?Madde ile kuşatılan insan,
kutsal olandan uzaklaşıyor!?
Takdim
Felsefeci Prof. Dr. Şaban Teoman Duralı ile Türkiye Yazarlar Birliği?nin Sultanahmet Kızlar Ağası Medresesi?ndeki Şubesinde, gelişen teknolojik çağda, klâsik insanlık telâkkisi olarak dünyamızın nereye doğru gittiğini mütalaa ettik.
Hoca, dünyamızın giderek sekülerleştiğini (dindışına çıktığını), kutsal ve mânevî olandan uzaklaştığını belirterek; açık ve net bir ifadeyle, ?İnsanoğlu artık sadece bindiği dalı kesmiyor; aynı zamanda beslendiği ağacı da kesiyor! Tam bir kıyamet alâmeti bu? diye konuştu.
Maddî ihtişamına rağmen, mânâ ve erdem açısından sefaleti gizlenemeyen insanın, gidişatı gerçekten endişe verici bir zemine doğru kayıyor. Hoca, ?Çağdaş medeniyetin en büyük silahı, insanı düşünmekten alıkoymaktır!? diye konuştu. Günümüzde kavramların içinin boşaltıldığını savunan Teoman Duralı, ?İnsanın tek önemli kavramı vardır, o da adâlettir!? dedi.
?Çağdaş Küresel Medeniyet ve Sorun Nedir?? kitabında benzer soruları irdeleyen öğretim üyesi ve felsefeci Prof. Dr. Şaban Teoman Duralı hoca ile gerçekleştirdiğimiz bu ufuk açıcı mülâkatın, düşünce dünyanıza yeni değerler katacağına inanıyoruz.
-Hocam, asıl sorumuz bir üst başlık olarak, teknoloji, İnternet dünyası ve baş döndürücü yeni sektörler hızla değişip, gelişirken; ?İnsanlık olarak, dünya nereye gidiyor?? Bunu alt suallere böldüğümüzde ise şöyle sorabiliriz, bildiğiniz üzere, Descartes, ?Düşünmek için durmak gerekir? demiş. Bugün ise çılgın bir hız çağında yaşıyoruz. Bu gidişin sonu nereye varacak? İlk sualimiz bu yönde olsun. Siz arzu ettiğiniz şekilde fikrî mütalaanızı yürütebilirsiniz.
-Çok karışık bir dönemde yaşadığımız muhakkak. Şu anlamda: Geçmişi biliyoruz, geleceğe ilişkin bilgimiz yok. Bu her zaman böyle olmuştur. İnsan geleceği bilemez. Bugün geleceği biliyormuşuz gibi hareket ediyoruz. Adeta ilâhî bir rol üstlendik...Kendi kendimize gelin güvey oluyoruz. Geleceğimizi biliyormuşuz gibi bir havaya girdik. Üstünlük duygusu, kendini beğenmişlik, insanlığı böyle bir yola sürükledi.
Kibir ne zaman ortaya çıkar; yol gösterici olmadığında...Kılavuzsuz kaldığınızda, korku baş gösterir, korkuyu yenmek için de insan kendine olağanüstü güçler vehmeder. Her devirde kılavuzlar vardı evvelemirde; bu görevi din büyükleri yerine getirirdi. Dinin büyük insanları, kanaat önderleri öteden beri olmuştur. Yani ilk andan itibaren diyelim Hz. Adem ile Hz. Havva?dan bu yana çok çeşitli inançlar vardı. Totemcilik vardı, fetişistlik vardı, falan. Hepsinin arkasında bir vahyin, kutsal bir gücün olduğuna inanılır. O günkü insanların zekâ ve zihin seviyelerine uygun şekilde bir takım tebliğler gelmiştir. Ve o dinlerin de bir takım önderleri vardı. Bunlar herhangi biri değildi; toplum içerisinde itibar edilen, olağanüstü kimselerdi. Sezgisi olan kimselerdi. Sezgi, üst düşünceden (İlâh/Tanrı) doğrudan doğruya alınan bilgidir. Dolaysız alınan bilgidir. İnsanın içine doğan bilgidir. Bu, çok az insana nasip olan bir bilgidir. En çok da herhalde annelerimize, yani kadınlara nasip olur. Bu gibi kişiler, özellikle bunalım zamanlarında toplumun önderi olmuşlar. İnsanlara yol göstermişler, fikir vermişlerdir. Yol göstermede en önemli etkenlerden biri tecrübedir. Bu münasebetle, danışılan insanlar, o neslin yaşlılarıdır. Tecrübe sahipleridir. Bunun yaşı ekseri kırktır. Nitekim bizde nübüvvet çağı kırktır derler. Peygamberimiz de öyleydi. Bütün peygamberlerde hemen hemen bakıyorsunuz kırk yaş kemâle erme yaşı olarak ortaya çıkıyor.
