Ahmet Emin Dağ / İHH Düşünce Gündem
Meydana gelişi üzerinden 7 yılı aşkın bir süre geçen 11 Eylül saldırıları, Sovyetler Birliği?nin dağılmasından sonra uluslar arası siyasete damgasını vuran en önemli olay olmayı sürdürmektedir. Bu önem, 3 bine yakın insanın hayatını kaybetmesine neden olan olayın sansasyonel büyüklüğünden daha çok, kendisinden sonra yaşanan olaylara etkisinden kaynaklanmaktadır.
Saldırıların dumanının tüttüğü bir sırada medyatik bir operasyonla ?mağdur? temasını iyi biçimde işleyen George Bush yönetimi, saldırının Amerikan kamuoyunda oluşturduğu hassasiyeti uluslar arası saldırganlığa dönüştürme ve bu acılar üzerinden yeni bir düşman yaratma siyaseti uğruna başarılı biçimde kullandı.
Doğal olarak geçmiş 7 yıla bakıldığında, uluslar arası siyasetin doğası hep ABD lehine değişme eğiliminde olmuştur. Ancak bu genel tespitin son iki yıldır önemli ölçüde geçersiz hale geldiği de not edilmesi gereken bir gerçek. Diğer uluslar arası aktörlerin Amerika?nın ?mağduriyet? temasına dayalı bu ince taktiğine prim verme konusundaki çekingen tutumları; siyasi ve güvenlik tartışmalarında, Amerikan karşıtı tezleri güçlendirmiş ve ABD kaynaklı gerekçelerin güvenilirliği konusunda birçok ülkede soru işaretlerine neden olmuştur.
Bu olaylar öncesinde Avrasya?daki varlığı ve askeri üsleri büyük bir tartışma konusu olan ABD, 11 Eylül ardından güvenlik gerekçesiyle dünyanın her yanına ön alıcı müdahale (pre-emptive strike) doktrini geliştirmiş ve İslam dünyasının da içinde bulunduğu Afroavrasya?da konumunu güçlendirmenin yollarını aramıştır. Kendi saldırgan tutumunu meşrulaştırmak için uluslar arası hukuk çerçevesinde kılıf (!) bulmakta zorlanmayan Amerikan yönetimi ?terörle mücadele? adı altında geniş kapsamlı bir savaş başlatmış olsa da, 11 Eylül saldırılarının oluşturduğu ?haklılık? havası tamamen dağıldığından tüm dünyada yeni bir Amerikan düşmanlığı dalgası başlatmakta gecikmemiştir.
Dünyada 1 trilyon doları bulan yıllık askeri harcamaların yarısını tek başına gerçekleştiren ABD?nin yıllık savunma harcamaları yaklaşık 500 milyar dolar ve bu rakamın önümüzdeki 5 yıl içinde daha da yükselmesi kaçınılmaz. Buna ilave olarak 200 bin kişilik yeni bir mobil kuvvet yapısını Doğu Avrupa, Ortadoğu, Avrasya ve Pasifik bölgesindeki üslere kaydırma projesini yürürlüğe koymuş durumda. Tüm bunlar, Amerikan yönetiminin Soğuk Savaş?ın sona ermesinden bu yana adı konulmamış yeni uluslar arası düzene isim koymak ve kendini yeni dünya hegemonu ilan etmek için yapılan hazırlıkların diğer ayağını oluşturdu.
