Dolar

34,8957

Euro

36,7227

Altın

3.013,33

Bist

10.058,63

Kim neye müstehak?

Bahse konu ettiğimiz yazılardaki ayet yorumları Kur’an’ı istismar etmenin en pespaye örneklerini oluşturmaktadır. Kur’an ayetlerini sahabe, tâbiûn ve daha sonraki müfessirlere ait izahlarla hiçbir şekilde bağdaşmaz biçimde bu denli keyfi yorumlamak, Allah adına yalan konuşup bühtanda bulunmak gibi çok tehlikeli bir cürüm işlemekten pek farklı bir anlam taşımamaktadır.

11 Yıl Önce Güncellendi

2014-05-25 14:36:20

Kim neye müstehak?


Kur’an metni on beş asırlık müesses İslam ve Müslümanlık tecrübesinde sayısız istismara maruz kalmış, her ne kadar nazmı mevsuk olsa da akla ziyan te’villerle anlam ve yorum düzeyinde bin bir çeşit tahrife uğratılmıştır. Bunun böyle olması, bir yönüyle Kur’an’ın suskun ve eli kolu bağlı hâlde yorumcunun insafına bırakılmış bir metin olarak algılanması ve dolayısıyla onun hiç konuşmadığı şeyler hakkında konuşturulmuş olmasıdır. Diğer bir yönüyle de Kur’an’ın ilahi kelam/ferman vasfını haiz olması hasebiyle tüm Müslümanlar nazarında mutlak hakikat kaynağını temsil ediyor olması ve bu büyük temsil gücünden dolayı kendini İslam’a izafe eden her türlü görüş, düşünce ve eylemin temel meşruiyet zeminini oluşturmasıdır. Kur’an’ın gerek İslam kültür ve medeniyetinde kurucu metin olması, gerek hakikati aramanın en doğru adresi olarak algılanması ve gerekse İslâm dairesi içinde emsalsiz bir kutsallık ve otoriteye sahip bulunması Müslümanların varlık, bilgi ve değer telakkileriyle irtibatlı bir olgudur. Zira İslam düşüncesinin ana caddesindeki genel kabule göre varlık, bilgi ve değerin kaynağı Allah’tır. Bu itibarla Kur’an’ın İslam düşünce sistemindeki konumu mutlak surette merkezî olmak zorundadır. İşte bu zorunluluk sebebiyle Müslümanlar nüzul döneminden bugüne değin dinî ve dünyevî meselelerle ilgili hemen bütün norm ihtiyaçlarını öncelikle ve özellikle Kur’an’ın sınırlı sayıda ayetten müteşekkil metninden karşılamaya çalışmışlardır. Ne var ki mesele salt norm ihtiyacını karşılamakla sınırlı kalmamış, bilakis 15 asırlık tarihî tecrübe içerisinde ortaya çıkan hemen her türlü fikir ve iddianın meşruiyeti de yine bu metinde aranmıştır.

Kur’an neden konuşmaz?

Bu durum ister istemez Kur’an’ın azami ölçüde semerelendirilmesine, çok kere de basbayağı bir araç ve kaldıraç olarak kullanılması şeklinde istismar edilmesine yol açmıştır. Kendisini “gayet açık ve anlaşılır” diye tanımlayan Kur’an’ın bu denli kolay istismar edilebilirliği bir açıdan tenzil sürecinin sona ermesiyle birlikte ayetlerin nüzul ortamındaki dış bağlamının giderek kaybolması ve aslî mananın muğlaklaşmasıyla, diğer bir açıdan da metindeki lafızların sentaktik ve semantik bakımdan farklı anlam ihtimallerine hamledilebilir keyfiyette olmasıyla çok yakından ilgili bir durumdur. Bu yüzdendir ki Hz. Ali hem “Kur’an suskundur konuşmaz, onu insanlar konuşturur” demiş, hem de Abdullah b. Abbas’ı Hâricîlerle müzakereye gönderdiği sırada, “Onlarla tartışırken Kur’an’la istidlalde bulunma; çünkü Kur’an çeşitli manalara muhtemildir. Sen sen ol, onlarla Sünnet üzerinden tartış” sözüyle Kur’an metninin istismar edilebilirliğine dikkat çekmiştir. Nitekim asırlar boyunca her mezhep ve grup hasmına karşı argüman oluştururken Kur’an’ı dilediği gibi konuşturmayı başarabilmiştir. O kadar ki bir mezhebin müteşabihattan saydığı ayet, diğer bir mezhep tarafından muhkem addedilmiştir. Bu vahim gerçek Âl-i İmrân 3/7. ayetin tefsirinde Fahreddîn er-Râzî tarafından,”Ümmetin çoğunluğu (cumhûr-i nâs) nezdinde öteden beri cari olan kural, herhangi bir mezhebe mensup kimselerin kendi görüşlerine uygun düşen her ayeti muhkem, hasımlarının görüşüne uygun düşen her ayeti de müteşabih saymalarıdır” diye itiraf edilmiştir.