En büyük hazine tecrübedir
Eskiden bu kanaat önderlerinin engin tecrübelerine ve olağanüstü sezgilerine dayanılarak görüş alınırdı. Ve yaşlı insana hürmet edilirdi. Neden hürmet edilirdi? Tecrübesi olduğundan. En büyük hazine tecrübedir. Tecrübe; çok şey yaşamak ve yaşanılanlardan sonuç çıkarmak demektir. Önce kendi adına, sonra bağlı olduğu toplumu adına, daha sonra da bütün insanlık adına...Ama ne yazık ki, gelişine övgüler dizilen ve hızla değişen bu teknolojik çağda, artık ?tecrübenin? yeri ve önemi kalmadı. Hatta sözde bilgiç nesiller tarafından küçümsenir oldu. Tecrübe dediğin ne ki? Ona ne lüzum var ki, internette her şeyi bulmak mümkün, denir oldu. Sanal ortamlarda dolaşmakla, gerçek bilgiye ulaştığını sanıyor. Eksikliğin farkında değil. Tecrübenin, hayatı anlama ve tanımadaki derin ilminin farkında ve şuurunda değil. Bu sığlık içinde, ?öyleyse, ne diye gidip de sırf yaşlı diye birine danışayım ki??, diye düşünülüyor. Hatta, o yaşlı kişi, çağdaş bilgi açısından eksik bile buluyor.
Halbuki, ?yaşlı insan? toplum için o kadar önemlidir ki, bu yüzden ona ?ihtiyar? denilmiştir. Yani ?hür? olan insan. İhtiyar, ?hür olan? demektir. Hür insan, her tarafı görebilen, her yana bakabilen, küllî idrakle bakabilen insandır. ?Hür insan? ifadesi ise derin mânâlar ihtiva ediyor. Ne yazık ki, bu asırda ?ihtiyarımız? kalmadı. ?İhtiyar? diye bir şahsiyet yok artık. Tecrübelerine binaen kendisine saygı gösterdiğimiz, kendisinden hayat tecrübesi edindiğimiz, görmüş-geçirmiş bir insan tipi kalmadı. Herkes başına buyruk. O yüzden tedirgin, huzursuz ve zihin bulanıklığı içindeyiz. İşte insanlık böyle bir gidişat içinde.
Felsefe, çok dağınık gözüken yaşama akımlarını, bakış açılarını, kavrayışlarını mantık çerçevesinde yani aklın önderliğinde bir araya getirmiştir. Buna ?sistem? diyoruz. Aklın önderliğinde, aklın kılavuzluğunda değişik bakış açılarını çok çeşitli yönleriyle örneklerini bir araya toplayıp, bir bütünlük meydana getirme işini becerip, başarana ?filozof? denir. Bu da kâinata küllî bakıyor, nazari bakıyor. Bunun rehberi akıldır. Akıl, aslında dinî bir terimdir. Akıl, Allah ile insan arasında bir çeşit güç indirme merkezi olarak görülür. Nasıl ki mesela enerji üreten merkezler santrallerden evlere, hânelere verilemiyorsa; güç indirme merkezlerinden geçmesi gerekiyorsa, Allah?ın kullarına bildirdikleri de merkezden geçiyor. Tabiî, sadece bir benzetme yapıyorum, böyle maddî bir olay yok ortada. Tamamıyla mânevî bir ıstılahtır. O aklın süzgecinden geçerek bize ulaşıyor. Bize ulaştığı hâline de vicdan diyoruz. Vicdan, Arapça?da bulmak anlamına gelir. İçimizde bulduğumuz nedir? Allah sesidir. Ve kiminle biz sürekli konuşuyoruz içimizde, biriyle konuşuyoruz. Dinî açıdan baktığımızda bu Allah?tır. Allah?ın iki türlü tebliği var: Bir, elçileri yoluyla, insanlığın tümüne hitabeti vardır, bunlar mukaddes metinlerdir. Bir de, her insanın kendi içine sezgi yoluyla, vicdan yoluyla verdiği bir şeyi vardır. Aslında içimizde cereyan eden bu hadise, monolog adı verilen bir diyalogdur.
Vicdanımızın sesini dinlerken, aslında üst bir varlıkla konuşmaktayız. Şunu yap, bunu yapma diyor bize. Kötülüklere karşı bizi ikaz ediyor. Mâni oluyor.
Dünyayı, Allah?tan ayırma hareketi olan sekülerlikte, din dışılıkta bütün bunlar yok. Hiç kimse vicdanının sesini dinlemiyor, hatta duymuyor bile...İnsanlığın nereye doğru gittiğini buradan anlamak mümkün...
İnsanlık, ilâhî olandan uzaklaşıyor
-Sekülerlik karşılığı olarak, yerli bir ifadeyle, ?lâ-dîni? diyebiliriz değil mi?
