Dolar

34,9469

Euro

36,7203

Altın

2.983,90

Bist

10.125,46

Küreselleşme ve 21. yüzyılda çözüm bekleyen sorunlarımız

Küreselleşme sürecinde ekonomiler birbirlerine daha yakın ve bağımlı hale geliyor; dünya ekonomisi tek pazara dönüşüyor. Bağımsız ekonomi politikalarını uygulamanız zorlaşıyor ve dış şoklardan kolayca etkileniyoruz.

8 Yıl Önce Güncellendi

2017-11-21 18:01:42

Küreselleşme ve 21. yüzyılda çözüm bekleyen sorunlarımız

BAHRİ YILMAZ* | AA

21. yüzyılın ilk on yedi yılının içindeyiz. Savaşlarla geçen 20. yüzyıldan devraldığımız önemli siyasi ve ekonomik sorunlara daha karmaşık yenilerini de ekleyerek önümüzü görmeye ve yolumuza devam etmeye çalışıyoruz. Çok hızlı gelişen iletişim teknolojisinin yardımıyla her gün daha çak birbirine yaklaşan ve sorunları ağırlaşan bir dünyada yaşıyoruz.

Küreselleşme sürecinde ekonomiler birbirlerine daha yakın ve bağımlı hale geliyor; dünya ekonomisi tek pazara dönüşüyor. Dünyamızın geri kalmış bölgelerinden, zengin ülkelere doğru yoğun bir mülteci akımı yaşanıyor. Bağımsız ekonomi politikalarını uygulamanız zorlaşıyor ve dış şoklardan kolayca etkileniyoruz. Dünyanın herhangi bir yerindeki siyasi ve ekonomik krizler hepimizi doğrudan içine çekebiliyor. Kısacası, küçülen yaşlı dünyamız daha zor yönetilebilir bir hale geliyor.

Geleceğe dönük yapılan araştırmalar, önümüzdeki yıllarda ABD'nin süper güç olarak askeri ve ekonomik ağırlığını koruyacağını, fakat 2030'dan sonraki ekonomik sıralamada yerini Çin'e devredeceğini gösteriyor. AB ve Japonya'nın ekonomik güç olarak dünya ekonomisindeki yerlerini korumaları beklenirken, askeri ve siyasi güç olarak uluslararası düzeydeki rollerinin sınırlı kalacağı öngörülüyor. Rusya'nın ise askeri güç olarak konumunu korurken, ekonomik alanda büyük bir atılım yapması ve uluslararası piyasalarda iddialı olabilmesi zor görünüyor. Bu yılın ekonomik alanda yükselen yıldızı olarak Çin'in ise önce bu alandaki süreci tamamlaması ve ardından önce bölgede ve daha sonra da uluslararası düzeyde bir süper güç olarak ortaya çıkması kaçınılmazdır.

Dünyanın bugün karşı karşıya kaldığımı sorunları birkaç başlık altında özetleyebiliriz:

Gelir dağılımı

Uzun süredir dünya ekonomisinin gündeminde olan ve küreselleşme süreciyle birlikte derinleşen, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki gelir dağılımındaki farklılıklar, sorunlarımızdan biridir. “Yeni sanayileşen bazı ülkeler” (örneğin Çin, Hindistan, Brezilya ve Türkiye) küreselleşme sürecinin kazananları arasında yer alıyorlar. Bir taraftan gelişmiş ülkelerin refah düzeyleri artarken, diğer taraftan gelişmekte olan ülkelerin önemli bir bölümü az gelişmişlik batağından bir türlü çıkamıyorlar.

