TIMETURK / HABER MERKEZİ
MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞINA AÇIK MEKTUP
Sayın Bakanım, Milli Eğitim Bakanlığının Değerli Bürokratları
Öncelikle şunu belirtmeliyim ki bu mektubun kırk yıllık yaşamının -on beşi öğrenci on dokuzu öğretmen olmak üzere- otuz dört yılını eğitim öğretim kurumlarında geçiren bir eğitimcinin samimi endişeleri olmak dışında bir iddiası yoktur. Üstelik herhangi bir gazete veya derginin bu kırık dökük satırları kayda değer bulup yayınlayacağına da pek fazla ihtimal vermiyorum. Fakat eskimezlerin dediği gibi "Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil."
Son bir iki yıldır eğitim öğretim sistemimiz ve kurumlarımız konusunda hararetli tartışmaları da beraberinde getiren önemli değişiklikler yaşandı. SBS'nin kaldırılması, ilk ve ortaöğretimin 4+4+4 şeklinde yeniden yapılandırılması, değişen müfredatlar ve ders kitapları ilh. Eğitim-öğretim uzmanları bu değişikleri gazete köşelerinde televizyon ekranlarında uzun uzadıya tartıştılar. Benim gibi kendi halinde bir lise öğretmeninin bunlara ekleyecek fazla bir şeyi olamaz. Sonuçta makro politikaları belirleme konusunda ne deneyimimiz var ne yeterli bilgimiz. Biz sadece öğrencilerimizi ve okul ortamlarını tanır ve biliriz. Dolayısıyla on yılı aşkın bir süredir bir türlü rayına oturmayan eğitim reformları ile ilgili görüşlerimiz ancak kendi zaviyemiz kadar olacaktır affola.
Öncelikle; eğitim süreleri, tek ya da çift sınav, merkezi yazılılar, dersanelerin kaldırılması vb. çalışmaları tali meseleler için -beyhude olmasa da zamansız- harcanan mesai ve enerji olarak gördüğümü ifade etmeliyim. Meslektaşlarımın ekseriyetinin de böyle düşündüğüne inanıyorum. "Eğitim-öğretim" hayatımızın asıl meselelerinin neler olduğuna dair öğretmenlerin ortak kanaatlerini elimden geldiğince ifade etmeye çalışacağım ve bu konuda yapılmakta olan çalışmalar varsa bunları da öğrenmekten mutluluk duyarım. Test sistemi bizi ve öğrencilerimizi her şeyi maddeler halinde ifade etmeye alıştırdığından şimdi de öyle hareket edeceğim.
1. Öğretmenlikte yirmi yıl ve üzeri hizmeti bulunanlar bu süre zarfında öğrenci profillerinde çok ciddi değişiklikler yaşandığı hususunda hemfikirdirler. Eskiden yirmi yıl zarfında husule gelen değişimler şimdi mübalağalı gelebilir ama beş yıl zarfında ortaya çıkıyor. On beş yıldır lisede çalışmakta olan bir öğretmen olarak birbirinden farklı üç lise öğrencisi profiline şahit olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Bilhassa teknolojik alandaki baş döndürücü gelişmeler, adına "kuşak farkı" dediğimiz psiko-sosyal değişim aralıklarını gittikçe kısaltmaktadır. İnternet, cep telefonları, sosyal medya, bilgiye ulaşmadaki kolaylıklar vb. hususlar ile bunların içtimai hayatta artan rolleri sonucu değişen "genç" olgusu eskiden ebeveynler ve çocuklar arasında görülen farklılıkların aralarında beş altı yaş bulunan kardeşler arasında görülmesine yol açmaktadır. Bu durum biz eğitimcilerin işini zorlaştırmaktadır. Beş yıl önce ders anlatırken veya rehberlik hizmetlerini yerine getirirken kullandığımız argümanlar bu gün artık geçerliliğini yitirmeye başlamıştır. Bugünkü hantal sistemin yerine daha etkin ve yeni şartlara çabuk uyum sağlayan bir eğitim yapılanmasına ihtiyacımız var. Geçtiğimiz on yıl zarfında bu konuda üç yıl olan liseleri dört yıla çıkarıp aynı müfredatı bu yeni süreye yaymak dışında bir adım atılmamıştır. Hâlbuki okullardan sosyal etkinliklere, öğretmen yeterliklerinden rehberlik hizmetlerine varana kadar yeniden yapılandırılması gereken birçok alan bulunmaktadır. Bakanlığımızın bu konuda orta ve uzun vadeli master planları var mıdır? Varsa bu planların hazırlanmasında "görüşlerine başvurulanlar" yelpazesi ne kadar geniştir?
