Bazı İslami gruplar 28 Şubat'ı meşrulaştırmaya çalıştı
SETA İnsan Hakları Direktörü Ensaroğlu, 28 Şubat'ta darbenin karşısında yer alması gereken bazı İslami grupların darbeye sessiz kalmakla yetinmeyip yapılanları meşrulaştırmaya çalıştığını söyledi.
12 Yıl Önce Güncellendi
2014-02-28 11:56:17
1997’den 2014’e 28 ŞUBAT DARBESİ
SETA Hukuk ve İnsan Hakları Direktörü Yılmaz Ensaroğlu 28 Şubat darbesini Haber10’a değerlendirdi. 28 Şubat sürecinde yaşananları, darbe döneminde etkin şekilde kullanılan ‘silahsız kuvvetler’i anlatan Ensaroğlu, geçtiğimiz yıl açılan 28 Şubat davasının sahipsiz olduğuna dikkat çekti.
İşte Yılmaz Ensaroğlu ile gerçekleştirdiğimiz röportaj:
MGK KARARIYLA BAŞLAYAN DARBE!
28 Şubat post-modern darbesinin üzerinden bugün itibariyle tam 17 yıl geçti. İsterseniz önce bir hatırlayalım; 28 Şubat nedir, 28 Şubat’ta aslında ne oldu?
Post-modern darbe olarak siyasi tarihimize geçen olay, 28 Şubat 1997 günü yapılan ve yaklaşık dokuz saat süren bir Milli Güvenlik Kurulu toplantısının ardından açıklanan 18 maddelik MGK kararlarından alıyor ismini. 28 Şubat kararları dediğimiz kararlar, esasen “rejim aleyhtarı irticai faaliyetlere karşı alınması gereken tedbirler”i sıralıyordu. Tabii o dönemde MGK’nın tavsiye kararları, hükümetler için talimat mesabesindeydi. Bu kararlar, özetle şunları içeriyordu: Laiklik, büyük bir titizlik ve hassasiyetle korunmalı, gerekiyorsa yeni yasal düzenlemeler yapılmalı; tarikatlarla bağlantılı özel yurt, vakıf ve okullar, Milli Eğitim’e devredilmeli; sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitime geçilmeli; sekiz yıllık temel eğitimi almış çocukların, ailelerinin isteğine bağlı olarak devam edebileceği Kuran kursları Millî Eğitim Bakanlığının kontrolünde faaliyet göstermeli; Cumhuriyet rejimine ve Atatürk ilke ve inkılaplarına sadık, aydın din adamları yetiştirmekle yükümlü milli eğitim kuruluşlarımız (İmam Hatip’ler), Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun özüne uygun ihtiyaç düzeyinde tutulmalı; dini tesislere ihtiyaç varsa, bunlar Diyanet tarafından incelenerek mahalli yönetimler ve ilgili makamlar arasında koordine edilerek gerçekleştirilmelidir. Yasaklanmış tarikatların ve ilgili kanunda belirtilen tüm unsurların faaliyetlerine son verilmeli; irticai faaliyetleri nedeniyle Yüksek Askerî Şûra kararları ile Türk Silahlı Kuvvetleri'nden (TSK) ilişkileri kesilen personel yüzünden TSK'yı dine karşıymış gibi göstermeye çalışan yayınlar kontrol altına alınmalı; bu personelin diğer kamu kurum ve kuruluşlarında istihdamı ile teşvik unsuruna imkan verilmemelidir. TSK'ya aşırı dinci kesimden sızmaları önlemek için alınan tedbirler, yargı ve üniversiteler başta olmak üzere, diğer kamu kurum ve kuruluşlarında da uygulanmalıdır. Aşırı dinci kesimin tehlikeli faaliyetleri yasal ve idari yollarla önlenmeli; kıyafetle ilgili kanuna aykırı olarak ortaya çıkan uygulamalara mani olunmalı; Kurban derilerinin, rejim aleyhtarı örgüt ve kuruluşlar tarafından toplanmasına mani olunmalı; ülke sorunlarının çözümünü "millet kavramı yerine ümmet kavramı" bazında ele alarak sonuçlandırmayı amaçlayan girişimler yasal ve idari yollardan önlenmelidir.
