Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk İstanbul'suz bir hayat düşünemediğini, herşeye rağmen 'İstanbul'dan ve İstanbul'u anlatan' hikâyeler yazmaya devam edeceğini söyleyen Pamuk'la Rainer Traube görüştü.
İki yıl önce Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldınız. Bundan sonra hayatınızda ne gibi değişiklikler oldu?
Orhan Pamuk:Nobel'i kazandığımı bana bildiren menajerime ilk tepkim, 'bu benim hayatımı değiştirmeyecek' demek oldu. Ama bugün bunun çok iyimser bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum çünkü bu ödül benim hayatımı değiştirdi. Ancak çalışma düzenimi değiştirmedi, hâlâ aynı disiplinli çalışmamı devam ettiriyorum: Erken kalkıyorum, yazıyorum, planlı programlı çalışmalarımı sürdürüyorum. Ama eskisinden daha ünlüyüm, tabi bu bana daha fazla okur kazandırdı. Ama daha önemlisi bu benim çalışmalarıma siyasi bir boyut kattı; bugün artık ne yapıyorsam ?beklediğimden daha fazla- siyasi bir boyutu var.
Üç yıl önce Frankfurt'ta 'Alman Yayıncılar Birliği'nin geleneksel 'Barış Ödülü'nü aldığınızda bir konuşma yapmıştınız. Türkiye'nin Avrupa rüyası gördüğünü, Avrupa'nın da kendini Türkiye'siz betimleyemeyeceğini ifade etmiştiniz. Hâlâ aynı düşüncede misiniz?
Pamuk: Daha o zaman, Türkiye'siz bir Avrupa'nın ve Avrupa rüyası görmeyen bir Türkiye'nin olamayacağının altını çizmiştim. Maalesef son iki yıldır görüşmeler biraz sekteye uğradı. Bunda belki de, Türkiye'nin Avurpa Birliği'ne girmesine karşı olan aşırı sağ kanadın ve ordunun da rolü var. Tabi ki bu, Fransa Almanya gibi bazı Avrupa ülkelerinde Türkiye'nin tam üyeliğine karşı çıkan muhafazakâr kesimin bloke edici yaklaşımlarına da bağlı. Bu konu biraz karışık ve üç yıl öncesindeki gibi pek parlak değil. Ama buna rağmen bu benim çok inandığım bir fikir: Er ya da geç Türkiye Avrupa'nın bir parçası olacak, şu anki durum beni biraz endişelendirse de ağlayacak değilim, sonuçta ben bir yazarım?
Size karşı aşırı miliyetçi ve muhafazakâr grupların bir korkutma sindirme çabaları var. Bunların sizin hayatınıza ve Türkiye'deki entelektüel yaşama etkileri oldu mu?
Pamuk: Elbette. Artık korumalarla birlikte yaşamak zorundayım ve bu da hiç kolay değil. Tabiki endişelerim var; bazen bazı gazetelerin de bana karşı saldırgan kampanyalar yürüttükleri oluyor. Ancak kitaplarım birçok yerde yayımlanıyor, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde ders veriyorum, birçok konferansa katılıyorum. Dolayısıyla iki yıldan beri zamanımın çoğunu maalesef ?kimbilir belki de bir şans benim için- Türkiye dışında geçiriyorum. Bunda elbette Nobel'in de etkisi var; şöhretim arttı, ama yine de burası benim vatanım, 'İstanbul'suz bir hayat düşünemiyorum; gecenin bir yarısı korumalarla veya yalnız artık ne ise, İstanbul sokaklarındayım...Hiç olmazsa İstanbul sokaklarındayım, etrafı seyrediyorum, tadını çıkartıyorum ve hikâyelerim Istanbul hikâyeleri olmaya devam edecek?