2. İlk maddeyle bağlantılı olarak yaşanan bir diğer sorun ise çocuk ve genç dediğimiz kitlenin şuuraltı müktesebatında ciddi değişiklikler meydana gelmiş olmasıdır. Eskiden yirmi yaşında bir gencin ulaştığı şuuraltı doluluğunu -buna kirlenme de denebilir- şimdi on yaşındaki çocuklarda görmekteyiz. Bu durum öğrenme süreçlerini, yöntem ve tekniklerini, öğreticilerin niteliklerini, öğretim materyallerinin yapısını yeniden ve bir bütün olarak gözden geçirmeyi zorunlu kılmaktadır. Çünkü bu yeni kuşak öğretilmek istenenleri -eskilere nazaran- daha çabuk kavramakta olmasına rağmen bilgiyi kalıcı kılmak konusunda önceki kuşakların gerisinde kalmaktadır. İyi niyetli bir girişim olarak gerçekleştirildiğini düşündüğüm müfredat ve ders kitabı değişiklikleri ne yazık ki ülke gerçekleriyle örtüşmediğinden gereken faydayı sağlayamadı. Müfredat konusunu ayrı bir başlıkta dile getirmek istediğim için şimdi sadece eğitim materyalleri ve eğiticiler konusuna değinmek istiyorum.
"Yaparak yaşayarak öğrenme" ilkesi doğrultusunda yeniden şekillendirilen ders materyalleri ne yazık ki eğitim kurumlarının bütününe hitap etmemektedir. Ders kitapları öğrencilerin derse bir ön hazırlıkla geleceğini öngörerek dizayn edilmiştir. Nitekim konu başlarında buna yönelik hazırlık çalışmaları kısmı bulunmaktadır. Fakat üst gelir grubu da dahil olmak üzere birçoğunun evinde kitaplık -kütüphane değil- bulunmayan çocuklar bu sebeple kitaba aşina olmadan yetiştiklerinden yetersiz okul kütüphanelerinden faydalanmayı da düşünmemekte tek kaynak olarak internete müracaat etmektedirler. Sanal dünyanın - ne aradığınızı bilmezseniz- nasıl bir bilgi çöplüğü olduğu ise herkesin malumudur. Bunun sonucunda hazırlık çalışmaları ya afaki kalmakta ya da verimsiz olmaktadır. Öğretmenler yine eski usulle bilgiyi dikte ederek "konularını yetiştirme"ye çalışmaktadırlar. Üstelik - ben de dahil olmak üzere- bu öğretmenlerin çoğu eski sistemler içerisinde yetişmiştir ve eğitimdeki yeni yaklaşımlar konusunda kayda değer bir eğitim almamıştır. Ders kitaplarının bir diğer zayıf noktası da "etkinlikler" konusudur. Buna göre "hazırlık çalışmaları"yla edinilen bilgiler "etkinlikler" yoluyla kalıcı hale getirilecektir. Bu ders kitaplarını iyi niyet ve gayretle hazırlayan meslektaşlarım beni affetsinler ancak "etkinlik" başlıkları çoğunluk itibariyle eğitim gerçeklerinden uzak ve uygulanamaz niteliktedir. Çünkü bu etkinlikler planlanırken ideal koşullar göz önüne alınmıştır. Altmış (rakamla 60) kişilik sınıflarda bu etkinliklerin birçoğunun uygulanabilirliği yoktur.
3. Kitapların hazırlanmasında okul farklılıkları da dikkate alınmamıştır. Elbette bu durum kitap yazarlarının inisiyatifi dışındadır. SBS taban puanı 490 üzerinde olan bir Anadolu ya da Fen Lisesi öğrencisi ile 300'den daha düşük puan alıp sınav puanı ile herhangi bir okula yerleşemeyen ve ancak merkezi yerleştirme ile bir okula kaydolabilen bir öğrenciye aynı içeriğe sahip kitapları okutmanın eğitim biliminin gerekleriyle ne kadar bağdaştığını takdirlerinize bırakıyorum. Farklı ihtiyaç, seviye ve şartlara göre farklı nitelikleri haiz materyaller hazırlamak çalışan sayısı bir milyona yaklaşan bir kurum için çok mu zordur?