Buna karşın Rusya, 11 Eylül?den sonra Doğu Avrupa, Vietnam ve Küba?daki askeri üslerini kapatarak bütün dikkatini kendi hinterlandına yoğunlaştırmış ve SSCB dönemindeki kaybettiği süper güç konumunu bu defa bölgesel güç olarak yeniden kazanmaya dönük bir dış politika başlatmıştır. Bu çerçevede Orta Asya?da 1990?lı yıllar boyunca kaybettiği mevzileri yeniden kazanan Rusya, Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan?da yeniden söz sahibi olmuş, Çin ile geliştirdiği Şangay İşbirliği aracılığı ile Avrasya?da Amerikan karşıtı güç birliğini tahkim etmiştir. Kuzey Kutbunda petrol aramalarına başlayan, Gürcistan operasyonu ile Kafkasya?da elini güçlendiren, İran aracılığı ile Fars körfezine inebilen Moskova, NATO ilerlemesi karşısında tutunamadığı Doğu Avrupa?daki mevzi kayıplarını Avrasyanın diğer bölgelerinde telafi etmiştir.
Yine aynı çerçevede Rusya, ABD ile arasındaki askeri teknoloji ve yeni silah parkı açığını, ülke güvenliğini sağlamada nükleer füzelerin yeniden birincil derecede rol oynayacağı yeni bir doktrin geliştirmiştir. Yine Rusya, tıpkı ABD?nin ?Önleyici vuruş? stratejisindeki gibi, potansiyel düşmanlarına karşı ilk vuranın kendisi olabileceğini açıklamıştır.
1991 yılında sona eren Soğuk Savaş ardından ABD ve İngiltere?nin başına çektiği Anglo-Sakson eksenli bir hakimiyet söz konusu iken, ABD?nin Soğuk Savaş sonrası galibiyetinin meyvelerini toplama çabaları sonuçsuz kalmıştı. 11 Eylül Amerika?ya beklediği bu fırsatı sunarken, bunu uluslar arası barışı tesis etme yoluyla hakimiyet kurma yerine, uluslar arası planda daha baskıcı bir dönem başlatmayı tercih etmiştir. Doğal olarak 15 yıldır yaşanan süreç, dünyanın değişik bölgelerinde ABD baskılarına karşı siyasal ve toplumsal bir direnç oluşturduğu gibi, 11 Eylül olayları bunda önemli bir katelizör rolü oynamıştır. Sadece ABD mağduru halklar ve ülkeler değil, aynı zamanda ABD?nin rakibi olan ülkeler de karşı saftaki konumlarını pekiştirerek yeni döneme hazırlanmışlardır.
Küreselleşme, bugün gelmiş olduğu aşama ve biçim itibariyle, dünyanın ABD eksininde tek tipleşmesi, ABD hegemonyasının dünyayı dayatılmasının ?masum? adı dense abartı olmaz. Küreselleşme konusunda hem fikir olmakla birlikte, bu sürecin kazanımlarını paylaşma konusunda anlaşmazlığa düşen ABD, Fransa, Rusya, Çin ve Almanya gibi ülkeler arasındaki siyasi, ekonomik ve askeri rekabet kendini daha fazla hissettirmeye başlamış ve tek kutuplu geçici algılar yerini çok kutuplu yapıya bırakmıştır.
Hemen her uluslar arası sorunda karşımıza çıkan bu yeni çok kutuplu yapının bir yanında Amerika dururken, olaylara göre farklılık göstermekle birlikte diğer yanında Rusya, Çin ve Avrupa Birliği bulunmaktadır. Yeni uluslar arası düzene rengini verme konusunda kıyasıya bir mücadeleye girişmiş olan bu güçlerin Kuzey Kore?nin nükleer silahları, Kosova?nın bağımsızlığı, Gürcistan?ın bölünmesi, İran?a yönelik ambargo, İslam dünyasındaki sosyal ve ekonomik değişimin kontrolü, Afrika?da yükselen bağımsızlıkçı anlayışın törpülenmesi, yeni devletçikler oluşturulmasına dayalı yeni dünya haritası gibi konularda kimi zaman birlikte kimi zaman da işbirliği halinde belirli bir güç dengesi kurduğu gözlenmektedir. Yeni güç dengesi, uluslar arası düzene ?çok kutuplu? bir görünüm kazandırırken, bu görünümün önümüzdeki 5-10 yıllık süre içinde iki kutuplu yapıya dönüşmesi büyük bir ihtimaldir.
