Dolar

32,4375

Euro

34,7411

Altın

2.439,70

Bist

9.915,62

Atasoy Müftüoğlu röportajı üzerine…

Ömer Faruk Tokat ve Mustafa Özcan, Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan Atasoy Müftüoğlu röportajına çeşitli eleştiriler yönelttiler. İşte Tokat'ın ve Özcan'ın Müftüoğlu'na eleştirileri:

14 Yıl Önce Güncellendi

2011-10-01 16:18:48

Atasoy Müftüoğlu röportajı üzerine…

Haber Merkezi / TİMETURK

Yazar Ömer Faruk Tokat ve yazar Mustafa Özcan, Atosoy Müftüoğlu'nun Yeni Şafak'ta yayınlanan söyleşisine bir takım eleştiriler yönelttiler.

İşte Ömer Faruk Tokat'ın yazısı:

Kabul, ben de karşılaştığım her Eskişehir’liye hatta Eskişehir’e yolunun düştüğünü/düşeceğini bildiğim herkese Atasoy Müftüoğlu’nu ziyaret ettin mi diye sorarım.

Hatta onun “Bu şehre uğrayıp da beni ziyaret etmeyen Müslüman gençlere gücenirim” gibi babacan bir laf ettiğini duymuşluğum olduğu için bir Eskişehir seyahatinde ziyaret etmişliğim vardır kendisini. Eskişehir’i benim için anlamlı kılan birkaç unsurdan biridir kendisi.

Irmak gibi akan ve çağıldayan üslubuna ben de teşneyim. Kendini “göstermekten”/popülerlikten imtina etmesini, muhteşem tevazusundan kaynaklanan asaletini hep gıptayla izledim.

İlk gençlik dönemlerimde Nehir dergisinde ve Selam gazetesinde yayınlanan “dinç ve coşkun” cümlelerinin izi vardır ruhumda… Severim Atasoy Müftüoğlu’nu. Ama düşüncelerine hep ihtiyatla yaklaşırım.

Çünkü yularsız ata binen bir adam gibidir o bazen…

Kelimeler bir jilet keskinliğiyle sökün eder dilinden. Bu keskinliğin üzerine ilave edilen o kronik duygusallık beni ihtiyata sevketmiştir hep. Çünkü bu keskinlik ve duygusallık ona köşeli laflar ettirir. Sloganlar ürettirir.

Bu yüzden totalci/genelleyici ve indirgeyici yaklaşımlardan paçasını kurtaramaz Atasoy Müftüoğlu.

Onun dilinde tasavvuf, aşağılık bir mistisizmdir mesela.

Sünnî mezhepçiliği “utanç verici” bir durum olarak takdim ederken öteden beri, İran İslam Devrimi sebebiyle ram olduğu İran’ın Şii mezhepçiliğine hiç temas etmez.

Mesela o, “Geçmişte üretilenler günümüze cevap vermiyor” derken ben onun geçmişi ne kadar tanıdığından ciddi anlamda endişe duyarım hep.

Gelenek, dediği, geçmiş dediği, tasavvuf dediği şeyleri ne kadar bildiğinden hiç emin olamadım.

Mesela taklit konusunda söyledikleri çok naif ve çok sloganiktir.

O kadar hızlı koşar ki Atasoy abinin cümleleri bir süre sonra yalpa yapmaya başlar. “Kimi taklit ediyor olursanız olun, intihar etmiş olursunuz. Dünyanın en seçkin otoritesini taklit ediyor olsanız bile...” lafını söylerken en basitinden bizim Hz. Peygamber’i ve Selef’i taklit etmemiz gerektiğine aslında kendisi de inanmaktadır ama onun o heyecanı unutturur bunları ve patlatır sloganı…

İslam tarihiyle ilgili tasvirlerini okuduğumda ölümcül bir karamsarlık kaplar bütün duyargalarımı… “İslam tarihi 1400 yıllık bir arıza tarihiyse, Müslümanlık asırlar boyunca yanlış bir mecrada akmışsa bu dinin uygulamaya elverişli olduğuna inanmak bir çelişki değil midir?” gibi bir soru hücum eder zihnime…

Ama insanı mest eden cümlelerin de ucundan tutar: “Bir de hesap saatinde meleklere de söylemeyi düşündüğüm bir şey var. Namım yürüsün diye hiçbir şey yapmadığımı söyleyeceğim. Ömrüm oldukça da yapmayacağım.” Sahiden de yapmaz… Buna kesinlikle inanırım.