Diğer önemli bir gelişme de ülkelerin kendi içindeki gelir dağılımındaki farklılaşma. Çin, Rusya ve petrol üreten ülkeleri başta olmak üzere birçok ülkede, bugün dolar milyarderinin sayısında ve lüks tüketimde müthiş bir artış gözlenmekte. Oxfam'ın rakamlarına göre, dünyada en zengin yüzde 1'lik nüfusun payı 2009 da yüzde 44'ten 2014 de yüzde 48'e yükselmiş. Bir yanda hızla artan bir lüks tüketim eğilimi, öte yandan açlık sorununun üstesinden gelmeye çalışan ve yaşam savaşı veren insanlar.

Nüfus patlaması

1900 yılında dünya nüfusunun 1,6 milyar olduğu tahmin ediliyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan nüfus patlaması sonucunda bu rakam bugün için yaklaşık 6 milyar; 21. yüzyılın ortalarında ise 9 milyara ulaşması bekleniyor.

Nüfus artış hızı kıtalar arasında farklılıklar gösteriyor. 21. yüzyılın başında dünya nüfusunun yüzde 60'ı Asya'da, yüzde 14'ü Afrika'da, yüzde 12'si Avrupa da, yüzde 9'u Latin Amerika da ve yüzde 5'i de Kuzey Amerika'da yaşamakta. Yapılan tahminlere göre, Afrika'nın dünya nüfusu içindeki payının iki katına, Asya'nın 1,5 katına çıkması bekleniyor; Kuzey ve Latin Amerika'nın nüfusunda ise küçük bir artış tahmin ediliyor. Buna karşın Avrupa nüfusunun payının yüzde 7'lere kadar düşmesi bekleniyor.

Bu gelişmelerin yanı sıra, sağlık alanında yaşanan müthiş gelişmeler ve bunun sonucu olarak sağlık hizmetlerinin geniş kitlelere yayılması, Avrupa ve Japonya başta olmak üzere, yaşlı toplumların yayılmasını hızlandırdı. Örneğin önümüzdeki on yıllarda, Almanya nüfusunun yaş ortalamasının 65 olması bekleniyor.

Bu hızlı nüfus artışının sonucunda, gözle görülen diğer bir gelişme de kırsal kesimlerden kentlere yönelik kitlesel göçler. Sanayi devrimi sonrasında Londra ve 19. yüzyılda Paris ve New York, günümüzde İstanbul, Şangay, New Mexico, Pekin, Kahire, Bangkok, Bombay ve İslamabat gibi, yüz milyonlarca insanın yaşadığı birçok devasa şehir ortaya çıkıyor. Bir tarafta göz kamaştırıcı ve inanılmaz bir zenginlik, diğer tarafta ise inanılmaz bir yoksulluk ve gerçekten insanlık adına utanç verici sefalet tabloları. Bunun sonucunda, AIDS (HIV), deli dana (BSE) ve kuş gribi (SARS) gibi daha önceleri bilinmeyen hastalıkların ortaya çıkışının yanı sıra, verem, kolera ve tifo gibi yok ettiğimize inandığımız hastalıklar da geriye dönmeye başladı. Kısacası, nüfus patlamasından kaynaklanan ve ekonomiler tarafından emilemeyen kitleler, insanlığın önemli bir sorunu haline geldi.

İçinde bulunduğumuz yüzyılın en temel sorunlarından birisi de yoksulluk ve işsizlik baskısı altındaki kitlerin kıtalararası ve özellikle gelişmiş Kuzey Amerika ve Avrupa ülkelerine yönelik yasa dışı göç hareketleri. Bununla ilgili gelişmeleri her gün haberlerde izliyoruz. Meksika'dan ABD'ye, Türkiye ve Akdeniz üzerinden AB'ye yönelen kaçak insan göçünü, ölümü göze alan insanların çaresizlik içeresindeki umuda yolculuklarını seyrediyoruz.

Sadece ekonomik nedenlerle değil, aynı zamanda iç savaşlar, din kökenli çatışmalar nedeniyle de insanların göçlere zorlandığını görüyoruz. Suriye'den ülkemize sığınan insanlar buna örnek gösterilebilir. Avrupa ülkelerinin sokakları Afrika'dan ve Uzak Doğu'dan yasa dışı yollardan gelen sığınmacılarla dolu. İngiltere hükümeti, AB üyesi Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinden gelen AB vatandaşlarının sayısını sınırlamayı planlıyor.

