İhdas edilen 'Avrupa başkanı' makamı için 1 Ocak 2009'da seçime gidilmesi planlanıyor. AB, geçtiğimiz aralık ayında Portekiz'de imzalanan Lizbon Antlaşması sayesinde, başkanlık makamının yanında, hem bürokrasisini ıslah etmeyi hem dünyada daha etkili olmayı hedefliyor. 27 üyesi ile dünyanın en büyük ulus-üstü kulübü olan Birlik, birçok konuda daha güçlü koordinasyon ve dış politikada teksesliliği de yakalamak istiyor. Artık ABD başkanının muhatap olabileceği bir AB başkanı olacak. Ancak, ABD başkanı kadar etkili olup olamayacağı tartışılıyor.
AB başkanının kim olacağı, siyasi fikirleri, genişlemeye nasıl baktığı gibi konular AB ile üyelik müzakereleri süren Türkiye'yi de yakından ilgilendiriyor. Fransa'da Chirac'ın yerini Sarkozy'ye, Almanya'da Schröder'in yerini Angela Merkel'e bırakması ile bir anda üyeliği yoğun olarak tartışılır hale gelen Türkiye'nin AB süreci, başkanın kim olacağına göre hızlanabilecek ya da yavaşlayabilecek. Türkiye'nin beklentisi genişlemeyi destekleyen, küresel gelişmelere günlük siyaset açısından değil, uzun vadeli bakabilen güçlü siyasi bir kişiliğin bu görevi üstlenmesi. Adaylar arasında ise Tony Blair, Angela Merkel, Jean-Claude Juncker, Anders Fogh Rasmussen ve Wolfgang Schüssel'in ismi öne çıkıyor.
Avrupa Birliği 'büyük patlama' olarak tabir edilen 5. genişleme dalgası öncesi kendi evini düzene sokmak için bir ıslahat hareketi başlattı. Başkanlığına Türkiye'nin üyeliğine muhalif Fransa eski Devlet Başkanı Valery Giscard d'Estaing'in getirildiği kurultay, 2002'de çalışmalarına başladı. 10 aday ülkenin 1 Mayıs 2004'teki katılımı ile birlikte Birlik'i de derinden tadil edecek olan Avrupa Anayasası metni 2005 Mayıs'ında önce Fransa, 2005 Haziran'ında da Hollanda'da reddedildi.
Oldukça iddialı anayasa metninin reddi üzerine Avrupalı siyasetçiler metnin artık mevta olduğu, yeni bir metinde anlaşılması gerektiğinde mutabık kaldılar. Reddedilen anayasa, isminden de anlaşılacağı üzere AB'yi federalleşmeye doğru götüren, milletlerarası ilişkilerde tek sesli olmasını hedefleyen, ortak bir marşı, ortak bir bayrağı olan bir Avrupa Birleşik Devletleri'ni öngörüyordu. Kurultaya başkanlık eden Giscard d'Estaing, sık sık hazırladığı anayasanın ABD anayasası gibi yüzlerce yıl AB'ye rehberlik edeceğini iddia ediyordu.
Anayasanın reddi ile AB derin tefekkür dönemine girdi. 2007'deki Almanya dönem başkanlığı ile tekrar gündeme gelen metin, Aralık 2007'de Portekiz dönem başkanlığı sırasında kabul edildi. Ancak bu defa ismi reform ya da Lizbon Antlaşması'na çevrilmiş, ortak marş ve bayrak gibi taleplerden vazgeçmiş, hedefleri daha mütevazı bir metne dönüşmüştü. Ve kabul edilen metnin en mühim hususiyetlerinden biri 6 ayda bir değişen dönem başkanlıkları yerine 2,5 yıllığına bir AB başkanı makamı ihdas etmesiydi. Bu başkana ayrıca AB'nin Yüksek Temsilcisi Javier Solana ile Komisyon'un dış ilişkilerden sorumlu üyesi Benita Ferrero-Waldner'ın makamlarının şahsında birleştirildiği bir AB dışişleri bakanı eşlik edecek.
2009, Türkiye için çok önemli
Eğer Lizbon Antlaşması'nın başına bir şey gelmez ve her üye ülkenin onayından geçerse AB başkanının iyimser bir yaklaşımla 1 Ocak 2009'da, ihtiyatlı bir yaklaşımla ise 2009'un ikinci yarısında göreve başlayabileceği öngörülüyor. AB başkanı, 27 üye ülkenin liderleri tarafından nitelikli çoğunluk sistemiyle seçilecek. Lizbon Antlaşması'nın yürürlüğe girmesi için bütün 27 ülke tarafından tasdik edilmesi gerekiyor. Şu ana kadar sadece İrlanda antlaşmaya ilişkin referandum yapacağını açıkladı. 2001'de Nice Antlaşması'nı reddeden İrlanda halkının 2008 baharında bu defa Lizbon Antlaşması için referanduma gitmesi bekleniyor.