Peki, 28 Şubat kararları uygulamaya nasıl yansıdı ya da pratik heyette neler değişti?
Türkiye, zaten bir süreden beri birileri tarafından 28 Şubat’a hazırlanıyordu. Bu MGK toplantısından sonra hükümet üzerindeki baskılar daha da arttırıldı ve RP-DYP koalisyon hükümeti istifa etmek zorunda kaldı. Ordu bünyesinde oluşturulan Batı Çalışma Grubu isimli bir komite, irtica tehlikesine karşı kamuoyu oluşturdu; dindar insanların şirketlerine karşı ambargolar uyguladı, namaz kılan veya başörtülü olan kamu görevlilerini fişledi ve üzerlerindeki baskıları artırdı. Üniversitelerde başörtülü öğrencilere yönelik yasaklamalar genişletildi. Sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim uygulamasına geçildi ve bu yolla İmam-Hatip Okullarının kapatılması süreci başlatıldı. Bu uygulamalara karşı çıkan birçok politikacı ve aydın hakkında soruşturmalar, davalar açıldı.
CADI AVI BAŞLATILDI
Dindar Müslümanların kurduğu dernek ve vakıflar yoğun baskı altına alındı; haklarında davalar açıldı. İslami kesimlerin kurduğu vakıfların neredeyse tamamının şubelerinin yanı sıra, 21 vakıf kapatıldı, 7 vakfın da mal varlıklarına el konuldu. Yargıya başvurmuş olan vakıflarla ilgili olarak çözüm süreci başlamış olmakla birlikte, bu sorun, bugün itibariyle hâlâ çözülmemiştir.
Bu süreçte, din özgürlüğü temelinde binlerce insan gözaltına alındı. Bunların büyük çoğunluğunu sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim yasasını protesto edenler ve kıyafeti devrim kanunlarına aykırı bulunanlar; örneğin, sarıkla dolaşanlar oluşturuyordu. “Yasadışı zikir ve toplantı” gerekçesiyle gözaltına alınanların yanı sıra, yaptıkları vaazlardan ötürü gözaltına alınan din görevlileri oldu. Başörtüsü yasağından kaynaklanan ihlal sayısı ciddi ölçüde arttı. 1998 ve 1999 yıllarında, her yıl yaklaşık otuz bin civarında din özgürlüğü ihlali tespit edildi –ki, bu gerçek fotoğrafın ancak bir kısmıdır.
Sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim yasası çıkarıldı ama bunun nedeni, ülkedeki eğitim düzeyini/kalitesini yükseltmek değil, tam tersine, din ve din eğitimi üzerindeki devlet denetimini pekiştirmek ve çocuğun din eğitimi alabileceği süreyi kısaltmaktı. Bu yolla, İmam-Hatip Okullarının ortaokul bölümleri doğrudan, lise bölümleri de dolaylı olarak kapatıldı. Aynı şekilde, Kur’an kurslarına yönelik düzenlemeyle, çocukların, beşinci sınıfı bitirinceye kadar tatillerde dahi resmi Kur’an Kurslarına gitmeleri yasaklandı; hafız yetiştirilmesi önemli ölçüde engellenmiş ya da zorlaştırılmış oldu.