-Tabiî, lâ-dinî yani ?dindışı? diyebiliriz...Din dışı tavırda, Allah?ın müdahaleleri işe karıştırılmıyor; kısacası ilâhî ne varsa dışarı atılıyor. Dindışı tavır budur. Dindışı ile, ruhban olmayan ayrı hadisedir. Buna karşılık, sekülerlik yani dindışı tavır, ilahî ne varsa onun dışta bırakılması, hayata karıştırılmaması demektir. Bu, çok yeni bir hadisedir. Bunun geçmişi 200 yılı aşmaz; bu dindışı olayı bütün dünya için konuşuyorum tabiî bizde daha yeni ortaya çıktı. Yaklaşık bir başlangıç belirleyecek olursak, İhtilâl-i Kebir?den (Büyük İhtilâl/Fransa İhtilâli) itibaren dünya çapında yaygınlaşmaya başlamış bir hadisedir. Tarihin ilk demlerinden aşağı yukarı günümüze kadar hayat ile din iç içedir. Hangi din olursa olsun...İster fetişist, ister totemci, ister şaman, ne olursa olsun; inanan bir toplum, inanan bireyler vardı. Yüksek medeniyet seviyelerinde-İslâm medeniyetinde mesela-inanmayan adamlar vardı-Bunlar kaideyi bozmaz. Toplumun geneli-önemli olan budur- ve her toplum bir inanç düzeni üzerine inşa edilir. İnanç düzeneği üzerine dine dayalı olmayan bir kültür yoktur. İlk defa tarihte, benim dindışı Avrupa Medeniyeti dediğim ve geçmişini 1600?lerin başlarına kadar izleyebildiğim bir kültür olayı var. Bu kendini dine dayamama fikridir. Bu medeniyet dinin yerine ideolojiyi temel almıştır. İhtilâlden önce başlar, ihtilâlle zirveye varır; daha sonra da bütün dünyaya yayılır. Önce Avrupa ele geçirilir bu mânâda, sonra dünya çapında yayılır. Burada ilk defa dinin esas alınmaması hadisesiyle karşı karşıya geliriz.
-İnsanlarda bu ?sapma? nasıl oldu, bu kutsaldan kutsal olmayana yönelişin sebepleri siyasî mi, sosyal mi, ekonomik mi? Veya Kilisenin baskısı yüzünden mi insanlar İlahî olandan, kutsal olandan uzaklaşmaya başladı? İlk kırılma, ilk sapma, ilk ayrılık nasıl başladı?
-Avrupa?nın özel tarihi bir durumu var. Şöyle ki, Hıristiyanlık?ın aslı biraz belirsizdir, karanlıktır. Hz. İsa?ya tebliğin hangi biçimde nazil olduğunu bilmiyoruz. Hz. İsa?nın kendisinden zuhur etmiş herhangi bir şey yok. İfade var, doğrudan metin yok. Ve sözlü olarak bunlar naklediliyor. En erken yanlış hatırlamıyorsam, vefatından 50-60 yıl sonra yazıya geçiriliyor. Çok kişi yazıya geçirmiş, çok tanığı var. Fakat 4 tanesi meşru kabul edilmiştir, 4 İncil var. Öbürleri gayr-ı meşru sayılıyor. Bu 4 İncil metni birbirini tutuyor, tutmuyor tartışmaları var. Bunlara girecek değiliz. Çünkü konumuz bu değil.
Netice olarak, dinlerin çeşitli mücadeleleri vaki oldu. Ancak, mücerret düşünceyi yaşatmak son derece zor geliyor insanlara. Yetişkin insanlar bile sürekli somuta, müşahhasa yönelir, bir şey görmek ister. İnsanoğlu böyledir, şeklî bir şey görmek ister; gelenek mi, aklın yapısı gereği mi, ama öyledir? Mesela felsefe, dünyada insanlara anlatılması en zor bir şey. Çünkü belli bir şekli yok. Cisimlenmiş bir şey değil. Bir görüntü, bir şekil koyamıyorsun ortaya. Hıristiyanlık bu psikolojiyi görerek, insanları ikna edici bir şey üretmiş. Bütün öteki dinlerde de bu böyledir. Müthiş bir törenlilik getirmiş. Ritüeller ortaya koymuş. İslâmiyet olarak bizde böyle bir şey yok. Bir tek bizim bildiğimiz namazımız var. Onda da herhangi bir törenlilik falan yoktur. Sonradan tarikatlar yoluyla bazı uygulamalar ortaya çıkmıştır.
Tek tanrılı vahiy dininde, Allah ile insan arasında üçüncü bir unsur yoktur. Buraya Hıristiyanlık gene vahiy öncesi dinlerdeki gibi araya kurum sokmuştur. Ruhban sınıfı gibi. Hz. İsâ-bizim asla tanımadığımız bir duruma sahipti Hıristiyanlıkta- Allah ile insan arasında bir aracıdır. Tanrının oğlu olması fikri buradan geliyor. Yani o dünyaya geliyor, Allah?ın tebliğini bizzat insanlığa iletiyor. Çünkü diyor ki, ?önce söz vardı, söz, ete kemiğe büründü, et-kemik İsâ oldu!?
İslâmiyet dışında, vahiy öncesi bütün dinlerde hayat bir ıstırap olarak telâkki edilir. Sadece İslâm?da hayat ıstırap değil, deneme-sınamadır. Öte yandan bütün diğer dinlerde, Hıristiyanlık?ta da dünya hayatı kötülenen bir şeydir. Zaten dünyanın kendisi ?alçak? bir şeydir...