Göçmenler ülkesi olarak kabul edilen ABD ve Kanada'nın bu konuda köklü deneyimleri var. Buna karşın, özellikle Almanya, İskandinav ülkeleri, Fransa, İngiltere, İtalya ve Hollanda başta olmak üzere, yaşlanan Avrupa üç önemli soru ile karşı karşıya: Birincisi, ne kadar göçmen işçiye ihtiyaçları var ve bu işgücü talebini nereden ve hangi ülkelerden karşılamayı planlıyorlar? İkincisi, bu insanları toplumlarına nasıl entegre edecekler ve halen mevcut yabancı düşmanlığına karşı nasıl önlemler almayı düşünüyorlar. Diğer bir konu ise göçmen işçi almak yerine, çalışma yaşının yukarıya çekilmesiyle soruna çözüm bulma girişimleri.

Eğer az gelişmiş ülkelerden gelen sığınmacılara karşı bir önlem alınmazsa, AB içinde işgücünün serbest dolaşımına sınırlayıcı önlemler getirilebilir. Her üye ülke kendi güvenliği için sınır kontrollerini ve yabancıların ülkelerini girişlerini engelleyebilir.

İklim değişikliği, doğanın tahribi ve çevre kirliliği

Tüm ülkelerin temel hedefi daha hızlı büyüme ve daha fazla üretim ve tüketim. Sanayileşme süreci merkez ülkelerden çevre ülkelere doğru hızla genişliyor. Genişlemenin en olumsuz etkisi ise son yıllarda gözlemlediğimiz iklim değişikliği ve küresel ısınma. Bunun ise iki önemli etkisi tartışılıyor: Birincisi, yeryüzündeki buzul bölgelerin insanların yerleşimine açılması. Diğeri de kuzey ve güney kutbundaki buzulların erimesi sonucunda, okyanusların su seviyesinin yükselmesi ve bununda sel felaketlerine neden olması. İnsanların deprem ve volkan patlamaları gibi doğal afetleri önlemesi mümkün değil. Fakat küresel ısınmada insan faktörünün rolünün belirleyici olduğu kesin.

Petrol, doğalgaz ve kömür tüketiminde açığa çıkan karbon dioksit ve metan gazlarının atmosferde meydana getirdiği boşluklar ve ormanlarının tahribatı, küresel ısınmaya önemli bir katkıda bulunuyor. Bu sorun, ülkelerin kendi başlarına alacakları önlemlerin yanı sıra, küresel düzeyde ele alınmayı ve birlikte hareket etmeyi zorunlu kılıyor. Bu nedenle, ABD başkanın Paris Antlaşması'nın dışına çıkma isteği başlı başına büyük bir talihsizlik.

Teknolojik ve ekonomik alanlarda küreselleşmenin sonuçları

Son yıllarda her alandaki yaşanan teknolojik gelişme, küreselleşme sürecini hızlandırmış ve hepimizin yaşamında etkili hale gelmiştir. 1991 yılında “National Science Foundation” sonuçlarının ve gücünün nerelere kadar uzanacağının tam anlamıyla bilincine varmadan, interneti özelleştirdi. İnternetin, verimliliğin artmasında, insanların ve iş dünyasının ulusal sınırların ötesine ulaşmasında, uluslararası entelektüel bir topluluğun ortaya çıkmasında ve uluslararası piyasaların bütünleşmesinde büyük katkıları oldu.

