun olmadılar. Bunun ilk izlerini 1957?de dokuz subay vakası ile gördük. Fakat geriye dönüp baktığımız zaman, darbeleri eğer ordu bütünlük içerisinde yaptıysa başarılı olduğunu görüyoruz. Ordunun içerisindeki bir grup orduyu karşısına alarak herhangi bir girişimde bulunduğu zaman bu başarılı olmadı. Talat Aydemir ve arkadaşlarının girişimi buna örnektir. 1960 darbesi peki?1960 askerî müdahalesi orta kademedeki subayların yaptığı bir müdahaleydi. Ama o zaman ordunun içindeki çok geniş bir kesimin desteğini arkasına almış olması lazım. Yine de en üst düzeyde bazı generallerin mesela o zamanki Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun?un muhtemelen bundan haberi dahi yoktu. Kara Kuvvetleri Komutanı olan Cemal Gürsel de bu durumdan duyduğu rahatsızlığı bir yerde gündeme getirmişti. Ama yine de daha sonra alt rütbeli subaylar Cemal Gürsel?i bu işin başına getirdiler. Bu olaydan sonra ordu böyle bir müdahalenin tekrarlanmaması için gayret sarf etti. 1971 askerî müdahalesinde, ordunun üst kademelerinin alt rütbeli subayların müdahalesini önlemek için adeta buna bir önlem aldıklarını görüyoruz. Fakat o zamandan beri özellikle 1980?den sonra ordu genel olarak darbenin bir çıkar yol olmadığı noktasına geldi. 1980 askerî müdahalesinden sonra bir meslektaşımla birlikte o darbenin içinde yer alan beş kişilik cuntadan bir komutanla görüştük. 1980 askerî müdahalesini yapmadan önce çok düşündüklerini çünkü bu müdahalenin olumsuz birtakım etkilerinden çekindiklerini söyledi. Mesela müdahale yapıldığı için ordunun üst kademesinde, arkadan gelen subayların normal şartlarda ulaşabilecekleri konumlara gelmeden emekli olmaları söz konusuydu. Ayrıca müdahale yaptıkça arkadan gelen genç subayların da ?General olunca bizim de müdahale etmemiz gerekir? şeklinde bir düşünceye kapılmaları tehlikesinden bahsediyordu. Yine, ?Müdahaleler başta olumlu karşılansa da bir süre sonra herkes bizi eleştirmeye başlıyor ve de her şey yine eski tas, eski hamam oluyor? diyordu. Bu durumun ordunun halk nazarında prestijini düşüren bir unsur olabileceğini söylüyordu.Bütün bunlardan dolayı 1980?den itibaren artık bu işe hevesli bir ordu görmüyoruz. 1971 müdahalesinin de çok arzulanarak yapılmış bir müdahale olduğunu zannetmiyorum. Üst kademeler, alt kademelerden gelecek yanlış bir hareketin önüne geçmek için kendileri müdahale ettiler. Sonrasında zaten doğrudan müdahaleden vazgeçildi. Yani 28 Şubat biraz dolaylı bir müdahaledir. Ordu 28 Şubat?ı kendi başına değil, birtakım sivil toplum örgütlerini mobilize ederek gerçekleştirdi.90?lı yıllarda iki büyük tehlike görülmeye başlandı. İşte bunlardan biri bazı Kürt vatandaşların içinde olduğu ayrılıkçı hareket meselesi, öbürü de Siyasal İslam korkusu. Bu tekrar orduyu kendi içinde bir muhasebeye götürdü. Bir taraftan bu korku var, ama öte taraftan da temelde bir isteksizlik var. Bu büyük tartışma konusu oldu. Ordunun üst kademelerinde hiç olmayacak kadar görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Fakat her seferinde sonuç olarak, bu müdahaleyi yanlış görenler diğerlerine galebe çaldı. 