Şimdi, Hz. İsâ ne yapıyor; ıstırabı kendinde gösteriyor. Istırap budur diyor ve buna yaklaşacaksınız diyor; bana yakın, benim yaptığıma yakın bir biçimde yaşayacaksınız, yani mustarip olacaksınız. Sevinmek, hoplamak, zıplamak, mutlu olmak değil maksat. Istırap çektiğin ölçüde Hz. İsâ?ya yaklaşıyorsun; İsâ?ya yaklaştığın ölçüde, İsâ?ca yaşadığın ölçüde mesut oluyorsun. Hz. İsâ?nın vefatından sonra, Hıristiyanlık çerçevesince, çarmıhta ölmesi münasebetiyle ?şehit? olarak görünüyor. O?nun görevini üstlenen, onun çağrısını, O?nun bildirdiklerini kendi hayatına nakşederek yaşayanlar, ?Ruhban? salıyor. Bu bir kurumdur. Hz. İsâ'dan el almış olan rahip, Allah?ın yeryüzündeki temsilcisi sayılır. Senin benim gibi bir insan değil. Tabiri yerindeyse, âdeta ilâhlaşmış insandır. İnanışa göre, Rahibin günahı ve hatası yoktur, günahsızdır. O bütün hayatını ıstıraba dayamıştır. İnsanın yaşadıklarını yaşayamaz o. Ömrü ya kilisede ya manastırda geçiyor. Bu adamların teşkil ettiği zümreye, Ruhban Sınıfı deniliyor.
Laikler yani Ruhban olmayanlar, sürekli olarak Hıristiyanlığın çıkışından yaklaşık, milattan sonra II. III. Yüzyıldan itibaren bu ruhban sınıfıyla sürtüşmüşlerdir. Avrupa tarihini belirleyen en önemli etken rahip ile rahip olmayanın arasındaki çekişmedir. Devlet yönetimi ruhban olmayanların elinde, işte derebeylik, krallık falan filan.. Bunlar sürekli olarak ruhban sınıfının başı olan, doğrudan Hz. İsâ?nın devamı gibi görünen Papa?ya boyun eğmek, biat etmek zorundaydı. Papa ne derse o olacak, Papa?nın ağzından çıkan ilâhi bir emir olacak. Şimdi bu çekişmenin elbette, iktisadî bir yanı da var. Kilise sürekli olarak iktisadî hayata sınır koyuyor. En önemli sınırlaması da bizde olduğu gibi, faizdir. Faize izin vermiyor. Oysa, özellikle 1200?lerden itibaren Haçlı seferleriyle birlikte palazlanan Güney Avrupa, İtalya devletleri genişlemek istiyor; daha çok kazanarak zenginleşmek istiyor. Faiz, bu büyüme, genişleme ve daha çok kazanma arzusunda, çok önemli bir yer tutuyor. Oysa din, bankacılık, faizcilik, tefecilik gibi durumlara izin vermiyor. Uzun lâfın kısası, nihayet işte o sorduğunuz durum gerçekleşiyor, kutsal olanla-maddî olan arasındaki kırılma hadisesi vuku buluyor. İnsanlar kutsal olandan ayrılıp, maddî çıkar sağlayan yeni kazanç yolunu tercih ediyor. Kutsal olandan sapma,uzaklaşma dönemi böylece başlamış oluyor...
Neticede, Ruhban olmayan sınıf, Ruhbanı bertaraf ediyor. Devreden çıkarıyor. Bunu yok etmesi demek, sadece belli bir kurumu ortadan kaldırmak demek değil; aynı zamanda dini reddetmek anlamına geliyor. Din, ekonomik hayattan dışlanıyor. Çünkü o Ruhban ile ilâhilik örtüşüyordu. Bunu bizim anlamamız biraz zor; çünkü bizim tarihimizde böyle bir şey yok. O süreçten geçmedik. Belki ilerde-bilmiyorum soracak mısınız sormayacak mısınız-?biz Avrupalılaşabilir miyiz?? Cevabım peşin: Hayır, Avrupalılaşamayız!..O insanların üzerinde, bu sürecin getirdiği olağanüstü bir ruhî ağırlık vardır. Bu süreci yaşamadığımız için, bu çatışma ve çelişkiyi, bu kutsaldan uzaklaşma mücadelesini hafızamızda canlandıramıyoruz.
Sistemin maksadı insanı sömürmek
-Peki bu gidişin sonu nereye varacak, insanlık olarak dünya nereye gidiyor?
-Açıkçası, freni patlamış bir taşıt gibi gidiyoruz. Dur durak yok. Bu yeni medeniyet, yeniçağ, dindışı Avrupa medeniyeti, merkez kültürü Fransa olarak odaklanıyor ve 1600?lerde İngiltere?ye geçiyor, 1700?ler ise zirveye çıktığı tarihtir. Yahudilerle işbirliği bir çeşit ittifak hâlindedir. Bu yeni medeniyete, İngiliz-Yahudi Medeniyeti diyorum. Küresel medeniyet dediğimiz hadise, İngiliz-Yahudi Kültürüdür. Merkez olarak, bu birleşmenin de, bu izdivacın da çocuğu Amerika?dır. Başka çocukları da vardır tabiî. Meselâ, Kanada, Avustralya?dır. Bu medeniyetin temel ideolojisi sermayeciliktir. Kapitalizm dediğimiz hadise bu. İlkin, Yeni Çağda Batı Avrupa yani İngiliz-Yahudi medeniyetinde, dinin yerine geçen düşünce sistemi ise liberalizmdir.