Hava ulaşımındaki ve iletişim teknolojisindeki gelişmeler, ülkelere arasındaki mesafeleri kısalttı. İnsanlar bir toplantı için sabah New York'a gidip, ertesi gün tekrar İstanbul'a dönebiliyor. Bugün dünyanın en ücra köşesinde yüzlerce TV kanalarından gelişmeleri anında izleyebiliyor, gazeteleri ve dergileri günlük olarak takip edebiliyoruz. Cep telefonları sayesinde milyonlarca insan ülkeler ve kıtalararası haberleşebiliyor. Her türlü bilgiye ve bilimsel kaynağa anında ulaşabiliyoruz. İletişim teknolojisindeki gelişmeleri durdurabilmek mümkün değil; o artık yaşamımızın bir parçası oldu.

Fakat bu gelişmenin olumsuz yönlerini de hatırlamamızda yarar var: Son zamanlarda ortaya çıkan uluslararası merkezli dinleme olayları, yanlış bilgi akışları, propaganda ve ideoloji kaynaklı algı operasyonları, bilgilerin ortadan kaldırılması veya değiştirmesi. Ayrıca farklı ülkelerde görsel ve yazılı medyanın birkaç özel kuruşların eline geçmesi oligopolleşmeyi getirmiştir. Bütün bunların ötesinde, bireylerin özel hayatları izlenebilmekte ve konuşmaları her an ve her yerde dinlenebilmektedir. Bireysel özgürlüklere bilgi teknolojisi kanalıyla yapılan hukuk dışı müdahaleler ve terörist faaliyetler, önümüzdeki yıllarda gündemde kalacak olan en önemli sorunlardır.

Acımasız rekabet koşulları

Bilgi ve teknoloji alanındaki gelişmeler, Çin ve Hindistan başta olmak üzere gelişmekte olan ülkelerin sanayileşmelerine önemli katkı sağlıyor. Ürettikleri sanayi ürünlerini, gelişmiş ülkeler başta olmak üzere tüm dünyaya ihraç edebiliyorlar. Önümüzdeki yıllarda kapitalizmin itici gücü olan teknolojik gelişme, bilimsel araştırmalar ve eğitim ön plana çıkacaktır.

Uluslararası piyasalarda rekabet gücünüzü yükseltebilmek ve pazar payınızı genişletebilmek için araştırma ve geliştirme faaliyetlerini yoğunlaştırmak ve ulusal gelirdeki paylarını artırmak gerekiyor. Bunun için ise uluslararası düzeyde eğitim veren ve ileri düzeyde donatımlı üniversiteler ve araştırma merkezlerinin oluşturulması gerekiyor.

Önemli olan, ülkenizdeki üniversitelerin sayısı değil, bunların kalitesi ve uluslararası araştırma kurumlarıyla rekabet edebilmesi. Rekabeti belirleyen üç temel koşul da yeni teknolojiler, girişimcilik ve iyi yetişmiş insan kaynağı. Buna ek olarak, üretim yapınızı ileri sanayi sektörleri üzerine kurmanız ve devamlılık gösteren yapısal değişikliklere gitmeniz kaçınılmaz görünüyor.

"Vahşi kapitalizm" ve mali krizler

Marx'ın en önemli öngörülerinden birisi, kapitalist süreçte ortaya çıkabilecek ekonomik ve mali krizlerdi. 2008 mali krizi, aşırı liberal sistem uygulamalarından ve piyasa mekanizmasına olan aşırı güvenden kaynaklanmıştı. Piyasaların kaynakların optimal dağılımına olan aşırı güveni bunda önemli bir rol oynamıştı. FED başkanı finans piyasalarında meydana gelen olağanüstü gelişmeleri önlemek için herhangi bir girişimde bulunmamıştı. Ekonomide paniği önlemek için, devlet bütçesinden banka kurtarma operasyonları gündeme gelmişti. Merkez bankaları kredi krizini önlemek için piyasalara para arzını artırmıştı.