Kendisini eleştirme cesaretini kendimde bulabiliyorum. Çünkü “üstadları eleştirme” işini kendisi öğretti bize.

Mezkur röportajda, “Arap Baharı”/Devrimleri ile ilgili sorulan soruya şöyle ilginç bir cevap da vermiş: “Ortadoğu hakkında ne düşüneceğimizi bile bilmiyoruz. Devrim oldu mu, olmadı mı? Hakan Albayrak "Devrim olmadı diyenler ahmaktır" dedi. O ahmaklardan biri de benim.”

Eyvallah Atasoy abi… İhdina’s-sırata’l-müstekîm ayetini daha bir ısrarla okumamız gerekiyor galiba… Sırat-ı müstakim üzere sabit kadem olmayı istemek Allah’tan…

* * *

İşte Mustafa Özcan'ın yazısı:

Esnemeden koşan adam / Mustafa Özcan *


Eskişehir’de münzevi bir hayat süren Atasoy Müftüoğlu ile Yeni Şafak’tan ‘nevzuhur’ veya ‘türedi’ denmeye seza gençlerden bazıları bir mülakat gerçekleştirmiş.

Mal bulmuş Mağribi gibi Atasoy Müftüolu’nun eteğine yapışmışlar. Öve öve bitiremiyorlar. Onların övgüleri gibi Müftüoğlu’nun tespitleri de son derece mübalağalı. Mübalağa Bediüzzaman’ın ifadesiyle ihtilalcidir.

Söz konusu zatı uzaktan tanırım. Sözlerine şaşırmadım zira farklı bir şey beklemiyordum. Zerre kadar Yunus’lara ve Mevlana’ya itibar etmiyor. Onlara Sezai Karakoç kadar bile önem vermiyor. Kendi görüşleri! Ben de zerrece sözlerine metelik vermiyorum. Beni bağlamıyor.

Öyleyse ne diye yazıyorum?

Tezlerini okuyacakların elinde karşı bir tez olsun istiyorum. Hepsi bu kadar.

Bana göre; bazı şeyleri saplantı haline getirmiş ve içinden çıkamamış. Sözgelimi, konuşmasında babasının jandarmalarca 15 kilometre kelepçeli olarak yürütülmesinden sonra ‘o günden beri bizi mutlu eden bir gün olmadı’ diyor.

Bilemiyorum, bunu nasıl bir halet-i ruhiye ile okumalı ve izah etmeli? Dolayısıyla Atasoy Müftüoğlu inzivasında kendisini kapata kapata öfke biriktirmiş ve bunu dışa vurmanın yollarını arıyormuş ve Yeni Şafak mikrofon uzatınca öfkesini patlatmasına vesile olmuş.

Herkesi ve her şeyi paylıyor. Tarihi, Müslümanları ve mezhepleri her şeyi dövüyor. Hem ulemayı yetersiz görüyor hem içtihada çağırıyor! Bunu kendisi mi yapacak? Peki, ne duruyor? ‘Şartlarına havi olanlar yapar’ derken de topu tavca atıyor!

Kafasına göre; tarihle ilgili, İslami anlayışla ilgili muhasebeden ziyade mühendislik yapıyor. Yerleşik değerleri yıkacağım diye herkese sataşıyor. Ve Yusuf Kaplan’ın ifadesiyle konuşmasında Türk entelijansiyasının (İslâmcılar da dâhil) "Batılı zihnin bir taşrası’ olduğunu savunuyor. Kendisine göre yerden göğe kadar haklı. Zira Batılı zihnin dışında kalanları da zaten bir kalem fırçasıyla yerle bir ediyor.

Sözgelimi bir Bediüzzaman bir Necip Fazıl ve diğerlerini hiçe sayıyor. Geriye söylediği gibi Batı’nın derkenar şarihleri ve haşiyecileri kalıyor. Akıldan tekrar mistik ufuklara yelken açtığımızı söylüyor ve dert yanıyor ve bunun bir felaket habercisi olduğunu beyan ediyor.

Öyleyse tasavvufa dayalı İslami edebiyatı da bir kenara koymamız iktiza ediyor. Zaten hikaye geleneğimizi besleyen Mevlana ve Yunus gibi kaynakları bir kenara ittiğimizde onların da ruhuna Fatiha dememiz gerekiyor.