Burada İngiliz-Yahudi medeniyetinin omurgasını oluşturan sermayecilik, yani kapitalizmdir. Bu ticaret bütün çağlar boyunca olmuş bir hadisedir. Sermayecilikte, bir icat olan, sunî bir nesne olan para, malın yerini tutmaya başlıyor; bundan dolayı da buna finans kapitalizmi deniyor. Parayı biriktiriyorsunuz, para başlı başına özel bir değer kazanmaya başlıyor. Paradan para kazanmaya başlıyorsunuz. Buradaki temel amaç gittikçe yükselen kazançtır. Bu kazancı nasıl temin edersen et. En iyi yol maliyeti düşürmek. Maliyeti düşürmek yerine, kârı, fiyatları arttırmakla sağlamak iyi bir yol olmamıştır. Bu müşteriyi kaçırır. Bir malı sana ne kadar ucuza satabiliyorsam, o kadar seni kendime bağlarım. Bunu için de, şu nesneyi, şu metaı ucuza mal etmem lâzım. Bunu ucuza mal etmem için de, insanı en aza çalıştırmam, yani sömürmem lâzım. Hadise bu kadar basit. Bunu kendi insanıma yapmam çok zor. Bunu başka insanlara yapmalıyım; niye başka insanlara? Çünkü onların kültürü farklı, onlarda, kapitalizmle birlikte maddî olana yönelmek çok yoğunlaşmıştır. Burada üretim kitle üretimine dönüşmüştür. Makineleşme dediğimiz hadise oluşmuştur. İnsan köle de olsa, belli bir gücü var, çalışma, üretme kapasitesi var. Onu aşmanın yollarını arıyor. Ve burada fenni kullanıyor; teknolojiyi kullanıyorsun...Teknoloji dediğimiz hadise, Türkçe?si Fen. Çağdaş İngiliz-Yahudi Medeniyeti fenden hareketle sanayi devrimini oluşturuyor. Yani fennin sağladığı imkânları seri imalâtlara dönüştürüyor. Fabrika dediğimiz olaya. Şimdi elinde büyük silâhla, o imkâna sahip olmayan kültürleri ele geçiriyor. Dünyanın çok çeşitli yerlerinde, Asya?da, Afrika?da, Amerika?da? Gelişme denilen, bu anlamda, belki manevî anlamda çok daha gelişmiştir ama; elde ettiği maliyetini çok ucuza getirdiği malzemeyi pahalı olmasa bile hangi fiyata satarsa satsın arada kâr dediğimiz, önemli bir açıklık var. Yani diyelim maliyeti 5 kuruş, satış fiyatı 1 lira ise, arada 95 kuruşluk bir fark var. Bu 95 kuruşluk fark kâr olarak görülüyor. Kalkıp da bunu 1 liraya mal edip, 10 liraya satacağına-ki satamayacaktır- çok pahalıya gelecektir, bugünlerden bir örnek cereyan ediyor; bakıyorsunuz dünyanın en tanınmış markalarının arkasına bakıyorsunuz; Çin?de imâl edilmiştir. Niye? Çünkü oradaki işçiye daha az para ödeniyor, malzeme daha ucuza geliyor vs.
Dünya ve insanlık nereye gidiyor sualine gelirsek? Maddî kâr nerede ise o yana doğru gidiyor. Bütün mesele tüketimi karşılamak, tüketimi artırmak, ihtiyaca cevap verecek bir üretim değil. Şimdi iktisat kanununun esası, üretimi kamçılayacak tüketimi karşılamak. Bunun için ne yapıyorsunuz, insanlarda ihtiyaç yaratıyorsunuz. İhtiyaçları neyle yaratıyorsunuz, öğretimle. Bunun içine okul giriyor, bunu içine reklâm giriyor, propaganda giriyor vs. Tüketimin hem çeşidini hem de miktarını artırmak gerekiyor. Sadece zarurî ihtiyaçları karşılamakla yetinmiyor bu çağ, yeni yeni ihtiyaçlar üretiyor. İnsanlar da, aslında ihtiyaç olmayan şeyleri, sanki mübrem bir ihtiyaçmış gibi alıp, kullanıyor. Tam bir tüketim çılgınlığına doğru gidiyor dünyamız.
Düşünün bundan 15 sene öncesi cep telefonu diye bir şey var mıydı! Yoktu! Ne yapıyorduk? -
Ev telefonu ile konuşuyorduk- hatta çocukluğumuzda ev telefonu bile yoktu. Cep telefonu kullanmıyorum diye, herkes bana deli gözüyle bakıyor. Peki kardeşim 15 yıl önce nerdeydin sen!? Bana şaşarak bakanlar, benim yaşımda insanlar; demek ki ömürlerinin büyük bir kısmını cep telefonu olmadan yaşayabilmişler. Bundan sonrasını niye yaşayamasınlar? Ama onlara, cep telefonu olmadan yaşanmaz fikrini propaganda etmişler.
İnsanoğlu haddini çok aştı...
-Diğer bir sualimiz de, endüstri sonrası, post-endüstriyel dönem deniyor; yani endüstri sonrası..Güya bilginin daha hakim olacağı/olduğu, cüce teknolojinin (nano?nun kelime anlamı buymuş) hakim olacağı, endüstri sonrasında, entelektüel bilginin önem kazanacağı bir çağa doğru gittiğimiz söyleniyor. Kimileri bu endüstri sonrası hızlı teknolojik çağa övgüler dizerken, ünlü yazar Milan Kundera, ?Yavaşlık? isimli kitabı ile insanlığa meâlen yavaşlamayı, hız kesmeyi, durup olup biteni sorgulamaya öneriyor. Derunî düşünceye yönelmeye, gidişatı sorgulamaya dâvet ediyor...Açık bir ifadeyle söylersek, insanoğlu haddi biraz fazla mı aştı?