Aynı şekilde, aydınlar, gazeteciler ve politikacılar hakkında açılan soruşturmalar ve yargılamalar arttı; ifade özgürlüğüne aykırı şekilde açılan dava sayısı binleri buldu. Basın organları arasında ayrımcı politikalar devam ettirilirken, RTÜK üzerinde açık baskılar uygulanarak, frekans tahsis ihaleleri ertelettirildi ve bu yolla bazı özel televizyonların kapatılması sağlandı. Pek çok insan hakkında hazırlanan gizli andıçlarla yetinilmedi, Genelkurmay tarafından bazı gazetecilere açıktan brifingler verildi ve bu yolla medyanın yayın politikaları yönlendirildi. Soruşturmalar konusunda da basın organları arasında ayrımcılık yapıldı. Bazı haberleri ilk yayınlayan gazeteler hakkında hiçbir soruşturma yapılmazken, daha sonra o haberi alıntılayan gazeteler hakkında soruşturmalar açıldı, toplatma kararları verildi. Örneğin, Selam gazetesi, İmza dergisi, Haftaya Bakış dergisi, bunun tipik örneklerini çok yoğun biçimde yaşadılar.
Bu süreçte yargı, askeri bürokrasi tarafından verilen brifinglerle baskı altına alındı ve yönlendirildi. Refah Partili İstanbul, Kayseri, Sincan, Sultanbeyli Belediye Başkanları yaptıkları konuşmalar veya işlemler yüzünden yargılandı ve haklarında hızla cezalar verildi. Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe dosyasını, 28 Şubat’ta yargının nasıl bir işlev gördüğünün çok çarpıcı bir örneği olarak gösterebiliriz. Şükrü Karatepe hakkında, yaptığı bir konuşmadan ötürü soruşturma açıldı ve bilirkişilerin suç unsuru taşımadığına ilişkin raporları üzerine, hakkında dava açılmasına yer olmadığına karar verildi. Bu raporlarından dolayı üç akademisyenden oluşan bilirkişi heyeti takibata uğradı. Bir vatandaşın itirazı üzerine, Ankara DGM Savcılığı tekrar dava açtı, yargılama sırasında savcı, konuşmada isnat edilen suçun unsurlarının oluşmadığı gerekçesiyle sanığın beratına karar verilmesini istemesine rağmen, mahkeme Karatepe’yi TCK’nın 312. maddesi uyarınca bir yıl hapisle cezalandırdı. Bu maddeden bir günlük de olsa hapis cezası almak, Karatepe’nin görevden alınmasını gerektiriyordu. Karatepe’nin yaptığı itiraz, Yargıtay tarafından reddedilerek cezası, görülmedik bir hızla onaylandı ve dosyası, infaz edilmek üzere geri yollandı. Ve bu karar da, hemen RP’nin kapatılması davasına suç delili olarak yollandı. Aynı şekilde, bu dönemde bazı Refah Partili Milletvekillerinin yıllar önce çeşitli yerlerde yaptıkları konuşmalar sık sık televizyonlarda yayınlanarak, haklarında kamuoyu oluşturuldu ve akabinde dokunulmazlıkları kaldırılarak yargılanmalarının yolu açıldı.
SİLAHSIZ KUVVETLER!
Üzerinden 17 yıl geçtikten sonra, 28 Şubat darbesine bugünden baktığınızda, sürece dair genel olarak neler söylemek istersiniz?