4. 12. sınıftaki lise öğrencilerine yapım ekleri konusunu anlattığım bir günün akşamında yaptığım bir ev ziyaretinde ilkokul üçüncü sınıf öğrencisi bir çocuğun da aynı konuyu çalıştığına ve bu konuyla ilgili test sorusu çözdüğüne şahit oldum. Dokuz yıl boyunca tekraren aynı konuları gören bir öğrenci bu sürenin sonunda hala söz konusu bilgileri kavramakta güçlük çekmektedir. Bu durumda sorumluluk nerede aranmalı ya da nasıl paylaşılmalıdır? Ben bir edebiyat öğretmeni olarak ilkokul üçüncü sınıf öğrencisinin gramer konularını neden görmesi gerektiğini anlamıyorum. Bir eğitim yetkilisi ya da dil akademisyeni buna tatmin edici bir cevap verirse sevinirim.
5. Lise son sınıfa gelmiş olduğu halde düşüncelerini ve duygularını sözlü ya da yazılı olarak ifade etmekte sıkıntı yaşayan (daha doğrusu edemeyen) öğrencilerin ekseriyeti oluşturuyor olması bir işaret değil midir? Bu çocuklar grameri bütünüyle bilseler ne ehemmiyeti var? Gerçi çocuklarımız grameri değil gramer sorusu çözmeyi biliyor, sınavdan sonra da hemen her şeyi unutuyor.
Kanaatimce şimdi dört yıl olan ilkokulda çocuk dilin sadece anlam ve anlatım yönüyle muhatap olmalıdır. Bu süreçte çocuk mümkün olduğunca çok okusun ve anlatsın. Dilin anlam inceliklerini öğrensin. Atasözünü deyimi mecazı tanısın kullansın. Dil mantığı ve kulağı oluşan bir öğrenci için gramer "öğrenmek" belki de sadece bir yıl sürecektir.
Aynı durum matematik başta olmak üzere sayısal alanda da görülmektedir. YGS-LYS müfredatları uyarınca en karmaşık konulardan sorumlu tutulan öğrencilerimizin matematikte uluslararası sıralamalardaki durumları malumunuz. Çünkü çocuklarımız daha dört işlem gibi temel matematik kaidelerini sindirmeden henüz gelişme safhasında olan soyut zekalarının çok üzerinde olan girift konularla karşılaşmakta sonuçta da maalesef gerekli başarıyı gösterememektedirler. İlkokul üçüncü sınıfa giden yeğenimin kendisine uygulanan bir testte "Matematik sınavında başarısız olursanız ne yaparsınız." Sorusuna cevaben "Daha çok çalışırım." seçeneğini değil de "Matematiğe yeteneğim olmadığını düşünür kendimi yormam." seçeneğini tercih etmesini ben çocukça bir tavır olarak görmüyorum. Matematik başarısı, ders saatleri azaltılarak yükseltilemiyor ne yazık ki...
6.Zamansız bilgi dışında müfredatların bir diğer sorunu da gereksiz bilgi. Sözgelimi üniversitede edebiyat öğretmenliği kazanan bir öğrenci orada dört yıl boyunca Türk edebiyatına dair öğreneceği her türlü bilgiyi lise öğrenciliği sırasında görmektedir. Ama bu müfredatla uğraşırken, yığınla edip ve eser ismi "ezberlerken" edebiyatın ne olduğunu öğrenememektedir. Çünkü öğretmenler ortak olması zorunlu sınavlar için müfredatı yetiştirmeye çalışırken metin incelemelerini yapamamaktadırlar. Sözgelimi on beş yıldır çalıştığım beş ayrı lisede lisenin son iki sınıfındaki edebiyat müfredatlarını tam olarak bitiren bir edebiyat öğretmenine henüz rastlamadım. Sayısal derslerde de durum farklı değil ne yazık ki.. Tamamen üniversite giriş sınavlarına endekslenen bu anlayış ne zaman son bulacak. Hilmi Yavuz’un ifadesiyle “Türk Milli eğitim bürokrasisi, yıllarca, (aslında halen) ‘bilgiyi işaretleme ile bilgiyi dile getirme’ arasındaki o büyük zihinsel farkın ayırdında görünme”miştir. Halihazırda da bu konuda bir ümit ışığı görünmemektir. YGS-LYS kapısında biriken çocuklarımızı bir kısmını eleyebilmek için müfredatları bu hale getirirken mankurt bir nesil yetiştirme tehlikesi hiç mi akıllara gelmedi? Ders içeriklerini ağırlaştırarak ve ders çeşitliliğini artırarak çocuklarımızı nasıl bir cendereye soktuğumuzun acaba farkında mıyız? Son sınıftaki öğrencilerim 18(on sekiz) farklı çeşit ders görmekteler. Bu ise her dönemde 50(elli)’ye yakın yazılı sınav demektir. Bunun ne kadar sağlıklı olduğunu ehlinin takdirine bırakıyorum.