Bu rekabetin bir uzanımı da, Birleşmiş Milletler?de yaşanmaktadır. BM Güvenlik Konseyi?nin yapısının değiştirilmesi için baskı yapan Almanya, İtalya ve Japonya gibi ülkeler, uluslar arası hegemonyanın BM Güvenlik Konseyi?nde somutlaşan yapısını sorgulama çabalarına yoğunluk vermişlerdir. Bu anlaşmazlık, birçok kararın alınmasında soranlara neden olurken, önemli uluslar arası kararların belirlendiği platformun BM?den G-8 gibi daha reel güç odaklarına kaydığı gözlenmektedir.
Ancak Batı ülkelerinin kendi aralarındaki ?yatay? anlaşmazlıklar, dünyanın geri kalanıyla yaşadıkları ?dikey? anlaşmazlıklarda ittifak yapmalarına engel görünmemektedir. Özellikle ?terör? ve ?terörle savaş? kavramlarının bugün Batılıların, İslam ülkelerine yönelik baskıda en önemli argümanlarından biri haline gelmiş olması, hem ABD ve hem de rakibi olarak görünen Rusya ve Çin için oldukça kullanışlı bir saldırı aracına dönüşmesinden kaynaklanmaktır.
Kısacası 11 Eylül 2001 yılında yaşanan olaylar, uluslar arası sistemde köklü bir kırılmaya neden olurken, bu kırılma dünyayı tıpkı Soğuk Savaş dönemindeki gibi iki kutuplu bir yapıya taşımaktadır.
11 Eylül?den bu yana İslam dünyası
İslam ile ilişkilerde inişli çıkışlı seyir izleyen Amerikan dış politikası, bir yanda zengin yer altı kaynakları ile dolu bir dünyada nüfuz sağlamak, öte yanda yabancısı olduğu bir kültürel coğrafya ile dost kalmak zorunluluğu arasında gidip gelmiştir. Soğuk Savaş döneminde yerel diktatörlere dayalı olarak İslam dünyası ile ilişkilerini yürüten Amerikan yönetimi, Sovyetler?e karşı güçlendirdiği yeşil hat üzerindeki İslam ülkelerinde siyasi ve sosyal yapının Komünizm karşıtı oluşması için muhafazakarlık yanlısı bir siyaset uyguladı. Bu çerçevede birçok sağcı, milliyetçi ve muhafazakar yapıların önü açılırken, 1979 İran İslam Devrimi?nden sonra İslam?ın hangi biçimi ile dost hangisi ile kavga edeceği konusunda köklü bir arayış başladı. 1980?li yıllar boyunca yapılan tartışmalar, şiddet eksenli bir tanım getirirken, Amerika?nın tercihi ılımlı-radikal ayrımı üzerine düğümlendi.
1990?lı yıllarda İslami muhalefet hareketlerinin işgaller sebebiyle Amerika?ya yönelik eylemlerinin tırmanması, Washington?daki karar alıcıların İslam?a yönelik ön yargılarını besledi. İşte bu tür eylemlerin tırmandığı bir döneme denk gelen 11 Eylül 2001?deki saldırılar bu ilişkinin belirlenmesinde ciddi bir dönüm noktası olmuştur.
Amerika?nın 1980 ve 90?lı yıllarda İslam?a nasıl bir ilişki yürüteceği konusundaki akademik ve stratejik çalışmalar sırasında bu coğrafyanın sahip olduğu yer altı zenginlikleri sebebiyle stratejik önemine, İslami yükseliş nedeniyle çatışma potansiyeline, İsrail?i barındırması bakımından siyasal dengelerdeki hassasiyetine odaklı orta yollu bir siyasetin nasıl belirleneceği tartışmaların ana konusu oldu. Bu nedenle İslam dünyasının Amerikan dış politikasında vazgeçilmez bir öneme sahip olduğu dolayısıyla, yeni uluslar arası dengeler bağlamında yeniden, biçimlendirilmesi ve ıslah edilmesinin kaçınılmaz olduğu zaten vurgulanıyordu.