1997?den bu yana geçen sürede dolaylı bir müdahale de olmadı. Zaman zaman ordu, rahatsızlığını ya kapalı kapılar ardından veyahut da kamuoyu önünde dile getiriyor. Kapalı kapılar ardında olmayan rahatsızlıkların dile getirilmesi de çok büyük ölçüde ordunun içine dönük birtakım beyanatlar olarak alınabilir. Yani ?Siz merak etmeyin biz buradayız? demek istiyorlar. Veyahut da ?Sizin yaptığınız bazı yanlışlar var? türünde beyanatlar olabilir. Son zamanlardaki eski Genelkurmay Başkanı Sayın Hilmi Özkök?ün beyanatlarını da biraz bu şekilde okumalıyız diye düşünüyorum. Ergenekon operasyonu kapsamında ordunun mevcut AK Parti hükümeti ile bir dereceye kadar işbirliği içerisinde olduğunu görüyoruz. Bu Türkiye?de çok da alışkın olduğumuz bir durum değil. Bunu ordu içerisinde gidişattan rahatsız olanların artık beyanatlarla ya da dolaylı yollarla yatıştırılamayacak bir noktaya geldiğinin bir işareti olarak okuyabilir miyiz?Hayır. Bence ordu genel olarak Ergenekoncuların çizgisinden rahatsızlık duyuyor, ordunun içinde çok küçük ve marjinal bir grup Ergenekoncuların çizgisini benimsiyor. Ordu, müdahale ettiği zaman da hukukun sınırları içinde kalmaya çalışan bir kurumdur. Yani müdahale ettikleri zaman daima ?Şu iç hizmet kanunun şu maddesi ve Anayasa?nın bize verdiği sorumluluk ve yetkiyle bu hareketleri yapıyoruz? dediler. Halbuki şimdi yapılan ya da yapıldığı iddia edilen, bu şekilde bir girişime benzemiyor. Ancak tabii ki mahkeme son kararını verinceye kadar her şey bir iddiadır. Ve de herkes mahkum edilinceye kadar suçsuz kabul edilir. Bu hukukun en temel prensibidir. Geçen sene Abdullah Gül?ün cumhurbaşkanı seçilmesi etrafında yapılan başka bir kritik tartışma vardı. Devletin 1980?lerden sonra Cumhurbaşkanlığı makamında yapılandığını göz önüne alırsak, Abdullah Gül?ün cumhurbaşkanı olması ne anlama geliyor? Merkez-çevre kavramsallaştırmasından bakarsak, Türkiye?de iktidar sosyo-politik anlamda el mi değiştiriyor?Sayın Abdullah Gül?ün cumhurbaşkanı olduğu anda, hatta ondan önceki uzun yıllar boyunca, çevreye mensup bir kişi olduğunu düşünmek biraz zor. Eskiden Türkiye?yi bu çerçeveden anlamaya çalıştığımız zaman merkezdekiler daha çok okumuş, çevredekiler ise okumamış kimselerdi. Merkezdekiler okumuş olduğu için kendilerini daha medeni, daha rafine ve sofistike kimseler olarak görüyorlardı. Ama şimdi Sayın Cumhurbaşkanımız okumuş, doçent olmuş, dünyadan haberdar ve devlet işlerinin nasıl yürütüleceğini bilen birisi. Böyle bir insanın artık ?çevre?den diye tanımlanması bu merkez-çevre ilişkilerinin ilk kavramsallaştırmasına uygun düşmüyor. Fakat bu noktada başka bir şey ortaya çıkıyor. O da Sayın Cumhurbaşkanı?nın kişisel düzeyde de olsa dinini yaşayan bir kimse olması. Artık Türkiye?deki genel manzara bir merkez-çevre ilişkisinden ziyade, laik kesim ile onun tasvip etmediği kesimin karşıtlığı şeklinde. Dikkat ederseniz laik ve laik olmayan demedim. Çünkü insanların belli bir dinî inanışı olabilir. İnsanlar o dinin kendilerine yüklediği birtakım vecibeleri yerine getirebilirler, namaz kılabilirler ve oruç tutabilirler. Ama öte taraftan dönüp başka hususlarda laik bir hayat sürebilirler, laik bir hayat ve dünya görüşüne sahip olabilirler. Konuyu biraz da mevcut hükümete getirecek olursak, dindar insanlar ekonomide, uluslararası ilişkilerde yahut, başka birtakım konulardaki kararlarını dine dayandırmayabilirler; dayandırabilirler de tabii ki. Burada mühim olan nokta, dindar