-Şimdi burada tabi çok moda lâflar var. Birincisi çağdaşlık sonrası post-modern; bunlar içi boş lâflar. Bugün her şeyimizde sanayiye dayanıyoruz, endüstriye dayanıyoruz. Sanayi sonrası ne demek? Yani sanayi dönemi kapandı, artık fabrikalar üretim yapmıyor mu?
-Prof. Dr. Veysel Bozkurt da, ?Endüstriyel ve Post-Endüstriyel Dönüşüm/Bilgi, Ekonomi, Kültür? isimli kitabında bu ifadenin doğru olmadığını, çünkü daha endüstri çağının bitmediğini, devam ettiğini savunuyor. Post-endüstriyel bir devreden/aşamadan söz etmek için çok erken olduğunu söylüyor. Yani daha endüstri çağı bitmedi, etkileri ve etkinliği devam ediyor.
-Bakınız, bu medeniyetin en önemli silâhı, insanı düşünmekten alıkoymaktır!..O yüzden fikirleri, tezleri çok sığ, çok sıradan, çok yüzeysel, hep moda fikirler...
-Hocam burada da, çok çelişkili bir durum çıkıyor ortaya...Hem ?bilgi çağı? falan deniyor; hem de insan, asıl işi olması gereken düşünceden koparılıyor. Sanıyorum şuurlu olarak yapılıyor bu? Çünkü, okuyan, düşünen insan, aptal bir tüketici olmaz; kötü gidişatı sorgular...Bu da süper ve hiper marketler zincirini yöneten Tüketim Diktatörlerinin işine gelmez...
-Evet, çok doğru söylediğiniz. Çünkü, düşündüğünüz ölçüde durumun vahametini göreceksiniz; neticede bu sizi isyana teşvik edecek. Bütün mesele, insanların uyanışını ve baş kaldırmasını önlemek. Tek medeniyet olmak istiyor ve medeniyet olmak istidadını gösteren kuvve hâlindeki oluşumları, daha baştan önlemeye çalışıyor. Şimdi meselâ, İslâm?a karşı bu şiddetli ve hiddetli hücum bundandır. Daha medeniyet oluşmadı. Tarihte vardı fakat o bitti. Bugün uygulamada henüz bir İslâm Medeniyeti yok. İslâm tedhişçiliği falan söylentilerini çıkararak, böyle bir medeniyetin yeşermesine fırsat tanımadan kaynağına müdahale ediyorlar.
Bilindiği gibi, düşünmeyi engellemenin en önemli yollarından biri propaganda, öğretim ve reklâmlardır. İnsanın beyni sürekli bombardıman hâlinde...Şu çağdaşlıktır, şu şöyledir falan filan. Bunun dışına çıktınız mı bâtıl oluyorsunuz, yabani oluyorsun falan filan. Diğer bir yol da, kavram kargaşası yaratmaktır. Kavramlar insanı yaşatan olaylardır. Kavram yoksa yaşayamıyoruz. Her şeyimiz kavram, ekmek diyorsun, su diyorsun, bunlar hep kavramdır. Kavramların içi dolu olmalı. Yani kavram sayısını arttırdığın ölçüde, kavramların içi boşalır. Anlamı zayıflar. Aynen parada olduğu gibi. Nasıl ki para arttırdığında enflasyon oluyorsa, satın alma gücünü azaltıyorsa; kavramlar da arttırdığı takdirde ifade gücü zayıflıyor. Mefhum enflasyonu ortaya çıkıyor. İşte insan hakları, kedi köpek hakları falan. Bunlar hiçbir şey ifade etmiyor. İnsanın tek bir sağlam kavramı vardır, o da adâlettir. Aslında, demokrasi, insan hakları, vicdan hürriyeti falan denilen her şey, adâlet kavramında mündemiçtir.
-Osmanlı?da demokrasi yoktu ama adâlet vardı. Her şeyi dengede tutan adâlet...
-Evet, Osmanlı?da adâlet vardı. Toplumu idare etmesi gereken ana kavram adâlettir. Adâlet zaten Allah?ın baş vasıflarındandır. Allah, âdildir. Ve adâletin olduğu yerde eşitlik olmaz. Eşitlik matematiktedir. Kavramlar sahalarından saptırılıyor. Eşitlik matematiktedir. 2 kere 2, 4 eder. Bunu kalkıp toplum olaylarına nakledemezsiniz. Matematikte adâlet yoktur.
Şimdi aynı şeyi biraz önce sorduğunuz soruya getireceğim, tedavüldeki kavramlar boş lâflar; post-endüstriyel, post-modern, post bu, post şu. Bilgi, hayatımızın her devresinde-döneminde var; bilgisiz yaşayamayız ki. Doğuştan bilgimiz yok. Yani bize dünyaya geldikten sonra öğretilenlerle ediniyoruz bilgiyi. Bunların bir kısmı fuzûliyattır. Frenkçe?de ?lüks? deniyor buna.