*

Ezcümle şunları söylüyor: ”İslam ümmeti akla veda ettiği gün tarihe de veda etti. Yeniden tarihe dönmesi için yeniden akla dönmesi gerekli. Araçsal bir aklı kastetmiyorum, vahiyle uzlaşmış bir aklı kastediyorum. Fakat çarpıcıdır, yeniden İslam dünyası mistisizme dönüyor. Bu ümmetin asla ve kat'a bir geleceği olmayacak demektir. Çünkü şu anda tarihsel bağlamda neo-liberal bir işgal ve istila yaşıyoruz. Biz bunu fark etmiyoruz. Demokrasinin modern zamanlarda bir dekor olduğunu Müslümanların öğrenmesi gerekiyor. Asıl büyük kararların sermaye tarafından verildiğini öğrenmek gerekiyor. Bugün mezhepçilik varsa ve bu utanç vericidir ki hâlâ var, insanların hangi mezhepten olduğunu konuşuyorsak böyle bir kültürün geleceği yok….

"Geçmişte alimler 'bu kadar yeter' dediler. Bu ne demek? "İçtihada gerek yok. Bütün soruları cevapladık bu kadar yeter" demekti. Bununla başladı her şey. Ama yetmiyor. Dolayısıyla bugün yeniden alimlerin, entelektüellerin, aydınların içtihadı konuşmaları gerekiyor. Koşulları yerine getirenler içtihad yapmalılar. Bu böyle devam edemez. Çünkü bu neo-liberaller çağında dini hayat bireyselleşiyor. Büyük kültürler küçük kültürleri yerellikleri yutuyor. Hiçbir direniş gösteremiyoruz. Çünkü kültürel içerik üretmiyoruz. Gelip sorsunlar, 21. yüzyıla ne öneriyorsunuz? Var mı önerimiz? Dini hayat bir cemaatin menkıbe fabrikalarında her gün endüstriyel olarak üretilen rüyalarıyla yürüyor. Bilinçle değil. Bu cemaatlerin sayıları, paraları, menkıbe fabrikaları çoğalırken, bir diğer tarafta hâlâ zihinsel bir taşrada yaşıyoruz. Avrupa merkezli düşüncenin taşrasıyız. Taşrada oturan merak etmez, sorgulamaz, üretmez sadece merkeze bakar. Merkez ne yapıyorsa onu yapar. Dolayısıyla önce bu taşralılıktan özgürleşmemiz gerekiyor. Bakın İslam dünyası toplumlarının gündeminde zihinsel bir savaş yok…”

*

Evet, mezhepçilikten şikayet ediyor ve bu mealde Necip Fazıl gibilerini mezarında paylıyor. Kendisine göre haklı olabilir. Lakin yağmurdan kaçarken doluya tutulmuş durumda. Sünni mezhepleri tutanları tarihin derkenarına hapsederken aksine muhibbi olduğu İran için bir şey demiyor. Herhalde ‘devrim yaptılar ve zafer elde ettiler bu kadarı da haklarıdır’ diyor olabilir. Lakin unutmadan İslam dünyasında kurumsal mezhepçi tek yapı İran. Suudi Arabistan bile onun yanında pratik ve yaya kalır. Bizim mezhepçiliğimizden bahsediyorsa bu ferdi düzeyde. Yani ayrıntı. Zaten onun da diline doladığı ferdiyetçilik. Kurumsal olana bir şey demiyor anlaşılan!

Mezhepçilik dışında yerin dibine geçirdiği hususlardan birisi de tasavvuf. Onu batılı dille anmayı yeğliyor. Kendi ifadesiyle mistisizm. İran tarzı irfanla arasının barışık olduğu da anlaşılıyor. En azından bir tarizine rastlamadık. Zira o biraz felsefi. Bu hususta sadece Sünni tasavvufla meselesi var gibi görünüyor. Onu miskinler tekkesi olarak algılıyor.