bir insanın dine yaklaşımı hariç, diğer başka hususlarda laik dediğimiz insanlardan ayrılmayabilecekleri gerçeğinin görülmesi. AK Parti iktidarını nasıl görüyorsunuz? İslamcılığın aldığı yeni bir form mudur? Çevre-merkez ilişkisinde çevrenin temsilcisi midir? Belli bir sınıfa yaslanan bir parti midir yoksa ideolojik bir parti midir?AK Parti, kendisini merkez partisi olarak görüyor. Bütün Türkiye?yi temsil ettiğini ileri sürüyor. Eğer 22 Temmuz seçim sonuçları bir gösterge olarak ele alınacaksa bu düşüncesini, uygulamaya da geçirdiği söylenebilir. Çünkü AK Parti memleketin her köşesinden oy alıyor. Hemen hemen hiçbir parti şu anda bu şekilde oy almıyor. AK Parti bir taraftan pazar ekonomisinin Türkiye?nin yararına olduğunu düşünüyor ve bu alanda devraldığı politikaları devam ettiriyor. Fakat aynı zamanda da AK Parti?nin lider kadrosu, özellikle Sayın Erdoğan, bir mütevazı aileyi ziyaret edip onların acı kahvesini içebiliyor. Yine AK Parti?nin lider kadrosu ve diğer üyelerinin çok büyük bir bölümü namaz kılıyorlar, oruç tutuyorlar. Ama aynı zamanda bu hükümet İsrail?le ilişkilerini sürdürüyor. Bir ideolojik davranış görmüyorum burada. Bu hükümeti sınıf bazında tanımlamak da son derece zor, hatta imkânsız diyebilirim. Sonuç itibarıyla AK Parti şunu gösteriyor, eğer siz iyi iş çıkarırsanız, dış politikada, ekonomide başarılı bir performans sergilerseniz ve aynı zamanda da halkın bütün kesimlerine aynı anlayışla ve saygıyla yaklaşırsanız, hiç kimseyi küçümsemezseniz, hiç kimseyle aranıza mesafe koymazsanız, diyaloğu devam ettirebilirseniz oy alabiliyorsunuz. Demin dediğim gibi bugün bir mütevazı aileyi içtenlikle ziyaret eder, ertesi gün de TÜSİAD liderlerine gidip onların görüşlerini alırsanız, o zaman burada ne ideolojiden bahsedilebilir ne de sınıftan. İyi anlamıyla bu pragmatik bir yaklaşımdır. İyi anlamıyla diyorum, çünkü maalesef biz pragmatizmi, oportünizmle karıştırıyoruz. Halbuki pragmatizm, bir işin yapılmasının iyi sonuç verip veremeyeceği konusuna ağırlık vermektir. Ütopyadan, ideolojiden kaçınmaktır; realist davranmaktır. Bu anlamda, hükümetin pragmatik, başka bir ifadeyle realist bir politika uyguladığını düşünüyorum. Peki, bu noktada CHP ve MHP?ye geleyim. Türkiye?de bir muhalefet krizinin olduğu söyleniyor. CHP ve kısmen de MHP?nin yeterince iktidarı sıkıştıramadığını, hatta AK Parti hükümetinin iktidarın tüm yıpratıcı etkisine rağmen oylarını arttırdığını görüyoruz. Muhalefet partileri olarak, CHP ve MHP?nin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?CHP ve MHP?yi aynı sepete koymamak lazım. MHP?nin belli birtakım ilkeleri var. Onlardan bir tanesi, ülkenin milli birlik ve beraberliğinin korunmasıdır. Bu, MHP için son derece önemli. MHP etnik milliyetçi bir parti değil, zannedildiğinin aksine vatansever bir parti. Milliyetçilik ile vatanseverliği birbirinden ayırmak lazım. Değişik milliyetçilikler de var; mesela etnik milliyetçilik sizi içe kapanmaya götürür. Irkçılığın sözünü dahi etmeye lüzum yok. Ama vatandaşlık itibarıyla milliyetçilik veya kültürel milliyetçilik de var. Mesela vatandaşlık itibarıyla milliyetçilikte, ?Ben bu ülkenin bir vatandaşıyım, bu ülkeye aidim? dediğiniz vakit sizi milletin değerli bir üyesi olarak görme eğilimi var. Kültürel milliyetçilikte