?Endüstri yani sanayi sonrası? ne demektir, sanayi yok mu bugün!? Olmasa bu kâğıdı, şu makineyi nerden elde edeceğiz? Olmaz efendim, internette imâl ediliyor, yani bilgisayar demek istiyorum. Programları, yazılımı, çizilimi, bunlar, hepsi mâmul maddelerdir. Ne zaman mamul bir madde varsa, onun imâl edildiği bir merkezi olması lâzım gelir. Hiçbir şekilde bir ürünü sanal âlemde imâl edemezsiniz. Pazarlarsınız, alışverişinizi yapabilirsiniz. Kaldı ki oradaki alışverişinizi de, somuta döndürecek aracıya ihtiyaç var. Yani biri gelecek malı bana getirecek, elbiseydi, kalemdi, gömlekti, neyse. Anlaşmayı sanal âlemde yapabiliriz. Ama iş insana düşüyor. Sipariş veriyorsunuz bilet alıyorsunuz, ama uçağın kendisine biniyorsunuz; hayalî bir uçağa binmiyorsunuz...
Kıyamete gittiğimizin alâmeti
-Sanal âleme düşkünlük, felsefî-metafizik derin düşünce yoksulluğundan mı kaynaklanıyor yoksa? Kimileri biraz daha hız, derken; kimileri biraz durup düşünelim, diyor. Ortada bir belirsizlik, bir kaos var gibi...
-Yeniden o tanımlamayı yaparsak, bu bir haddi aşmadır. İnsanoğlu haddini fersah fersah aştı! Hatta, ?had? diye bir şey kalmadı ortada. Yani Sodom ve Gomore?de insanoğlu haddini aşıyor ve Allah o yerleri tarumar ediyor. Kitab-ı Mukaddes?in atikinde geçer; Kur?ân?da da buna temas edilir. O bir ölçüyse artık haydi haydi tarumar ediliyoruz. Yani ille de gökten taş yağması gerekmiyor. Durum ortada, fecaat ortada. Kendi kendimizi mahvediyoruz. Dünyanın bugünkü hâline baktığımızda sabah akşam çevre felâketinden söz ediliyor; iklim şartları değişiyor, falan...Bunların hepsi, kötüye, bir kıyamete doğru gittiğimizin çok açık belirtisi, alâmetidir.
Peki meselemiz nedir? Mesele şu; lüzumlu olanla lüzumsuzun ayırımını çoktan kaybettik. Neden kaybettik? Biraz önceki sorunuza tekrar geliyorum, düşünme kabiliyetimizi kaybettik de ondan. Olup biteni ve gidişatı sorgulayamıyoruz. Üç beş tepedeki insan-iyi saatte olsunlar- her şeye karar veriyor..Onlar görünmüyor, görmüyoruz onları. Biz burada birbirimizle boğuşuyoruz, halbuki bizi belirleyen organizenin ağabeyi, ağabeyleri var. Oturuyor orda birkaç aile var, ailenin bütün bireyleri değil. Onların tepesinde bir ihtiyar heyeti var. O her şeyi kararlaştırıyor; insanlığın yararına değil, kendi menfaatleri doğrultusunda düşünüyorlar.
Size hemen bir şey söyleyeyim: İnsanlığın maddî menfaati, bugün dünyayı aşmayı zorunlu kılıyor; yani yeni bir gezegene geçmeyi gerektiriyor. Merih?e mi gidilecek, başka bir gezegene mi, artık her neresiyse orası, bir yere gidilmeli. Mevcut dünyamız, bu aç gözlülüğe cevap verecek gibi değil.
-Denildiğine göre, bu aç gözlü tüketim hırsını karşılayabilmek için, insanoğluna mevcut dünyamız gibi en az iki dünya daha gerekiyormuş...
-Bu çağın en büyük insanlarından Mahatma Gandi?nin güzel bir sözü var: Diyor ki: ?Dünyanın kaynakları insanları beslemeye yeter, ama açgözlülüğünü karşılamaya yetmez!?
-Şimdi niye bu iyi saatte olsunlar yeni bir gezegeni iskan etmemizi istemiyorlar? Dünyayı mahvettik, eller tutulur bir yanı kalmadı. Hiç olmasa bu fennin sunduğu imkânlarla yeni bir gezegene tedricen de olsa bir milyar insan aktarabilsek fena olmaz. Çok büyük rahatlık getirir insanlığa ve dünyaya. Üstelik onların sömürüsünü de pekiştirir. Çünkü onların da sömürme imkânları artık iyice azaldı; hatta bitti. Dikkat ediyorsanız, son 30 yılda yeni bir icat yok, hep evvelki bir icat üzerinde ilerleniyor. Graham Bell?in icat ettiği telefon 1800 bilmem kaçtır. Şekil değiştiriyor sadece. O telefon üzerinden bugünkü cebe geldik. Aynı. İşte yine ilk araba 1890?larda çıktı ortaya, bugün aynı örnek üzerinden, aynı mantık üzerinden yol alınıyor. Yeni bir şey yok ortada, tükettik bu imkânları.
-Biraz önce de belirttiniz, ?düşünceden kopma? hadisesi ile de alâkalı bir durum bu değil mi? Düşünmeyen, zihin yormayan, araştırmayan, mucitlik istidadı olmayan kişi, nasıl yeni bir şey icat edebilir ki? Bütün işi, bulunanın şekliyle oynamaktan ibaret...