6. Son otuz yılda büyük değişimler yaşayan ülkemizde aile yapısı da bundan nasibini aldı. Kalabalık evler, sıkı akrabalık ve komşuluk ilişkilerinin yerini çekirdek aileler ve yalıtılmış hayatlar aldı. Sayın Başbakanımız her fırsatta “üç çocuk” görüşünü dile getirse de tek çocuklu aileler giderek çoğalmaktadır. Bu “tek çocuk” olgusu eğitimde yirmi yıl öncesine göre farklı yaklaşımlar gerektirmektedir. Bu çocuklara “paylaşım, empati, hoşgörü, farklılıklara saygı” vb. insani değerlerin öğretilmesi farklı argümanları gerekli kılmaktadır. Bakanlığımızın bu konuda ne gibi çalışmaları vardır bilmek isteriz.
7.Bir diğer mesele ise bölünmüş ailelerdir. Ülkemizde boşanma oranları ne yazık ki gün geçtikçe yükselmektedir. Şahsiyetin teşekkül ettiği çağda aile birliğinden uzak kalan çocukların değişken ihtiyaçları ne kadar dikkate alınmaktadır? Anket yapıp kimlerin ebeveynlerinin boşanmış olduğunu tesbit etmenin ötesinde yapılan bir şey varsa da ben bugüne kadar şahit olmadım.
8.Birkaç yıl önce “mahalle baskısı” lafı ağızlara sakız olmuşken bir yazarımız –kim olduğunu hatırlamadığım için özür dilerim- “Mahalle mi kaldı ki baskısı kalsın.” demişti. Evet, artık bilhassa büyükşehirlerde mahalle kalmadı. Mahalle kültürü, sıkı akrabalık ilişkileri gibi unsurlar bizim kuşağımızın çocukları üzerinde birbirini tamamlayan kontrol halkaları oluşturuyordu. Çünkü bir hata yaptığımızda değil anne babamız bir komşumuz bile bizi rahatlıkta azarlayabilmekteydi. Böylece küçük yaramazlıklardan tutun da büyük yanlışlara kadar birçok sorun anında tesbit edilip hal yoluna gidiliyordu. Apartman dairelerinde yalıtılmış sitelerde büyüyen çocuklar bu korumadan mahrumdur. Problemler çoğu zaman kangren haline geldiğinde fark edilebilmekte ne yazık ki. Çocuğun gününün büyük kısmını okulda geçirdiği göz önüne alındığında Milli Eğitim rehberlik hizmetlerinin daha etkin bir yapıya kavuşturulması gerekmektedir. Görev yaptığım okulda her rehber öğretmenin yaklaşık 500 öğrenciyle ilgilendiğini söylemem bile bu konuda alınacak çok mesafe olduğunu göstermeye kâfidir.
9.Artık çocukların ne kadar geç olgunlaştığının farkında mısınız? Yirmili yaşlarındaki gençler bile çocuk halleri sergiliyorlar. Neden biliyor musunuz? Artık çocuklar büyüklerle vakit geçirmiyorlar, sadece yaşıtlarıyla birlikte oluyorlar. Haliyle eskimezleri “meclis adamı” dediği insan tipine veda ediyoruz ne yazık ki. Bu konuda ariz amik kanaat sahibi olmak isteyenler Salih Zengin’in 6 Nisan 2008 tarihinde Türkiye Aile ve Sosyal Araştırmaları Genel Müdürü Doç. Dr. Ayşen Gürcan’la yaptığı “Genç odası Türk ailesini hackledi!” başlıklı röportaja müracaat edebilirler. Milli Eğitim ne yapsın kardeşim demek lüksümüz yoktur. MEB değişen sosyal şartları öngörüp gereken tedbirleri testi kırılmadan almak için vardır.