Öte yandan, hicrî ikinci yüzyılda yaşamış olan Basra kadısı Ubeydullah b. el-Hasen de Kur’an metnini gerek kendi nüzul bağlamından, gerekse bu tarihî bağlam içerisinde Arap dilinin toplumsal oydaşmaya dayalı yaygın kullanımından kopuk biçimde anlama ve yorumlamanın ne tür sonuçlar doğuracağı konusunda ibretlik bir söz olarak şunları söylemiştir: “Kur’an ihtilafa delalet eder. ‘Kader diye bir şey yoktur’ görüşü doğrudur; çünkü Kur’an’da bu görüşün dayanağı mevcuttur. Sınırsız ilahi irade karşısında insan iradesinden söz edilemeyeceği (cebr) görüşü de doğrudur; zira bu görüşün de Kur’an da dayanağı mevcuttur. Her kim bu iki görüşten birini savunursa isabet kaydetmiş olur; çünkü bir ayet iki farklı anlam boyutuna sahip olabilir ve birbirine zıt iki manaya hamlolunabilir... Her kim zina eden bir kimseyi mümin olarak nitelendirirse isabet etmiş olur. Buna mukabil zinakârı kâfir olarak nitelendiren kimse de isabet etmiş olur. Öte yandan, ‘Zinakâr ne mümindir ne kâfirdir; gerçekte o fasıktır’ diyen kimse de haklıdır. ‘Zinakâr ne mümindir ne kâfirdir; o münafıktır’ diyen kimse de haklıdır. ‘Zinakâr müşrik değil, kâfirdir’ diyen kimse de haklıdır; keza ‘Zinakâr hem kâfir hem müşriktir’ diyen kimse de haklıdır. Çünkü Kur’an bütün bu farklı manalara delalet etmektedir.”

Maalesef, geçmişte olduğu gibi bugün de akla ziyan bir Kur’an istismarıyla karşı karşıyayız. Eski zamanlarda bu tür istismarlar çoğunlukla mezhebî ve siyasi ön kabulleri Kur’an’a onaylatmak, böylelikle kendi mezhebine sağlam bir meşruiyet zemini oluşturmak adına yapılır, üstelik bu iş Arap diline, usul kaidelerine atıflarla az çok namusluca yapılırdı. Ama bugün bu yazıya konu olan istismar ilmî ciddiyet ve haysiyetle yakından-uzaktan hiçbir alakası olmayan, bilakis hem te’vil kılıfında düpedüz tahrif hem de basbayağı hezeyan şeklinde karşımıza çıkanbir istismar formudur. Bu çirkin istismarın sahibi, vaktiyle Mekke Rasullerin Yolu adlı bir eser yazan ve fakat ilerleyen zamanlarda bu kitapta serdettiği fikirleri, “O kitap ilk dönem kitaplarımdandı. Daha sonra o kitaplarımdaki hareket noktam olan bazı görüşlerime çok katılmadığımı ilanla belirttim” tarzındaki beyanlarla bir nevi tekzip edip paralelcilikte karar kılan, hatta paralelciliğin “alaylı tefsir hocası” konumunda bulunan Ali Ünal adlı zattır. Bu zat Zaman gazetesinin 19.05.2014 tarihli nüshasında yayımlanan “Musibete Davetiye Çıkarmak” başlıklı makalesinde ilkin paralelci terminolojinin o çok bilindik fiyakalı jargonuyla bir tür vaaz veriyor, müteakiben asıl karın ağrısını ifade safhasına geçiyor. Tam bu safhada, “Bugün Türkiye’de bir başbakan ve hükümeti var ki, tatminsiz bir hırsla belki tarihin en büyük, en kapsamlı yolsuzluk ve rüşvet bataklığına düşme suçlamasına muhatap... Tarifi imkânsız bir kin ve düşmanlık, kalb katılığı ve kibir, vicdanları esir almış” gibi ifadelerle Başbakan ve hükümete yönelik öfkesini bir güzel kusan mezbur zat bu arada gayet arabesk bir dil ve üslupla kendi cemaatinin liderini “mazlum ve masum rehber” sıfatıyla, yargı ve emniyette yuvalanmış cemaat ajanlarını da “zulme uğramış zavallılar” edebiyatıyla bir çırpıda ibra ettikten sonra, Soma faciasını da fırsat bilerek, siyasi iktidara destek verenleri adeta Allah adına parmak sallayarak tehdit ediyor ve bu tehdidinde Hûd suresi 11/113. ayetin “velâterkenûilellezînezalemû fe-temessekümü’n-nâr” şeklindeki kısmını silah olarak kullanıyor.