‘Risale-i Nur’a eleştirel bakıyorum’ diyen Atasoy Müftüoğlu’nun bu husustaki argümanı veya ihticacı şöyle: ”O dönem Ankara'da olan Said-i Nursi ile de tanıştım. O zaman Nurculuk çok riskli bir şeydi, illegaldi çünkü. Ben o eserleri okuduktan sonra yeni bir süreç başlayacak sanıyordum. "Bir ömür, devamlı okunacak" deyince ben müsait olmadığımı söyledim. Bunu Said Nursi'ye de anlattım ve "Bu çocukları engellemeyin" dedim. Geleneği kabul etseydim hâlâ orada duruyor olacaktım. Hâlâ bu harekete eleştirel olarak bakıyorum…”

Elbette ki peygamberlerden başka kimsenin ismeti yok. O ismet de Allah’ın hıfzı himayesi altında olduğu için baki. Beşer kaynaklı değil. Elbette Aristo ile Eflatun arasındaki muhaverede olduğu gibi üstada saygı ile hakikate saygı ya da hakperestlik arasında bir köprü ve denge kurmak gerekiyor. Zira hakikate sırt çevirmek cehaleti getiriyorsa üstada sırt dönmek de istifadesizliği ve feyizsizliği beraberinde getiriyor. Feyzi bilgiden değil üstaddan alırsınız. İhlası da öyle. Lakin Aristo örneğinde olduğu gibi ‘sınırsız karizmaların’ insanlığı yüzlerce veya binlerce yıl yerinde saydırdığını da Atasoy Müftüoğlu gibi itiraf etmek gerekir.

Yolların ayrılış noktasında Bediüzzaman’ın ‘Bir ömür, devamlı okunacak’ demesine takılmış! Acaba buradaki yanlış ne? Bu yanlış kendisine mi raci yoksa Bediüzzaman’ın anlayış ve telkininden mi kaynaklanıyor? Bence kalıcılık veya sebat bilgi genişlemesi hususunda değil, aksine istikamet meselesinde düğümleniyor. İstikametin pusulası tektir, her gün değişmez. Kabe her gün başka yere konmaz, göçmez. Bediüzzaman aslında bu hususta mesleğini çok güzel izah ediyor. Ondan naklen yeğeni ve biraderzadesi Abdurrahman Nursi bu hususu vuzuha kavuşturuyor:

”Mühim gördüğü bazı meseleleri nakletmek istediğinde yine kendi eserlerinden alarak değiştirmeden aynen tekrar ederdi. ‘Aynı konuları neden böyle tekrarlıyorsun?’ dediğimizde’ Hakikat usandırmaz. Libas değiştirmek istemem’ derdi.” Demek ki orada durmak gerekiyor. Her yere basılıp geçilmez. Kur’an’daki tekrarların hikmetlerinden birisi pekiştirmektir. Hakikat tekrarlaya tekrarlaya pekişir ve yol olur. Ve müminler kafaları ve gönülleri karışmadan bu yoldan yürürler. Hakikat usandırmaz. Bundan dolayı Kur’an bize ‘Ey iman edenler, iman edin’ buyurmaktadır. Demek ki aynı nokta üzerinde deveran etmek yanlış değil. Bu yenilerini öğrenmeye de mani değil. Mevlana’nın pergel benzetmesi işkali/sorunu ortadan kaldırıyor. Demek ki insanın istikamet üzere olması için bazı hakikatleri tekrarlaması icap eder. Ve bu tekrar vazife gereği ömür boyu devam eder. Namaz gibi niyaz gibi ve zikir gibi. Ne diyelim ‘Her dem yeni dirlikte, bizden kim usanası’ diyen Yunus’dan ve Bediüzzaman’dan da usanılırmış! Onu başkalarına kavuşmanın önünde bir engel görüyor. Olabilir ve herkes bir değil. Farklı mizaçlar da Allah’ın şuunatından. Allah’ın hikmetinden sual olunmaz.

Peki! Esnemeden koşan adam kimi temsil eder? Her daim koşan adam hüsrandadır. Mustafa Karataş Hoca, Atasoy Müftüoğlu’nun pek de hoşlanmayacağı bir isim olan İsmail Hakkı Bursevi’den bir nakil yaptı ve misal getirdi. Her daim koşan adamı, imtihanı tehlikeli adam olarak gören İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri bazen duraksadığını ve tökezlediğini ve bundan dolayı da şükrettiğini söylemiş. Çünkü imtihanı savuşturduğuna dair bundan bir karine sezermiş. Tökezlemeyen tek varlık Cenab-ı Hak’tır. Müslümanların ümmet olarak tökezlemesi ise yeni bir nöbet ve hamle devri için mola devresidir. İslam dünyası 500 yıldan beri felaket de yaşamıyor. 14 yüzyıllık İslam tarihinin sadece iki dilim olmak üzere 200+200= 400 yılı fetret devridir. Onun ötesi zaferler devridir. Bu konuda da anlaşamayabiliriz lakin benim hakemim bilimler tarihçisi Fuat Sezgin’dir.