Ama 11 Eylül saldırıları, uzun vadeye yayılarak gerçekleştirilecek olan bu siyasi, sosyal ve stratejik süreci hızlandırarak, Amerika?nın İslam dünyasında çeyrek asra yayarak gerçekleştirmeyi planladığı projelerin acilen yürürlüğe sokulmasını beraberinde getirdi. Artık bölgeye doğrudan müdahalelerin yanı sıra, toplumsal ve siyasal dönüşümün de bu askeri dönüşüme ayak uydurması sağlanmalıydı.
Bu yönüyle ABD?nin İslam dünyasındaki değişim dayatmasının dört önemli ayağı bulunuyor:
1. Siyasal anlamda ABD?ye sadık güçlü yönetimlerin iş başına gelmeleri ya da mevcutların sadakatlerinin garanti altına alınması.
2. Ekonomik anlamda, İslam dünyasının sosyal adaletsizlik sebebiyle içinde bulunduğu Batıya yönelik öfke halinin, Batılı sermayenin bölgede hakimiyetine zarar vermeden ortadan kaldırılması.
3. Toplumsal anlamda, İslam?ın ehlileştirilerek, Batıyla kavga eden değil, her koşulda onunla barış halinde bir din algısının yerleştirilmesi.
4. Bölgede yerel askeri güç odaklarının oluşumunun engellenerek, Batı çıkarlarını tehdit edecek unsurların yok edilmesi.
11 Eylül sonrasında İslam dünyasındaki siyasi ve sosyal yapıyı kendisine ciddi bir tehdit olarak algılamaya başlayan Amerikan yönetimi, o tarihten bu yana yaptığı vurgularda hep siyasal bir değişim teması üzerinde durmaktadır. Bu değişim, demokrasi ve siyasal reformlar adı altında bölgede mevcut bulunan monarşik yapıyı dağıtmayı ya da kendisi ile uyumlu hale getirmeyi hedefliyor.
Bu aynı zamanda toplumların muhafazakarlaştırılarak radikal siyasi eğilimlerin budanmasını ve marjinalleştirilmesini beraberinde getirecek bir dindarlığı teşvik edecek unsurlar barındırmaktadır. Bu amaçla, siyasal katılımın ılımlı İslamcıları da içine alacak şekilde genişletilmesi, demokrasinin yaygınlaştırılması, ifade özgürlüğü, kadınların siyasal katılımının teşviki gibi temalar bu planın ana parametrelerini oluşturuyor.
Siyasal dönüşüm alanında kendilerini ilgilendirdiği halde ABD?nin Araplarla doğrudan görüşmediği yönündeki eleştirilen üzerine, ABD Dışişleri Bakanlığı yetkilileri, aralarında Türkiye?nin de bulunduğu bölge ülkelerinde yoğun temaslara başladılar. 2004 yılı Haziran ayında Amerika?nın Sea Island eyaletinde toplanan G-8 ülkeleri, Gelecek Platformu adıyla bir oluşum ihdas ederek, bu yapıyı projenin gerçekleştirilmesi sürecinde görüş alış verişleri (daha doğrusu ABD?nin tek taraflı dayatmalarının meşru gerekçesi olması) için uygun bir mekanizmaya dönüştürdü. Halen Demokrasi Destek Platformu adıyla faaliyetlerini sürdüren bu siyasal reform merkezi, tüm İslam ülkelerine uygun demokrasi seçenekleri geliştirerek G-8?in gözetiminde çalışmalar yapmaktadır.