2009 yılında Türkiye'ye müzahir bir Avrupa Birliği başkanının iş başında olması Ankara açısından çok mühim. Zira Kıbrıs sorununda eğer bir anlaşma sağlanamazsa 2009 çok sıkıntılı bir yıl olabilir. AB Komisyonu, 2006'da aldığı kararla limanlar sorununun 2009'a kadar aşılamaması durumunda Türkiye ile ilişkileri tekrar değerlendirme kararı almıştı. AB, Aralık 2006'da, tarihinde ilk defa bir aday ülke yani Türkiye ile limanlarını Rum gemilerine açmadığı için 8 fasılda müzakereleri askıya almıştı. Yeni Rum lideri Hristofyas ile KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat'ın anlaşamaması durumunda Türkiye'ye karşı nasıl bir müeyyide uygulanacağı hâlâ muamma.
Tartışmalar alevleniyor
2009 yaklaştıkça, Avrupa'nın yeni başkanının kim olacağına dair tartışma da alevleniyor. Bugünlerde başkanlık yarışını yazan Avrupa basınında en sık rastlanan espri, Henry Kissinger'in artık neredeyse serlevha olmuş sözü: 'Tamam Avrupa Birliği'ni arayacağım da, kimi arayayım? Washington, Moskova, Pekin ya da Delhi'den telefon geldiğinde Avrupa adına kim muhatap olacak? Muhatap olan kişi ciddiye alınacak mı? Bazıları dünyada tanınan güçlü bir siyasetçi olmasını isterken, diğerleri böyle bir başkanın ilerleyen yıllarda seçimle iş başına gelen bir tür ABD başkanına dönüşeceği korkusu ile pek de tanınmayan bir siyasetçiyi merasimlerde kullanılmak üzere teklif ediyor.
AB başkanı, her yıl düzenlenen 4 zirveye başkanlık edecek, dünyada AB'yi temsil edecek ve üyeler arasındaki sorunları çözmeye çalışacak; ancak yine de yeni ihdas edilecek olan AB dışişleri bakanı ile nasıl çalışacağı, tamamen sona ermeyecek dönem başkanlıkları ile nasıl bir işbirliği yapacağı gibi konular tamamen meçhul. Bu yüzden ilk başkanın şahsiyeti son derece mühim hale geliyor. Eğer başkan, ABD'nin ilk başkanı George Washington gibi biri olursa makamı şekillendirecek; ama zayıf bir siyasi olursa makam ona kendi şeklini verecek.
TONY BLAIR-İNGİLTERE ESKİ BAŞBAKANI
Tony Blair'in ismi uzun süredir tedavülde. Fransa lideri Sarkozy'nin geçen yıl güçlü destek verdiği Blair'in dünyada AB'yi en iyi temsil edecek başkan olabileceğine dair güçlü argümanlar var. Ancak Blair'in zayıf noktaları da çok. Irak Savaşı sırasında ABD'ye açık destek vermesi ve AB'yi 'eski-yeni Avrupa' diye bölenlere destek çıkması. İngiltere'nin hâlâ AB içinde 'yarım üye' gibi tavır alması, Euro, Schengen gibi AB'yi AB yapan en önemli ortak politikalara katılmaması. Blair, başbakanlığı sırasında Türkiye'ye güçlü destek verdi. Türkiye, AB ile müzakerelere 2005'te İngiltere'nin dönem başkanlığında başladı. Ancak Türkiye'yi zorda bırakan AB'nin Kıbrıs Deklarasyonu da aynı dönemde kabul edildi.
ANGELA MERKEL-ALMANYA BAŞBAKANI
Merkel'in ismi yeni yeni Avrupa kamuoyunda tartışılmaya başlandı. Önce karizmadan yoksun, soğuk bir lider olarak pek de coşku üretmeyen Merkel, ciddiyeti ve birkaç AB zirvesini kurtaran müdahaleleri ile kısa sürede birçok Avrupalının takdirini kazandı. AB'nin lokomotifi Almanya'nın başbakanı olarak dünya liderleri ile muhatap olabilecek sıklette bir siyasetçi olarak kabul görüyor. Merkel'in Türkiye'ye ilişkin tavrı ise net: Türkiye'ye üyelik değil, imtiyazlı ortaklık teklif edilmeli. Bu tavrına rağmen selefi Schröder'in imzasına bağlı kalacağını ve müzakerelerin sürmesini engellemeyeceğini ilan etti ve sözünü tuttu. Fransa lideri Sarkozy gibi müzakereleri engelleme gibi bir tavra girmedi. Türkiye ile en fazla müzakere faslı Alman dönem başkanlığında açıldı. Ancak Merkel'in, Türkiye'yi destekleyen Sosyal Demokratlarla koalisyonda olduğuna dikkat çekiliyor.