Acele eden kendine yazık eder. Nitekim Bezzaz, Cabir’den (R.A.) rivayet ettiği bir hadiste Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır: ”İnne hazeddine metinun. Feevgil fihi birıfkin feinnemünbette la zahren ebka vela ardan kata/ Bu din metindir. Dine yumuşakça dehalet eyle. Sabırsız ve acül süvari ne yol kat etti ne de sırt bıraktı…” Bunu özetler mahiyette eskiler bir kaide-i külliye koymuşlar: Men istacale’ş şey’e kable evanihi ukibe bihirmanihi. Olgunlaşmadan bir şeyi isteyen mahrumiyetle cezalandırılır. Zafere kilitlenen bir yapı ihlası kırar, Makyevalist olur ve Allah’ın işine karışır. Dolayısıyla atalarımız zafere değil sefere kilitlenmişlerdi. Aksi aynen Bediüzzaman’ın deyimiyle Allah’ın işine karışmaktır.

Nitekim Arap Baharı İslamcılığın feveran ve kabarma halinde olduğu 1990’lı yıllarda olsaydı coşarlar ve sahiplenirlerdi. Ama kendi namlarına olmayınca onu yüzüstü bırakıyorlar. 1990’lı yıllarda onlar istedi ama hamlıklarından dolayı Allah bahşetmedi. Şimdi 2010’lu yıllarda Allah veriyor ama erken talep ettiklerinden; enerjileri tükendiği ve bu yüzden içleri geçtiğinden dolayı şimdi onlar sahip çıkmıyorlar. Hatta anlamıyorlar bile. İktidar sahipleri akıl tutulması hali yaşarken İslamcılar da manevi sarhoşluk hali yaşıyorlar. Bu iş ihlas işi ve kıvam işidir. Onlar istemedi diye Allah mesajını yarım bırakacak değil elbet. İçleri geçmiş (göynümüş) eski İslamcılar ‘bizim bu dahlimiz yok ve beşeri eli değmedi’ diye iltifat etmiyorlar. Hatta Doğan Avcıoğlu ve benzerlerinin 31 Mart vakasını İngilizlere mal etmesi gibi şimdi eski İslamcılar da Arap Devrimini başkalarına mal etme yarışındalar. Ezher Şeyhi Ahmet Tayyip ise Arap Baharının zati dinamiklerle harekete geçtiğini söylemektedir. Tam ahirzaman işleri! Akşam Müslüman olup sabahleyin şaşırmak.

Berlusconi gibi Atasoy Müftüoğlu da Kaddafi’ye sahip çıkıyor ve Kaddafi’nin batılılara Afrika’yı dar ettiğini söylüyor. Kaddafi’ye kilitlenmiş vaziyette. Kaddafi Batı’ya direniyormuş. Afrika merkezli işler görüyormuş. Allah aşkına Mübarek, Ali Abdullah Salih ve Bin Ali ile dörtlü fotoğrafına hiç mi bakmadı?

Bitirirken: Ben bu yazıyı bütün samimiyetimle okurlar için kaleme aldım. Asla şahsını tezyif ve karalamak gibi bir düşünce, hedef ve niyetin içinde olmadım ve yoktur. Ama ifadelerim sert oldu. Zira konuşmasını yerden göğe kadar haksız ve kelimenin tam anlamıyla mütecaviz buldum ve beni öfkelendirdi. Bununla birlikte, üzüntüsünü hafifletecekse yine de kendisine yönelik ağır eleştirilerimden veya ifadelerimden dolayı peşinen özür diliyorum. Tonundan ve şiddetinden dolayı özür dilesem de hakikatinin arkasındayım. Zira şahsi bir hesabım yok…

Kaynak: Risalehaber

Yeni Şafak gazetesinin Atasoy Müftüoğlu ile yaptığı röportajı okumak için tıklayınız!

Haber Ara