11 Eylül sonrasında açık biçimde ortaya çıkan İslam Dünyasındaki Amerikan karşıtlığı eğiliminin bir ekonomik geri kalmışlık sorunu olduğunu da fark eden Washington yönetimi, ekonomik reformlar adıyla bu ülkelere cazip teklifler sunmaya başlamıştır. İslam dünyasının içinde bulunduğu ekonomik geri kalmışlığın sosyal huzursuzlukları beslediğini, bunun da nihayetinde Batıya öfke şeklinde kendini gösterdiği tespitini yapan Batılı uzmanlar, bölgenin serbest piyasa ekonomisine geçmesi, refah düzeyini arttıracak unsurların teşvik edilmesi, bu amaçlı mikro kredilerin kolaylaştırılması ve hatta bunun için Dünya Bankası?ndan fon ayrılmasını sağladılar.
Tüm bunların olabilmesi için kuşkusuz uygun bir sosyal zemin gerekmektedir. Yani, siyasi olarak Batıyla kavgalı olmayan muhafazakar bir yönetim, ekonomik olarak meydan okumayan bir dindarlık sağlanabilmesi için dinin içeriğinin de ona göre olması kaçınılmazdır. Bu çerçevede, 11 Eylül sonrasında yapılan çalışmalarda, İslam?ı bir anlamda seyreltmeyi, siyasal taleplerini budamayı ve ılımlı yepyeni bir din ortaya koymayı hedefleyen yaklaşım söz konusu.
Yine bu çerçevede İslami eğitim kurumlarının içeriğini değiştirerek, eğitim müfredatı, Batılıların istediği koşullara uygun hale getirildi. Birçok ülkede bağımsız İslami eğitim kurumları budanarak, ya kapatıldı ya da içeriği boşaltıldı. Sadece 11 Eylül?den sonra kapatılan medrese sayısı 50 bini buldu. Yeni tür bir Müslüman tipi ve aydın tipi oluşturulması için 200 milyon dolara kadar para ayıran ABD, diğer taraftan da toplumsal dönüşümleri pekiştirecek medya propagandasını destekliyor. Bu amaçla yeni TV kanalları (el-Hurra gibi) radyo kanalları ve Arapça gençlik dergilerini bizzat Amerikan yönetimi kendisi yayınlamaya başladı.
ABD, siyasal reform baskıları, askeri işgaller, eğitim reformları, radikalizmi kurutma çabaları adı altında Fas?tan Endonezya?ya kadar tüm İslam coğrafyasında bir yeniden dönüşüm süreci ve bu iş için yandaşlarını belirleme işini yürütürken, İslam dünyasındaki tabansız rejimler, ABD?nin bu projelerine destek vermeleri oranında iktidarlarını sürdürecek ya da veda edeceklerini bildiklerinden kendilerine çeki düzen vermeye başlamışlardır. Bu nedenle birçok ülkede şimdiden siyasal reform adı altında, terörle mücadele adı altında ya da başka isimler adı altında olsun ABD direktifleri doğrultusunda dönüşüm süreci başlatılmış ve Müslüman neslinin geleceği ciddi bir ipotek altına alınmıştır.
Bu projenin siyasal ayağında birçok rejim ya değişecek ya da kendi ipini çekecek, kültürel ayağında ya Batılılar gibi olacak ya da dışlanacak, İslami bağımsızlıkçı söylemin ezilmesi konusunda ya ABD?ye yardım edecek ya da terörist damgası yiyeceklerdir.
Amerikan dayatması olduğu gerekçesiyle hayata geçirilemeyecek birçok karar İslam Konferansı Örgütü?nün (İKÖ) ilgili organlarında yerlileştirilerek İslam patenti almakta ve İslam dünyasındaki bu dönüşüm kolaylaştırılmaktadır. Batılılar, direniş bilincinden olduğu kadar İslam dünyasının geleceği ve bu gelecek içindeki gücünden de korkmaktadır. Dolayısıyla geleceğe dönük planlarında kendileriyle uyumlu, ılımlı ve hoşgörü felsefesini Müslüman olmayanlar için cömertçe kullanan bir neslin oluşturulması tercih edip dayatıyorlar.