sadece onu söylemek yetmez; yaygın kültürü, değerleri ve ülküleri paylaşmanız istenir. Tabii birincisinden ikincisine geçtiğiniz zaman millete dâhil edeceğiniz kişilerin sayısını azaltıyorsunuz; etnik milliyetçiliğe geçtiğiniz zaman çok daha daraltıyorsunuz. Fakat milliyetçilikte biraz ?biz ve öteki?, vatanseverlikte ise ?biz hepimiz? yaklaşımı var. MHP?de Türkeş, 1965?lerde etnik milliyetçilik olarak kabul edilebilecek bir söylem kullandı. Mesela ?Aksanı düzgün olmayanları Türk sayamayız? demişti, ama sonra bunu değiştirdi. 1980?lere gelindiğinde tamamen ?ötekini dışlayıcı milliyetçilik?ten uzaklaştı. Bahçeli ise hiçbir zaman etnik milliyetçi olmadı. Bahçeli prensip olarak AB?ye de karşı değil ve bunu çeşitli beyanatlarında gösterdi. ?Biz bu uluslararası ekonominin dışında kalamayız, bu alandaki rekabette gücümüzü arttırmalıyız? diyor. Bu demek ki, Batı?ya ve AB?ye kapalı bir felsefeye sahip değil. Ama MHP lideri, AB?nin çift taraflı oynadığını düşündüğü zaman sinirleniyor ve o zaman sert beyanatlarda bulunuyor. AB-PKK ilişkisini mi kastediyorsunuz?Tabii PKK konusunda son derece hassas; ama PKK konusunda şimdiki hükümetin de hassas olmadığı söylenemez. Bu konuda hükümetle ordu arasında yakın bir diyalog var ve mesele birlikte çözümlenmeye çalışılıyor. Görebildiğim kadarıyla hem hükümet hem de ordu alınan bu askerî tedbirlerin birtakım sosyo-ekonomik tedbirlerle tamamlanması gerektiğini düşünüyor. Peki, CHP cephesi?CHP?nin kendi tanımladığı biçimiyle belli bir cumhuriyet ve devlet hassasiyeti var. Tamamen o konuya odaklanmış durumda. Yani belli bir laiklik anlayışından hareketle hükümeti, sizin teriminizi kullanmak gerekirse, sıkıştırmaya çalışıyor; ama onun ötesinde sosyo-ekonomik meselelerde hiçbir sözü yok. O konuları muhalefetinin esas unsuru haline getirmiyor. Sonuç olarak biz Türkiye?de hep rejim meselelerini tartışıyoruz. Rejim meseleleri de zor meseleler, büyük gerginlik yaratıyor. Ama mesela sosyoekonomik meseleleri, AB?ye girmek için ne yapmamız ve ne yapmamamız gerektiğini tartışabilirsek, bunu tartışırken de her yaptığımız şeyi ödün olarak görmesek, bazı şeylerin elde edilmesi için ödün verilmesi gerektiğini genel olarak kabul etsek, Türkiye?de siyasal hayat bugünkü gerginliklerinden kurtulabilir. CHP ve MHP, AB sürecine AK Parti?nin elini güçlendirdiği için karşı çıkıyor olabilir mi?Bir an için bu nedenle yaptıklarını ve Türkiye?nin AB?nin tam üyesi olduğunu düşünelim. Bu argümanı ileri sürenler ne diyorlar; ?AB?nin üyesi olduğumuz zaman sivil-asker ilişkileri yeniden düzenlenecek ve askerler bugünkü etkilerini kaybedecekler. O zaman da AK Parti istediği biçimde Türkiye?yi yönetecek ve istediği değişiklikleri yapacak.? Bu değişikliklerin arasında, laik düzenden vazgeçilip din esasına dayalı bir devletin kurulması olduğuna inanılıyor. Peki Türkiye?de din esasına dayalı bir devlet kurulmaya çalışılırsa, AB bizi orada tutar mı? İmkânsız. Hemen bizi kapının önüne koyacaktır. Bunu da hükümetin görmemesine imkân yok.Bazı kesimlerce iddia edildiğinin aksine AK Parti?nin öngördüğü siyasal düzenin, Cumhuriyet?in başlangıcında ortaya konulan düzenden farklı olmadığını, hatta devamı olduğunu mu söylüyorsunuz?Recep Tayyip Erdoğan bundan birkaç sene önce şöyle dedi. ?Demokrasisiz cumhuriyet