Hemen şunu söyleyelim: 28 Şubat’ı daha önceki darbelerden ayıran en önemli hususlardan birisi, darbecilerin “silahsız kuvvetler”e büyük bir işlev yüklemesiydi. Bir diğer önemli fark da, toplumun bir bölümünün desteğini almaya çalışarak, bir başka kesimini, münhasıran dindar Müslümanları hedef almış olmasıydı. 28 Şubat, bu çerçevede, sadece din-devlet ilişkilerini değil, aynı zamanda, devlet-birey münasebetlerini, hatta din-birey ilişkilerini de tanzim etmeye kalkıştı. Bunu sağlayabilmek için, bir dizi önlem geliştirip uygulamaya koydu. İslami görünürlüğü “makul” bir düzeye indirmek için, bazı örneklerini dile getirmeye çalıştığım akla hayale gelmedik baskılar, yasaklar uyguladı. Özetle, bu kapsamda on binlerce insan mağdur edildi; binlerce yurt, kurs, vakıf, dernek vs. basıldı, kapatıldı. Tüm bu politikaları uygulayabilecek bir hükümetin kurulabilmesi için, Erbakan hükümeti istifaya zorlandı; ardından Refah Partisi kapatıldı. Yani önce siyaset yeniden dizayn edildi, ardından da bütün bir toplumsal hayat ve ilişkiler, sıkı bir denetim altına alınarak yeniden biçimlendirilmek istendi. İşte bugün dönüp 17 yıl öncesine baktığımızda ya da 28 Şubat’ın bu stratejik hedeflerine ne ölçüde ulaşabildiğini sorguladığımızda, 28 Şubat’ın siyaseti dizayn hedefine ulaşamadığını, bu konuda başarısız olduğunu görüyoruz. Çok somut olarak şunu söyleyebiliriz: Kapatıp yasakladığı siyasi hareketin içinden AK Parti çıktı ve 12 yıldır ülkeyi tek başına yönetiyor. Buna karşılık, 28 Şubat politikalarını bir görev bilinciyle uygulamaya çalışa partilerin ve liderlerin hiçbirisi şu anda yok. Ama din-devlet, din-birey, devlet-birey ilişkileri açısından baktığımızda, aynı netlikte bir resim bulamadığımız gibi, aynı şeyleri söyleme imkanına da sahip değiliz. Hatta tam tersine, 28 Şubat’ın bu alanda hayli başarılı olduğunu dahi söyleyebiliriz. Çünkü 28 Şubat, İslami kesimin tüm vakıf, dernek, sendika, parti, cami, kurs, yurt vb. ne kadar kurumu varsa hepsini yok etmeye çalıştı; mal varlıklarına el koydu. Bununla yetinmedi; dindar Müslümanların kurduğu şirket ve firmalara ciddi yaptırımlar, ambargolar uygulayarak onları ekonomi/ticaret sahnesinden silmeye çalıştı. Deyim yerindeyse, İslami kesimin üzerinden silindir gibi geçti. İslami kesim, uğratıldıkları somut maddi zararı önemli ölçüde telafi ettiler, hatta belki fazlasıyla zenginleştiler. Ama üzerinden bunca yıl geçmesine rağmen, İslami kesim bazı açılardan hala toparlanabilmiş, kendine gelebilmiş değil. 28 Şubat politikaları, İslami kesimin düşünce dünyası ve pratik hayatı üzerinde yok edici bir savrulmaya yol açtı. Bu kesimi, deyim yerindeyse, dünyevileştirdi, sekülerleştirdi, hedeflerinden kopardı ve lümpenleştirdi. Bu bağlamda ciddi bir muhasebeye ihtiyaç olduğu kanısındayım.
28 ŞUBAT NASIL BİTER?
Gelinen noktada, “bin yıl da olsa sürecek!” denilen 28 Şubat’ın bittiği yönünde hâkim bir algı var. 28 Şubat bitti mi?
Dilerseniz, bu sorunuzu bir başka soruyla sürdürerek cevaplamaya çalışalım: “Ne olursa ya da hangi halde, ‘28 Şubat bitti’ diyebiliriz?” Bazı açılardan 28 Şubat’ın bittiğini söyleyebiliriz. Örneğin, 28 Şubat politikaları geçerliliğini önemli ölçüde yitirdi; 28 Şubat’ın kurduğu politik düzen yıkıldı; 28 Şubat’ın başörtüsü yasağı, İmam Hatipler üzerindeki baskılar, Yüksek Askeri Şura kararlarıyla ordudan subay ve astsubayların atılması gibi kimi kıyım politikaları son buldu. İslami kesimin STK’ları üzerindeki baskılar vs. kalktı. Ancak buna karşılık, 28 Şubat’ın açtığı ve hala sarılmamış ciddi yaralarımız da var; 28 Şubat’ın başlattığı ama bugüne kadar hala son verilmemiş zulümler var; 28 Şubat’ın gasbettiği ama henüz iade edilmemiş haklar, mallar var. Örneğin, 28 Şubat sürecinde kurban olarak seçilip zindanlara atılan Zekeriya Şengöz, Salih Mirzabeyoğlu, Fahri Memur gibi isimler hala içerideler. 28 Şubat’ta kapatılan ve mal varlıklarına el konulan vakıfların şubeleri hala açılabilmiş, malları iade edilebilmiş değil. El konulan ve Diyanet’e devredilen cami ve mescitlerin statüsü değiştirilmemiştir. Daha önemlisi, 28 Şubat’la hala yüzleşilememiş; 28 Şubatçılara hesap sorulamamıştır. Ankara’da “28 Şubat Davası” diye bilinen bir dava sürmektedir ama bu davada, sadece 28 Haziran 1997’de dönemin hükümetini istifaya zorlayan Batı Çalışma Grubunun yasadışı eylem ve işlemleri ele alınmaktadır. Yani 28 Şubat’ın gerçek ve tüzel kişilere karşı işlediği suçlar ve 28 Şubat’ın sivil unsurları hala etkin bir biçimde soruşturulmamıştır. Özellikle henüz hesaplaşılmamış olması ve yaptığı zulümlerin hala sürüyor oluşu yüzünden, ben 28 Şubat’ın bittiğini söylemenin doğru olmayacağını düşünüyorum.