Sanki hayatınızda İstanbul ve seyahetler arasında, siyasi bir kişilikle bir sanatçı arasında dengeler kurmaya çalışıyor gibisiniz
Pamuk: Evet öyle yapmak gerekiyor. Mesela ben sürgünde yaşamıyorum. Beni oraya sürme denemeleri olduğunda, hayır dedim, ben istediğim zaman Türkiye'den ayrılırım; burada da yılın 365 gününü geçirebilirim ama eğer ben istersem. Sonuçta New York'ta da yaşamak, seyahat etmek çok rahat. Yani kendimi bir 'kurban' gibi göstermek istemiyorum, bunda belki de hiçbir zaman sömürge ve manda altında yaşamamış olan bir kültürden geliyor olmam da temel bir rol oynuyor olabilir. Kendimi uluslararası güçlerin ya da Türk devletinin bir kurbanı olarak göstermek istemiyorum. Kendi ayaklarım üzerinde duruyorum, mutluyum ve de kitaplarımı yazabilmek için bunun tadını çıkarıyorum. Hayatımı böyle görüyorum.
Yani bir 'köprü' fonksiyonu üstlenmek istemiyorsunuz?'
Pamuk: Bu bir klişe. 'Köprü' bana yansıtıldı çünkü ben Türküm. Ayrıca Türkiye denince ilk akla gelen de Batı ile Doğu arasında ?bir köprü gibi- bulunuyor olması. Köprü olabilmek için bir kültürü oluşturan özellikleri; karanlık ve aydınlık yanlarını, kendine özgü çelişkilerini, umutlarını, acılarını,zayıflıklarını, zafiyetlerini, geçmişini, geleceğini, şimdisini bilmek ve anlamak gerekiyor. Benim görevim bunları söylemeden önce bunları görmek. 'Ha, ben bir köprüyüm' ya da şuyum buyum. Bu tür bir siyasi ve temsili bir görevim yok, sonuçta ben hikâyeler yazan bir edebiyatçıyım. Benim kitaplarımda felsefi bir yan da var; ben yazarım, kendime kültür ve politika üzerine düşünme ve yargılara varma özgürlüğünü tanıyorum. Ancak herşeyden önce ben bir 'hikâye anlatıcıyım.'
Yeni kitabınız 'Masumiyet Müzesi' büyük bir aşkı ?pek tabii- İstanbul'u ve müzeleri anlatan bir roman. Herhalde bu, kendi müzesi olan ilk romandır, nasıl gelişti bu hikâye?
Pamuk: Masumlar Müzesi'ndeki aşk hikâyesi 'Kemal'in etrafında şekilleniyor. Kemal, 1975 yılında 30 yaşında zengin bir aileden gelen bir adam. Kemal'in ikinci dereceden kuzeni olan Füsun'a aşkı hikâyenin ana konusu. Füsun 18 yaşında bir butikte çalışan, sıradan ama çok hoş bir kız. Kemal kendi çevresinden daha zengin ve eğitimli bir kızla nişanlanmak üzereyken, Füsun dikkatini çeker ve olaylar böyle gelişir.
Füsun'a açılamayan Kemal, Füsun'un dokunduğu herşeyi 'toplamaya' başlar.Füsunların evine gider gizlice oradan birşey alır. Sonunda ikisinin ortak hikâyesinin ürünü nesnelerden oluşan bir müze oluşur.
Masumiyet Müzesi, bu nesnelerin sergilendiği, gerçek bir müze. Yaklaşık 6 yıl boyunca bunun için nesneler biriktirdim. İçinde bu hikâyenin geçtiği bir ev aldım ve sonunda onu müzeye döndürdüm. Kitabı alanlar, içinde bir bilet bulacaklar ve bununla Masumiyet Müzesi'ni bedava ziyaret edebilecekler; Masumiyet Müzesi hem bir roman hem de bir müze: Müze romanın tıpatıp aynısı olmadıği gibi roman da müzenin gezi rehberi değil. Romandan alınan hazla, müzeyi gezerken yaşanan keyif çok farklı iki şey. Ama belki ikisi de aynı hikâyenin farklı iki görünümü?.
Kaynak: Qantara