ve cumhuriyetsiz demokrasi olmaz.? Bu aslında Atatürk ve arkadaşlarının uzun vadede Türkiye?de görmek istediği bir rejimdi. Atatürk hayatta olduğu yıllarda liberal demokratik bir devletin altyapısını oluşturacak değişimleri gerçekleştirdi. Laikliği getirdi, Cumhuriyet?i laik bir esasa bina etti. Laik bir sistem önemli tabii, çünkü orada hiç kimse diğerine belli bir dinî görüşü empoze edemez. Demokrasiler de ideolojilerin veya dinlerin hâkim olmadığı bir yerde yürür. Yine Atatürk ordunun çok önemli bir kurum ve rejimin bekçisi olduğunu, fakat aynı zamanda da siyaset dışı kalması gerektiğini düşünüyordu. Zira Atatürk ve İsmet İnönü, İttihat ve Terakki dönemini yaşamıştı. Ordunun boğazına kadar siyasetin içine girdiği zaman bundan kendisinin de nasıl olumsuz etkilendiğini görmüşlerdi. Atatürk?ün uzun vadede ve İnönü?nün hayatta olduğu zaman yavaş yavaş gerçekleştirmeye çalıştıkları, demokratik bir rejimin tesisiydi. Hem cumhuriyet hem de demokratik bir rejimin taraftarı olduğunu Başbakan kendisi de söyledi. Bunu ne kadar gerçekleştiriyor, bu tabii ayrı bir tartışma konusudur. Ama böyle bir ideali olduğundan bahsetti ve o ideal aslında Cumhuriyet?ten bu yana Türkiye?de yapmaya çalıştığımızdan pek farklı bir ideal olarak görünmüyor bana. Fakat bunun yanında, Kemalizm?in bir ideoloji olarak demokrasi ile sorunları olduğu ve tıkanma noktasına geldiği iddia ediliyor.Söyleyenler var, ama ben katılmıyorum. Kemalizm bizim önümüzü açtı. Türkiye?de üç önemli devrim olduğunu söylüyor bir Amerikalı yazar. Ben de aynı şekilde düşünüyorum. Birincisi kültür devrimidir, bunu Atatürk gerçekleştirdi. İkincisi demokratik devrimdir, bunu İnönü gerçekleştirdi. Üçüncüsü de ekonomik devrimdir, bunu da Özal gerçekleştirdi. Kültürel devrimi yapamasaydık, daha sonraki demokratik devrimi belki gerçekleştirirdik; ama uzun ömürlü olmazdı. Ve sonuçta da ekonomik devrimi yapacak hale gelemeyebilirdik. Çünkü ekonomik devrim de demokratik devrimi gerektiriyordu. Biz o ekonomik devrimle pazar ekonomisine geçtik, ama diktatörlükle idare edilen yerlerde pazar ekonomisi tam anlamıyla hiçbir zaman teşekkül edemiyor. Her dönemde değişik atılımlar yapıldı Türkiye?de. Her atılım daha sonraki atılımın gerçekleşmesine yardım etti. Atatürkçülüğün gerçekleştirdiği kültür devrimi, demokrasiyi getirdi. Demokrasinin içinde ve onun kurallarına bağlı olarak dinî eğilimli partiler ortaya çıktı. Atatürkçülük başarılı olduğu için, bu dinî eğilimli partiler devrin kurallarına uymadıkları ve ondan uzaklaştıkları zaman halktan oy alamadılar. Sonuçta Cumhuriyet de bir yerde devreye girdi ve bu partiler kapandı. Şimdi yeni bir parti var. Bu parti ?Cumhuriyet?e karşı değilim? diyor. Bu parti bugünün ihtiyaçlarına uygun politikalar geliştiriyor, oy alıyor. Fakat Atatürk olmasaydı Recep Tayyip Erdoğan ve partisi, bugün başarılı olduğu kadar başarılı olamazdı. Ulusalcılığın ortaya çıkışını nasıl görüyorsunuz? İdeolojik olarak Batı?ya daha yakın kesimlerin, siyasi olarak Batı karşıtı, içe kapanmacı olması bir tezat değil mi? Bu tezatı nasıl açıklıyorsunuz?