MEDYANIN ROLÜ
28 Şubat'ta medya ile darbeci askerler arasındaki ilişkiler nasıl yürüdü?
Daha önce de söylediğim gibi, 28 Şubat’ın temel özelliklerinden birisi, sürecin “artık görev silahsız kuvvetlerin” ilkesiyle yürütülmesidir. Silahsız kuvvetler içinde de medya kuşkusuz çok özel bir önem taşıyordu. 28 Şubat ve medya ilgili değerlendirmeler, daha çok medyanın 28 Şubat sürecinde oynadığı roller, takındığı tutumlar üzerinden yapılıyor. Oysa medya, asıl rolünü, ülkeyi 28 Şubat’a hazırlama sürecinde oynadı. Bir başka ifadeyle, 28 Şubat’a giden yolun taşlarını ağırlıklı biçimde medya döşedi. Peki, medya bu görevi nasıl icra etti? Batı Çalışma Grubunun ellerine tutuşturduğu malzemelerle, irticanın nasıl büyük bir tehdit haline geldiğine dair sistematik biçimde yoğun ve sansasyonel yayınlar yaptı. Ardından da askerler, aslında kendilerinin yaptırdığı bu yayınları gerekçe göstererek hükümet üzerinde baskı kurmaya çalıştı. Hatta daha da ileri gidilerek, bu yayınlar birer delil olarak kullanılıp, çeşitli soruşturma ve davalar açıldı; kişiler, yayın organları ve kuruluşlar cezalandırıldı, kapatıldı. Tabii, medya bu süreçte oynadığı tüm rolleri, az önce de söylediğim gibi, askerlerden aldığı brifingler ve talimatlar çerçevesinde ve onların verdiği malzemelerle yerine getirdi.
28 ŞUBAT DAVASI SAHİPSİZ!
Yeni kuşakların 28 Şubat sürecini yeterince kavradığını düşünüyor musunuz?
Eski kuşaklar bile kavrayamamışken yeni kuşakların 28 Şubat sürecini yeterince kavramalarını beklemeye hakkımız var mı? Kaldı ki, hafıza-i beşer, nisyan ile maluldür. Uzun tarihi geçmişten geçtik, yakın tarihimizde olan bitenleri dahi doğru dürüst bilmiyoruz, hatırlamıyoruz. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül hatta 28 Şubat gibi müdahalelerle ilgili en önemli kaynaklar, maalesef darbecilerin hatıratları. Medya bizim haber alma, bilgi edinme haklarımıza aracılık etmekten çok, muktedirlerin politikalarını toplum nezdinde meşrulaştırmakla, egemenlerin talimatları çerçevesinde dezenformasyonla meşgul. Üzerinden 17 yıl geçti ama biz bugün hala yeni kuşakların eline, 28 Şubat neydi, 28 Şubat’ta neler oldu, gibi soruların cevaplarını bulabilecekleri derli toplu kaynaklar verme imkanına sahip değiliz. Örneğin, Ankara’daki 28 Şubat davasının iddianamesini, dava konusunu eksik bulabiliriz, tartışabiliriz ama bu dava dosyasında muazzam bir bilgi-belge arşivi olduğunu da görmezden gelemeyiz, gelmemeliyiz. Ne var ki, bu dava o kadar sahipsiz ve ilgisiz ki, bu belgeler doğru dürüst sorgulanmıyor bile. 28 Şubat’la yüzleşilip hesaplaşılamamasının yanı sıra, 12 yıllık AK Parti iktidarının getirdiği rehavet dolayısıyla, 28 Şubat’ın neredeyse tamamen unutulmaya yüz tuttuğunu gözlüyoruz.