-Doğru, icat, yeni bir düşünceden çıkar. Düşünmediğiniz taktirde üretemezsiniz. Bilgi, kendi kendine ortaya çıkmıyor, o düşünen dimağın ürünüdür. Neyle, dünyayla karşılaşıyorsun ve onun üzerine düşünüyorsun, buradan bilgi çıkıyor. Yok artık öyle bir şey. Düşünce büyük ölçüde iflas etti. Düşünülmüyor. Sonuçta, mesela çok kalkınmış ülkelere gittiğinizde, mükemmel işleyen sistemler var. İngiltere?ye gidin, Danimarka?ya gidin, Hollanda?ya Amerika?ya vs. mükemmel bir sistem var; kurulmuş tıkır tıkır işliyor. Ama eğer, o kurulu sistem bir yerden aksadı mı, felâket! İnsanlar şaşırıp kalıyorlar. Ne yapacaklarını bilemiyorlar.
-Hocam, bir yazımda, ?tüketirken, tükenen insan? demiştim; aslında bu hızlı teknolojik kısır döngü içinde, var olanı şuursuzca tüketirken, aynı zamanda kendimizi tüketiyoruz. Batı medeniyeti kendi içinde kâinatın efendisi olan insana çok aptal bir tüketici olarak bakıyor ve ?Ey insan! Sen ne kadar tüketirsen, o kadar üstünsün, o kadar değerin artar!?diyor. Alman düşünürü Fromm da dikkat çekiyor bu hastalığa...
-Örneğimi mazur görün ama, çapkın adam sadece ayarttığı kadını kullanmıyor; kendini de kullanıyor, kendini de yakıyor. Yerlerde sürüklüyor...Sürünüyor...Onun gibi bir şey bu...
-Evet, her şey baş döndürücü bir hızla değişiyor. Maddi teknik dünya olarak ihtişamlı çağını yaşıyor. Fakat tabiî akışı içindeki eski klasik hayat tarzına karşı içimizde bir özlem var. Yunus Emre?nin ifadesi ile ?Onca varlık var iken gönül darlığı bir türlü gitmiyor? Eksik olan nedir? İnsanlık maddeye hükmedeyim derken, onun esiri durumuna mı geldi? Daha mutlu olmak isterken, elindeki nimeti mi kaçırdı? Daha açık bir ifadeyle insanoğlu, bindiği dalı mı kesiyor?
-Bindiği dalı kesiyor tabiî, bu kadar basit işte. Fazla söze gerek yok. Kendi insanî varlığını yıpratmasının yanında, onunla birlikte yaşadığı dünyanın kaynaklarını da kurutuyor. Çok fazla şeye gitmeye gerek yok, en basitinden çocukluğumuzda Haliçte tutulan balıkları yerdik. Bugün balık yemek bir lüks oldu. Deniz balığı bulamıyorsunuz. Çiftlikler türemiş..
Efendim dünyanın iklimi bozuldu, yağmur yağmıyor. Hayır efendim, sadece iklim değişmesi değil mesele, çevrende yağmuru çekecek ağaç kalmadı. Binin bir uçağa İstanbul?dan Van?a, İstanbul?dan Erzurum?a uçun; göreceğiniz uçsuz bucaksız bir çöl manzarasıdır. Ben ilk defa hiç unutmam hayatımda 1956?da uçağa bindim. İstanbul?dan çıktık, İstanbul bir yeşil deniz gibiydi o yıllarda. Aradan sadece minareler gözüküyordu. Şimdi her taraf uçsuz bucaksız bir beton çölü. Bu böyle olmayabilirdi. Akılsızlık, menfaatperestliğin uzantısıdır. Uzun vâdeli düşündüğünüzde, yaptığınız fenalığın bir gün kendinize de dokunacağını apaçık görüyorsunuz... Netice-i kelâm, sorunuza cevap verecek olursak, İnsan artık bindiği dalı değil, bindiği ve beslendiği ağacı kesiyor!
Bilgi, inançtan doğar...
-Bu şuursuz ve vahim gidişat karşısında, henüz tamamen iş işten geçmeden, neler yapılabilir?
-Felâkete, kıyamete doğru değil de, sükûnete, huzura doğru yönelmek için; en başta haddimizi bileceğiz, haddimizi bildiren kılavuzları dinleyeceğiz. Bu kılavuzlar hayatî önem taşıyor.
Hani ilkokul andımızda, ?büyüklerimi saymak, küçüklerimi sevmek? diye bir söz geçer. Büyükleri sayıp, küçükleri sevmek hayatın temel düsturudur; belkemiğidir; hatta omurgasıdır. Bunu terk ettiğin anda, insanlığını da kaybediyorsun. İbret alan bir insan olacaksın ki, tecrübeler size bir şey öğretsin. İbret almak için de astarınızın (temel ahlâkî kültürünüzün) olması lâzım. O astarı temin eden, inançtır. İnancı olmayan insan aldıklarını özümsemeyen insandır. Bilgi inançtan doğar. Bütün bilgiler inanç kaynaklıdır. Doğrulanan tecrübelerle teyid edilen bilgi inançtır. Teyid edilen bilgilere, doğrulanabilir cinsten inançlara, felsefede varsayım, faraziye diyoruz. Varsayımlaşamayan inançlar ya gündelik inançlardır-gündelik inançlar içinde yaşıyoruz-ya da hiçbir zaman doğrulanmaya, teyid etmeye götürmediğimiz kutsal inançlar vardır. Bunlara da imân denir, bunların sorgusu suali olmaz.
Kaynak: MÜSİAD Çerçeve Derisi, Ağustos 2008