10. İstanbul başta olmak üzere büyük şehirlerde mevcudu 3000(üç bin)’i geçen kaç okul vardır acaba? Bunun cevabını ben de bilmiyorum ama sadece çalıştığım ilçede ondan fazla okul sayabilirim. Üç bin, Anadolu’daki bazı ilçelerin nüfusu kadar. Bu okulların dağılma saatlerinde sadece boşalması bile bazen bir ders saati kadar sürmektedir. Disiplin, şiddet olayları, hijyen sorunları, rehberlik hizmetlerinin yetersiz kalması gibi birçok sorunu beraberinde getirmektedir bu kalabalıklar. Okul önleri suç örgütlerinin, torbacıların cirit attığı yerler haline geliyor. Ve hala büyük okul iyi okul algısı değişmiyor. “Şu kadar derslikli şu kadar öğrenci alacak okul yaptırdık.” cümlesi övünerek söyleniyor. Sonra ne mi oluyor, o kurdeleyi kesenler o okula bir daha gelmiyor, altmış kişiyi aşan sınıfları görmüyor, o binaların kapasite üstü kullanımdan dolayı birkaç yıl zarfında nasıl yıprandığına şahit olmuyor.
Konserve istifi gibi üst üste katlar yığarak yapılan binalar okul olmuyor. Bize özgü, bizim imzamızı taşıyan daha minimal, öğrencimizin her haline hemen muttali olacağımız bir okul mimarisi geliştiremez miyiz Allah aşkına? Bizim çocuklarımız bu özensizliği bu köksüz yaklaşımı hak etmiyor. Adım adım gelen tehlikenin farkına varmak için bir Columbine Lisesi katliamı da biz mi yaşamalıyız Allah korusun?
11. Bir de FATİH projesi var. Gerçekten devasa boyutlarda bir proje. Belki de dünyada benzeri özellikte bir çalışma yok. Peki, öğretmenlerin bu “etkileşimli tahtaları” aktif olarak kullanma oranları nedir dersiniz? Okula göre değişmekle yüzde otuzu geçen bir kurum bulunduğuna pek ihtimal vermiyorum. Herhangi bir okuldan bir meslektaşımızla görüştüğümüzde aşağı yukarı aynı şeyleri dile getiriyor çünkü. Tahtalar getirildi sınıflara takıldı ve biz öğretmenler neredeyse bir yıl sonra bu konuda eğitime tabi tutulduk. Yani kervan yine yolda dizildi. Daha çok okul yapmak gibi öncelikli meseleler varken bu işe milyar dolarlar yatırmak ne kadar doğruydu? Üstelik öyle bir noktaya gelindi ki tam aşağı sakal yukarı bıyık meselesi. Vazgeçmek artık söz konusu bile değil. Biz öğretmenler bu mevzunun artık bir an önce yapılan yatırımla eşdeğer bir işlerliğe kavuşturulmasını bekliyoruz. Bu konuya çok önem veren Sayın Başbakan acaba yanlış mı yönlendirildi?
( Bu arada FATİH kelimesinden “Fırsatları Artırma Teknolojiyi İyileştirme Hareketi” açılımını çıkartmak icatçılığı kayda değer doğrusu.)
12. Öğretmenlik, siz aksi yönde bir irade ortaya koymazsanız -ne yazık ki- ülfete, paslanmaya çok müsait bir meslek. Bir kez öğretmen olup atanıyorsunuz ve bir daha kimse size “Gel bakalım, sen ne haldesin? Öğretmenlik yapma yeterliliğini hâlâ koruyor musun?” demiyor. Gerçi biz öğretmenlerin de ekser kısmının bu yönde bir talebi yok. Devlet, böyle bir talepte bulunursa “Madem öyle, biraz da özlük haklarımdan konuşalım.” cümlesini duymak istemiyor, biz öğretmenler kendimizi zorlamaktan kaçınıyoruz ve “geldiği gibi gidiyor”. Ama giden sadece zaman olmuyor. Bu konuda makul yaklaşımın ne olacağı ile ilgili olarak İskender Pala 19 Kasım 2013 Salı tarihli Zaman Gazetesinde “Öğretmenlik Mesleği” başlıklı güzel bir yazı kaleme almıştır meraklısı oraya müracaat etsin.