BAZI İSLAMİ GRUPLAR DARBEYİ MEŞRULAŞTIRMAYA ÇALIŞTI
Bu söyleşimizde sık sık 28 Şubat’la yüzleşmekten, hesaplaşmaktan söz ettiniz. Bu konuda neler yapılabilir?
O günleri şu açıdan da hatırlamakta yarar var: 28 Şubat süreci, Türkiye siyasetini, kimseyi dışarıda bırakmayacak biçimde ikiye bölmüştü. Her kesim, muhtıra karşısında olumlu veya olumsuz bir tutum almak zorunda kalmış, açık veya dolaylı olarak taraf olmuştu. Bu süreçte “merkez sağ” partiler ve sağcı aydınlar hemen hemen ortadan ikiye bölünürken, sol daha kenardan bölünmüş; ana kütlesi darbeci kanatta kalmıştı. Sol yelpazede yer alan sivil toplum örgütleri, siyasal partiler, medya ve aydınların, kime karşı ve hangi gerekçeyle yapılmış olursa olsun, darbeye karşı durabilenleri azınlıkta kalmıştı.
Kabul ve itiraf edelim ki, 28 Şubat’ın hedefi ve bu nedenle sürecin başlıca mağduru olması dolayısıyla ister istemez darbenin karşısında yer alması beklenen İslami kesimde de herkes bu süreçten yüz akıyla çıkamamıştır. Hatta bazı gruplar, yapılanlara sessiz kalmakla da yetinmemiş, yapılanları meşrulaştırmaya çalışmışlardır.
17 YILLIK BÜYÜK UTANÇ TABLOSU
Şimdi bizlere düşen; öncelikle darbelere kategorik olarak karşı çıkmak, yani iyi darbe-kötü darbe ayrımı yapmamak. İkinci olarak, tüm darbelerle yüzleşmek, darbecilerle hesaplaşmak. Unutmayalım; 27 Mayıs’ın hesabını sormadığımız için 12 Mart; 12 Mart’ın hesabını sormadığımız için 12 Eylül oldu. 12 Eylül cuntasına zamanında hesap sorabilseydik, 28 Şubat’a cesaret edemezlerdi. 28 Şubat’ın hesabını sormayı başarabilseydik; Ergenekon, Balyoz, 27 Nisan vb. girişimlerden daha emin olabilirdik. Bu ülkede bir daha kimsenin aklının köşesinden dahi darbe yapmayı, demokrasi dışı yol ve yöntemlerle yönetimleri devirmeyi geçirmemesini istiyorsak, darbecilerin hepsine hesap sorma iradesini kararlılıkla ortaya koymalıyız. Ne var ki, sürmekte olan 28 Şubat davasına müdahil olma talebinde bulunanların bile 28 Şubatçıların yargılanması sürecini yakından izlemediğini görüyoruz. Oysa her duruşma gününü, ciddi bir protesto gösterisine dönüştürmeyi başarabilmeliydik. 28 Şubat’ın bizden aldıklarını hala geri alamamış olmak, aslında hepimiz için 17 yıllık büyük bir utanç tablosu...
Hülya Özkan / HABER 10
Haber Ara