Neo-klasik ve monetarist iktisatçılar, piyasa ekonomisinin hata yapmayacağını ve hatanın insanların ve kurumların yanlış kararları sonucunda oluştuğunu ve “gizli elin” tüm yanlışlıkları düzelteceğini savunurlar. Devletin ekonomideki rolünün olabilecek en düşük düzeye çekilmesinden yanadırlar. İlginçtir ki krizler ortaya çıkınca, bu sefer devletin piyasalara müdahale etmesini ve batık şirket ve bankaları kurtarmasını talep ederler. Bu durumda karşımıza devletin ekonomide aktif rol almasını isteyen “Keynes yanlısı” iktisatçılar çıkar. Eğer iktisatçılar krizin uzun süreceğini ve derinleşeceğini düşünüyorlarsa, bu sefer Marx yardıma çağrılır.

Ömürlerini tamamlamış uluslararası kurumlar ve liderlik sorunu

Son krizlerden sonra, II. Dünya Savaşı sonrası oluşturulan Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası kuruluşların, kuruluş amaçları ortadan kalktığından, günümüz koşullarına uyum sağlayabilmeleri için ya tasfiye edilmeleri veya yeniden yapılandırılmaları gerekmektedir. Özellikle finans piyasalarını düzenleyecek ve kontrol edebilecek yeni kurumlara ihtiyaç var. Bunun yanı sıra, BM teşkilatının ve Güvenlik Konseyi'nin yapısının da değiştirilmesi ve görev alanlarının yeniden tanımlanması zorunlu hale gelmiştir. Fakat bu yönde herhangi bir gelişme gözlenmemektedir.

21. yüzyılın içinde bulunduğumuz bu döneminde, ABD başta olmak üzere, özellikle G-7 ülkelerinin siyasi lider kadrolarının, bu sorunların üstesinde gelebilme yetenekleri II. Dünya Savaşı sonrası liderlere göre son derece sınırlı. Diğer bir deyişle, seçimle iş başına gelen bu liderlerin siyasi karizmaları ve liderlik davranışları çözüm beklentilerini karşılayamamaktadır.

Popülist ve özellikle alt tabakalardaki kitlelere yönelik ulusalcı politikalar ağırlık kazanmaktadır. Brexit'in ortaya çıkışı ve Birleşik Krallık politikacılarının konuya yaklaşımı başlı başına bir başarısızlık örneğidir. Kendi ekonomik çıkarlarına öncelik veren, iş dünyasıyla iç içe yaşayan ve yolsuzluklara bulaşmış politikacı kuşağıyla, günümüzün ciddi ekonomik ve sosyal sorunlarının nasıl çözüleceği ayrı bir tartışma konusudur.

Kısacası, ünlü Alman sosyoloğu Max Weber'in 1919 yılında yayınladığı “Meslek olarak Politika” kitabında belirttiği, üst düzeyde yönetim yeteneklerine sahip, donanımlı, geleceği görebilen, toplum çıkarlarını ön planda tutan, kararlı ve etik değerlere sahip olması gereken II. Dünya Savaşı sonrası devlet adamlarını, bu arada Winston Churchill, Jean Monnet, Robert Schumann, Konrad Adenauer, Charles de Gaulle, Willy Brandt ve Helmut Schmidt'i mumla arıyoruz.

Sonuç olarak, son yıllardaki tüm olumsuz gelişmelere rağmen dünyamız her alanda çok önemli mesafe kaydetti. Önemli olan, gelecek kuşaklara olan sorumluluğumuzu da unutmayarak dünyamızı yaşanır, insan haklarına saygılı, savaşların ortadan kalktığı ve ekonomik refahın adil bir şekilde dağıtıldığı bir konuma getirebilmek.

(*) Avrupa Birliği, Akdeniz bölgesi ekonomisi, gelişmekte olan piyasalar, Avrupa'nın ekonomik entegrasyonu ve ekonomik kalkınması alanlarında uzman olan Prof. Dr. Bahri Yılmaz Sabancı Üniversitesi'nde öğretim üyesidir

Haber Ara