Allah’a iftira etmek!

Ünal’ın, “Zulmedenlere destek olmayın; yoksa size ateş dokunur” diye çok amorf biçimde çevirdiği bu ayeti istimal/istismar tarzından anlaşıldığı kadarıyla “velâterkenûilellezînezalemû fe-temessekümü’n-nâr” ifadesindeki “ellezînezalemû”(zalimler) lafzı Başbakan ve hükümete karşılık gelmekte, hâliyle “fe-temessekümü’n-nâr” ifadesindeki “küm” (siz) zamiri de, Soma’daki maden faciasında can veren 301 maden işçisine zımnî atıfla, Başbakan ve hükümete destek veren milyonlarca Müslüman insana işaret etmektedir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki söz konusu ayeti muhtevi olan Hûd suresi Mekke döneminde inmiştir. Bu dönemde nazil olan sureler ve ayetlerin hemen tamamındaki ana tema Hz. Peygamber ve ilk Müslümanların Mekkeli müşriklerle mücadelesine dairdir. Nitekim İbn Abbas, Katâde, Süddî, Ebü’l-Âliye gibi sahabi ve tâbiî müfessirler, “paralel yorumcu” Ali Ünal’ın Başbakan ve ona destek verenlere hamlettiği “velâterkenûilellezînezalemû fe-temessekümü’n-nâr” ifadesini, “Müşriklere meyletmeyin; onların yapıp ettiklerine rıza göstermeyin; onların safına geçmeyin; onlara yağ çekmek ve şirin görünmek gibi bir tavır sergilemeyin” diye izah etmişlerdir ki bu izaha göre ayet, “[Ey Müminler!] Allah’a eş ve ortak koşanlara sakın meyletmeyin, [tevhid davasından] asla taviz vermeyin. Aksi hâlde cehennem ateşi sizi de yakar!” şeklinde bir mana ve mesaj içermektedir. Kaldı ki Kur’an terminolojisinde, özellikle de Mekki surelerde “zulüm” ve “zalim” kelimeleri çoğunlukla “şirk” ve “müşrik” anlamına gelir. Dolayısıyla bu kelimeleri neye atıfta bulunduğu belirsiz şekilde yorumlamamak gerekir. Şayet böyle yorumlanıyorsa, hele de Hz. Peygamber’in Mekke dönemindeki tevhid mücadelesine dair müstakil bir eser kaleme almış olan Ali Ünal gibi biri böyle bir yorum yapıyorsa, bu yorum çok zayıf ihtimalle cahillikten veya kuvvetle muhtemel olarak art niyettendir. Adı geçen zatın yazısındaki muhtevaya bakılırsa bu yorumun ardındaki temel saik kesinlikle art niyete ve aynı zamanda zıvanadan çıkma hâline işaret etmektedir. Bu zat, Başbakan’ın çok haklı olarak “ahlaksızlık” diye eleştirdiği ilk yazısının ardından 21.05.2014 tarihli Zaman gazetesinde yayımladığı “Başbakan Suçuna Suçlu mu Arıyor?” başlıklı ikinci makalesinde zikrettiği “Zalimlere meyletmeyin, destek olmayın, yoksa size ateş dokunur” da yine Kur’an’ın âyeti (11:113). Bu yazdıklarım doğru değilse, o zaman -haşa- Kur’an doğru söylemiyor demektir” şeklinde yeni bir hezeyanda bulunuyor; evet, kelimenin tam manasıyla hezeyanda bulunuyor; zira Kur’an zalimlere meyletme konusunda çok doğru söylüyor ama Ünal’ın çarpıttığı gibi “zalimler” derken Müslüman idarecilerden değil, müşriklerden söz ediyor. Şu halde ayeti Müslümanlara karşı mermi gibi kullanan Ali Ünal Allah adına yalan söylüyor.

Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki eskinin sıkı İslamcısı, şimdinin hem paralelci sosyologu hem alaylı Kur’an yorumcusu Ali Bulaç’ın bazı yazılarında da benzer bir zıvanadan çıkmışlık emarelerine rastlanmaktadır. Şöyle ki Bulaç Zaman gazetesinin 03.04.2014 tarihli nüshasında yayımlanan “İnsanların Çoğu” başlıklı makalesinde 30 Mart seçimlerinde AK Parti’ye destek veren yüzde kırk beşlik seçmen kitlesini, hemen tamamı Mekkî surelerde geçen ve Mekke halkının müşrik çoğunluğuna atfen “imana gelmemek, nankörlük etmek, dalalet içinde yüzmek, hak ve hakikatten nefret etmek” gibi bir dizi olumsuz sıfatla bir arada zikredilen “ekserü’n-nâs” (insanların çoğu) lafzının medlulüyle özdeşleştirmiştir. Hâlbuki vaktiyle birçok tefsir karıştırmış ve sonunda iyi-kötü bir meal hazırlamış olan Bulaç’ın Kur’an’daki “ekserü’n-nâs” lafzının böyle bir mana ve medlule karşılık gelmediğini bilmemesi pek mümkün değildir. Yok eğer gerçekten bilmiyorsa, bu denli cahil olmasına maalesef, “yazık” demek gerekir.

‘Şantaj’ın müstahakı ne?

Vaktiyle Fethullah Gülen hakkında, “Artistlere taş çıkartacak profesyonellikle ağlayıp ağlatan, üstelik Rasûlullah adına saçma sapan rüyalar uyduran Hoca” gibi ifadeler kullanan Bulaç aynı gazetenin 12.04.2014 tarihli nüshasında yayımlanan “Ey akıl ve vicdan sahipleri” başlıklı makalesinde ise “Hocaefendi” diye zikrettiği Gülen’i eleştiren İlahiyatçılara -ki bu zümreye şahsımın da dâhil olduğu şüphesizdir- “Size ne oluyor ki...” dedikten sonra, hocaefendisine ait bilgi elde etme ve düşünme usulünün “hermenötik” ve “tarihselci” olmadığını, aksine onun Kur’an ve Sünnet referansına dayandığını özellikle belirtmiştir. Açıkça itiraf etmeliyim ki ben çok sıkı bir tarihselciyim; ama benim tarihselci Müslümanlığım, bugüne değin hangi kişinin hangi alüfteyle düşüp kalktığına dair bir istihbârî tecessüse yahut sözüm ona Kur’an ve Sünnet referanslı vaazlarla yetişmiş birçok memur şakirtten sadır olduğu veçhile, devletin ve devlet bünyesindeki emniyet gibi teşkilatların imkânlarını kullanarak onca insanın gizli ayıp ve günahlarının dedektifliğini yapmak, bunları görüntülü ve sesli kayıt altına alıp şantaj malzemesi olarak depolamak, yeri ve zamanı geldiğinde de cemaat adına çok etkili bir silah olarak kullanmak gibi bir reziletle iştigal etmeme sebebiyet vermemiştir.

Sözün özü, Ali Ünal ve Ali Bulaç isimli paralelcilerin bahse konu ettiğimiz yazılardaki ayet yorumları Kur’an’ı istismar etmenin en pespaye örneklerinden birini oluşturmaktadır. Bu zatlar aslında hocaefendilerinin, “Meryem [sırf ibadetle meşguliyet için] kendini ailesinden ve diğer insanlardan tecrit etmişti. Biz ona ruhumuzu gönderdik. Ruh ona eli yüzü düzgün bir erkek kılığında göründü” mealindeki Meryem suresi 19/17. ayetten, “Hz. Muhammed Meryem’in kocası, İsa’nın babasıdır” gibi bir sonuç çıkarması dikkate alındığında, usta-çırak ilişkisi içinde Kur’an istismarına dair köklü bir geleneği yaşatmaktadır. Ne var ki Kur’an ayetlerini sahabe, tâbiûn ve daha sonraki müfessirlere ait izahlarla hiçbir şekilde bağdaşmaz biçimde bu denli keyfi yorumlamak, Allah adına yalan konuşup bühtanda bulunmak gibi çok tehlikeli bir cürüm işlemekten pek farklı bir anlam taşımamaktadır. Bütün bunlar bir yana, söz konusu zatlar, hâl-i hazırda Kur’an’ı istismar pahasına savundukları cemaatin kırk küsur yıllık tarihinde, geçmişteki hiçbir dönemle kıyaslanamayacak kadar rahat etme, bu sayede devletin en kritik kurumlarında alabildiğine palazlanma ve sonunda rahat batmasıyla eşdeğer anlamda şımarıp azma imkânına kavuştuğu bir dönemin siyasi iktidarına ve bu iktidara destek veren milyonlarca insana zıvanadan çıkmış hâlde saldırmakla bir nevi yeminli nankörlüğün de ibret verici temsilini yapmaktadır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk/Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fak.

STAR / AÇIK GÖRÜŞ

SON VİDEO HABER

İHH'dan Suriye'deki fırınlar için un desteği çağrısı

Haber Ara