13. 2013-2014 Eğitim-Öğretim yılı itibariyle ortaokul tabir edilen ikinci dört yılda yazılı yoklamalar Türkiye genelinde merkezi sınavla yapılacak. Liselerde de bütün derslerden bütün sınavlar aynı derse giren tüm öğretmenler tarafından aynı anda ve aynı sorular sorulmak suretiyle yine ortak olarak yapılıyor. Gayriihtiyari rahmetli Recep Yazıcıoğlu’nu hatırladım. Yıllar boyu birçok konuşmasında “yönetimde adem-i merkeziyetçilik” vurgusu yaptı. Şimdi eğitim gibi mümkün olduğunca bireysel planlanması gereken bir sahanın merkezileştirildiğini görseydi ne derdi inanın çok merak ediyorum.
Sayısal derslerde bu merkezi sınav uygulaması bir dereceye kadar anlaşılabilir. Ama edebiyat, tarih, felsefe, psikoloji, sosyoloji vb. sosyal alan dersleri tahlil demektir terkip demektir. Dersleri çocuklara bu iki sahada yeterlik kazandıracak şekilde işlemeniz gerekir. Haliyle öğretmenler arasında bazı yaklaşım ve yorum farklılıkları olacaktır. Peki, aynı dersi okutan on öğretmen sınav yaparken nasıl “yorum” soracak? Kimin cevabı doğru olacak? Hadi diyelim ki her öğretmen kendi öğrencisinin kâğıdını kendi anlattığına göre değerlendirdi. Başka sınıftaki bir öğrenci “Hocam diğer sınıftaki arkadaşım da aynı cevabı vermiş ve puan almış.” dediğinde cevap verebilecek misiniz? Elbette ki hayır. Size ne yaptığımızı söyleyeyim. Kendimizi riske sokup –öğrencinin ifadesiyle- yorum sorusu sormuyoruz. Kısa cevaplı bilgi soruları soruyoruz, kimsenin başı ağrımıyor. Haliyle ders işleyişlerimiz de buna göre değişiyor, ne mutlu. Şahsen, bakanlığımızın Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan sistemi öğrenip bize de –cuma hutbeleri gibi- tek tip ders metinleri göndereceği günler yakın mıdır merak ediyorum.
14. Öğrencilerin farklılıklarını hiçbir şekilde dikkate almayan eğitim sistem ve bürokrasimiz sonunda biz öğretmenleri de torna tezgâhından çıkmış gibi tek tip yapmanın bir yolunu buldu, azimlerine hayranım. Kıyafetimizi özgürleştirirken kafamızı ve dilimizi cendereye soktunuz tebrikler. Öğrenciler de farklı öğretmenlerden farklı bakış açıları kazanmanın getireceği zenginlikten mahrum olmuş ne gam! Okullara bir fabrika bandı koyduk mu tamamdır! Sahi, Salih Memecan’ın bunu anlatan nefis bir çizimi vardı. Yotube arama kısmına “Public Education in Turkey” yazıp izleyin bir zahmet artık.
Sayın Bakanım, Sayın Bürokratlar inanın yazacak daha çok şey var. Mesela “mesleki eğitimin hal-i pürmelali ne olacak” sorusu var ki o bahsi bir açsak seher-i haşre dek sürer nerdeyse. Sonra, din eğitimi meselesi var ama o beni aşar, ehli bir şeyler söyle inşallah. Çok şeyler eklemek mümkün yani. Ama ben yoruldum. Okumam gereken 300(üç yüz) yazılı kâğıdı var.
Bu insicamdan uzak ve hiçbir bilimsel ve akademik niteliği olmayan laf kalabalığının sebebi neydi peki diyen olacaktır. Eğer MEB samimi olarak uğraşmak istiyorsa eğitimimizin çok sorunu var. Eğitimimizin “insan” sorunu var. Eğitimimizin “insanı merkeze almama” sorunu var. Ne olur biraz “sistem” takıntısından dershane saplantısından sınav tutkusundan kurtulun da güzel Türkiye’mizin güzel çocuklarının gözlerinin içine bakın. Onları görün, tanıyın. Onlar insan, “duvardaki tuğla” değil. Yalvarırım mesainizi biraz da çocuklarımız için kullanın.
SAİT B. KADİR / EDEBİYAT ÖĞRETMENİ