J.CLAUDE JUNCKER-LÜKSEMBURG BAŞBAKANI
AB'nin herhangi bir kurumuna başkan arandığında Juncker'in ismi sürekli gündeme geliyor. AB'nin en küçük üyesinin başbakanı olmasına rağmen Claude Juncker, birçok Avrupalı siyasetçinin saygı duyduğu, 'gerçek bir Avrupalı' dediği bir devlet adamı. Ama sesi Moskova, Washington ya da Pekin'de duyulur mu diye tereddüt edenler var. Türkiye'nin AB ile siyasi ilişkilerini askıya almasına sebep olan Lüksemburg Zirvesi, 1997'de Juncker'in başkanlığında yapıldı. Juncker'in, 'AB, işkencecileri masasına davet edemez.' sözü yıllarca Ankara'da yankılandı. Ancak Başbakan Erdoğan'ın Lüksemburg'u ziyareti sırasında, Juncker, Türkiye'ye imtiyazlı ortaklık teklif etmenin 'haysiyetli bir tavır' olmayacağını söyledi. Lüksemburg, Türkiye ile müzakerelerin başlamasına da herhangi bir itiraz getirmedi.
A.FOGH RASMUSSEN-DANİMARKA BAŞBAKANI
Rasmussen'in şimdiden Fransızca öğrenmeye başladığı rivayet ediliyor. Rasmussen'in Euro bölgesine dahil olmayan Danimarka ekonomisini başarılı bir şekilde yönetmesi, Avrupa'da ilgiyle takip ediliyor. Ancak Rasmussen'in de dünya liderleri ile muhatap olup olamayacağı ciddi soru işareti. Türkiye'ye karşı net bir tavrı olmasa da net bir desteği de yok. Roj TV ile başlayan siyasi polemikte Başbakan Erdoğan, Kopenhag'daki basın toplantısını terk etmiş, mini bir diplomatik krize sebep olmuştu.
GUY VERHOFSTADT-BELÇİKA ESKİ BAŞBAKANI
Birkaç gün önce 'işsiz' kalan Belçika Başbakanı, Federal Avrupa'dan yana. 2004'te ismi yeni Komisyon başkanlığı için geçti; ancak 'çok federalist' olduğu için İngiltere tarafından veto edildi. Verhofstadt, Türkiye'nin üyeliğine sürekli destek verdi. Türkiye'yi dışlamanın AB açısından ciddi bir hata olacağını dillendiren Verhofstadt, Kasım 2002'deki bir konuşmasında Türkiye'nin üyeliğini güçlü ifadelerle savundu. Türkiye'ye itiraz edenlerin temel sebebinin İslam dini olduğunu da dile getirdi.
BERTIE AHERN-İRLANDA BAŞBAKANI
Ahern'in ismi sürpriz. İlk AB başkanı çok güçlü bir kişilik olursa üye ülke başkanlarının gölgede kalacağı, AB'nin federalist bir yapıya kayacağı endişesi taşıyanlar Ahern'e sıcak bakıyor. Ahern'in AB'nin en büyük genişleme dalgası sırasında yaptığı dönem başkanlığı oldukça başarılı bulundu. Ahern'in Türkiye'ye ilişkin çok fazla demeci yok. 2004'teki dönem başkanlığı sırasında Başbakan Erdoğan ve zamanın Dışişleri Bakanı Gül'ü övmüş ve Türkiye'ye 'hayır' demenin zor olacağını açıklamıştı.
W.SCHÜSSEL-AVUSTURYA ESKİ BAŞBAKANI
İsmi uzun süredir kulislerde zikrediliyor. Dünya siyasetinde ciddi bir sıkleti olmayacağı yönünde yaygın bir kanaat var. Schüssel, Türkiye'nin üyeliğine kökten karşı. 3 Ekim 2005'teki müzakereleri yaklaşık 40 saat kadar kilitleyerek massetme kapasitesini yeni bir kriter haline getirdi. 'Türkiye Birlik'e girse bile Estonya, Polonya gibi bir üye asla olmayacaktır.' diyen Schüssel'in bu sözlerine İngilizler, 'Viyana kuşatmasının hâlâ sürdüğünü sanıyor.' karşılığı vermişti.
Zaman