Öncelikle, Türkiye?nin büyük bir tehlike içinde olduğunu, Batı?nın Türkiye?yi kendi emelleri için kullandığını düşünüyorlar. Hiçbir ülke diğerine kaşını gözünü sevdiği için belli bir şekilde davranmaz. Herkes tabii ki kendi çıkarlarını düşünecektir. Belli devletler kendi çıkarlarını düşünüyorlar diye o devletlere karşı çıkmak olmaz. Siz de kendi çıkarınızı düşüneceksiniz ve bir dengeye ulaşacaksınız. Ne diğer devletin çıkarına hizmet edeceksiniz açıkça, ne de o devlet kendi çıkarını düşünüyor diye aranıza mesafe koyup her türlü bağı keseceksiniz. İkinci olarak da Türkiye?nin bir İslam devletine dönüşme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu düşünüyorlar. Bu da tabii ki bir değerlendirme meselesi. Türkiye?de birtakım insanlar ise bunun böyle olmadığını düşünüyor. Türkiye?deki son gelişmeler ve değişmeler dünyadaki diğer gelişmelerle ne kadar paralel? ABD-AB ve ABD-Rusya ilişkileri, Irak işgali ve İran problemi sizce Türk siyasetini nasıl etkiliyor?Benim görebildiğim kadarıyla Türkiye zannettiğimizden daha fazla içine dönük bir ülke. Biz kendi sorunlarımızdan, bazen dış dünyayı takip edemez hale geliyoruz. Bu biraz da küreselleşmeyle ilgili bir mesele. Türkiye?deki her şeyi biraz bu küreselleşmenin bir sonucu olarak görenler var. Belki kültürde ve gündelik hayatımızda etkisi oluyor; ama biz ?Daha mı az demokrat olalım, daha mı çok cumhuriyetçi olalım, daha mı az İslamcı veyahut laik mi olalım? gibi konulara gelince, sanki onlara kendi kendimize karar veriyormuşuz gibi geliyor bana. Ama tabii öte taraftan da AB?ye girmek istiyorsanız o zaman da bazı şeyleri değiştirmeniz gerekiyor. Nitekim bir sürü kanunu değiştiriyoruz. Mühim olan, o kanunlarla birlikte biz de değişiyor muyuz? Aslında biz Avrupalıların zannettiğinden çok daha Avrupalıyız bence. Ama öte taraftan bazı sorunlarımız ve hassasiyetlerimiz de var. Son zamanlarda toplumun değerlerine saygı, demokratikleşme, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi kavramlar etrafında bir ?toplumsal merkez? oluştuğundan bahsediliyor. Siz de çalışmalarınızda Türkiye?de demokrasinin en büyük problemlerinden birisinin ?çevre?nin ?merkez? karşısında iyi organize olamaması olduğunu belirtiyorsunuz. ?Toplumsal merkez?in bu anlamda demokrasinin Türkiye?de gelişmesi için olumlu bir etki yapacağını düşünüyor musunuz?Toplum-devlet ilişkilerine baktığımızda çok uzun zaman devletin, toplumun sorunlarıyla pek fazla ilgilenmediğini gözlemliyoruz. Devlet, toplumun bazı değerlerini onaylamadı, çok fazla öğretmen gibi davrandı. Bu bir aşamaya kadar gerekliydi, ama toplum belli bir noktaya geldikten sonra artık devletin o tutumdan yavaş yavaş uzaklaşmaya başlaması gerekliydi. Ama aynı zamanda da belli konularda politikalarını popülist bir çizgiye kaymaktan korumak zorundaydı. Yani hem toplumun isteklerine, tercihlerine, ihtiyaçlarına duyarlı olacaksınız hem de toplumun uzun süreli menfaatlerini göz önünde tutacaksınız. Demokrat olacaksınız ama popülizme sapmayacaksınız. Şimdi artık o noktaya gelmemiz lazım. Devletin her şeyi artık dikte etmesi gerekmiyor. Çünkü aslında epey eğitimli ve deneyimli bir toplum olduk. Uluslararası pazarlarda yarışıyoruz. Bir bölgesel güç olduk. Genç ve eğitimli bir kadromuz var. Nüfusumuzu Avrupa?yla karşılaştırdığımız zaman bunlardan yararlanmamız lazım. Artık şu kendi içimizdeki sorunları ve tartışmaları belli temel konularda anlaşarak sonuca vardırmamız lazım.
Röportaj:
Ali Aslan / Anlayış Dergisi