Hüküm Dergisi'nden Mustafa İslamoğlu'na açık mektup
Hüküm Dergisi'nde İhsan Şenocak Eylül sayısında, Şia’yı “Ehl-i Beyt Mezhebi” olarak tesmiye eden Mustafa İSLAMOĞLU’na, İslam kardeşliğinin gereği ve bir Müslümanın “emr-i bil-maruf” ödevini ifa sorumluluğu çerçevesinde “Mustafa İslamoğlu’nun Fikir Köleliği Projesi” başlıklı bir mektup kaleme aldı.
12 Yıl Önce Güncellendi
2013-09-12 14:30:44
TİMETURK / Haber Merkezi
“Âlem-i İslam, mîsak-ı millimizdir. Dolayısıyla her karışının muhafazası bu mîsakın gereğidir.” diyen Hüküm, fikri muhtevayı muhafaza eden yazılarını, okuruna yaptığı, “Haydi toparlanın bizim olan dünyaya dönüyoruz.” türünden uzun soluklu hareket çağrılarıyla meydan yerine taşımaya devam ediyor.
Hüküm Dergisi yazar kadrosuna kattığı yeni isimlerle birlikte Eylül ayında tüm gazete bayilerindeki yerini aldı. Mustafa ÖZCAN; “Sisi’nin Kazaskerleri” başlıklı yazısıyla, Adem ÖZKÖSE; İhvan’ın gençlik teşkilatının sözcülerinden Ahmed Bedii ile yaptığı röportajla Hüküm Dergisinde okurlarıyla buluştu. Yusuf KAPLAN bu sayıda “Batı Uygarlığının Pastırma Yazı ve İslam Baharı’nın Şafağı” adlı yazısında, Batı uygarlığının çöküşünü örtmeye ve dünya üzerindeki hegemonyasını her zamankinden daha saldırgan, daha şaşkın, daha fazla panik psikolojisiyle nasıl sürdürdüğüne dikkat çekiyor.
İhsan ŞENOCAK Eylül sayısında, Şia’yı “Ehl-i Beyt Mezhebi” olarak tesmiye eden Mustafa İSLAMOĞLU’na, İslam kardeşliğinin gereği ve bir Müslümanın “emr-i bil-maruf” ödevini ifa sorumluluğu çerçevesinde “Mustafa İslamoğlu’nun Fikir Köleliği Projesi” başlıklı bir mektup kaleme aldı.
İşte o mektup:
MUSTAFA İSLAMOĞLU’NUN FİKİR KÖLELİĞİ PROJESİ
Bu yazıyı, İslam kardeşliğinin gereği ve bir müslümanın “emr-i bi’lmaruf” ödevini îfa sorumluluğu çerçevesinde kaleme aldım.
Gayem ise, İslam’ı yaşama gayreti içerisinde olan fakat “İslamî ilimler” okumadığından sahih bilgiyi, sakîmden temyiz edemeyen, İslam’a aykırı görüşleri şer’î esaslar muvacehesinde tahlil edip öz-posa ayrımına gidemeyen, bu yüzden de müessir bir lisan ya da kaleme sahip her zâtı, habbeyi kubbeliştiren bir nazarla görüp, “hükümde taklit” eden kardeşlerimi, “mukteda bih” olarak addettikleri insanları “kametleri” yerine “ilmi kıymetleri” ölçüsünde değerlendirmeye davet etmektir.
Temayül Marazı
Mustafa Bey! Zaman zaman bir meseleyi fasl ederken kullandığınız, “Ehl-i Sünnet’e göre şöyle; Ehl-i Beyt’e göre böyle” şeklindeki mülahaza, sizi taklit edenler nezdinde İslam’ın esasında iki ana damar olduğu ya da biri diğerinin alternatifi olan iki yol olduğu şeklinde anlaşılmakta; Ehl-i Sünnet ulemasını tahkir eden buna mukabil Şia liderlerini taltif eden ifade ve izahlarınız da “Ehl-i Beyt” terkibiyle meşrulaştırmaya çalıştığınız Şia’yı iktidasında beis olmayan mezhep konumuna getirmektedir. Bir “Kur’an Müslüman”ı olarak Ehl-i Beyt’in, Allah’ın kitabında Efendimiz’in ailesi anlamında kullanıldığını herhalde biliyorsunuzdur. Buna rağmen “Ehl-i Beyt”e hakaret eden Şia’yı bu şekilde tesmiye etmeniz, Müslümanlar tarafından “Temayül” yazarının “temayül marazı” şeklinde anlaşılmaktadır.
Ehl-i Sünnet İslam’ın Kendisidir
Mustafa Bey! Malum olduğu üzere Ehl-i Sünnet, herhangi bir oluşumun alternatifi değil, Ehl-i Beyt’i de ihata eden bir asıldır, İslam’ın kendisidir. O, ashaba Allah Resulü’nden tevarüs etmiştir. Nitekim sizin pek sevdiğiniz İbn Teymiyye mevzuya dair şunu söyler: “Ehl-i Sünnet, Allah Teala Ebû Hanife, Malik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel’i yaratmadan çok önce var olan mezhebin adıdır.” (İbn Teymiyye, Minhâcu’s-Sünneti’n-Nebeviyye, II, 266).
Allah Resulü “Fırka-i Naciye/kurtulan fırka”dan bahsettiği bir hadisinde, kendisine yöneltilen soru üzerine kurtulanların, “cemaat” (İbn Mâce, Fiten 17), bir başkasında ise, “Kendisi ve ashabının benimsediği yolda” (Tirmzî, Îman 18) sebat gösterenler olduğunu ifade etmiştir. Buna göre “kurtulan”, zarurat-ı diniyye kapsamında değerlendirilen esasları kabul ederek sahabe ve sevâd-ı azamın yolu üzerinde olandır (Kevserî, İftiraku’l-Ümme ala’l-Fırak, 6). Sahabe de bu kavramı aynı çerçevede kullanmıştır. Nitekim İbn Abbas (radiyallahu anh); “Nice yüzlerin ağardığı, nice yüzlerin de karardığı kıyamet gününü düşün.” (Âl-i İmran (3): 106) mealindeki ayeti tefsir ederken, yüzleri ağaranların, “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” olacağını belirtmiştir (Kurtubî, IV, 107). Tabiûndan Eyyüb es-Sehtiyanî (v. 131), etbau’t-tabiînden de Süfyân es-Sevrî (v. 161) başta olmak üzere pek çok alim Ehl-i Sünnet kavramını aynı anlam çerçevesinde kullanmıştır (Suyûtî, Miftâhu’l-Cenne, 46)
Dış unsurların etkisiyle Hz. Osman devrinden itibaren kendini gösteren “fitne”, kısa zamanda Haricilik, Şia ve Mutezile gibi isimlerle kurumsal bir hüviyet kazanınca (el-Mubârekfurî, Tuhfetü’l-Ehvezî, VII, 54) büyük kopuştan geride ümmet yapısı içerisinde kalan bütünü, kayıtlarla ifade etme ihtiyacı hasıl oldu. “Sünnet”in, bid’atin; “cemaat”in de bölünmenin karşıtı olması, Ehl-i Sünnet’in İslam’ın rükünlerini koruyan, ana bünyesine dahil olmayan unsurları da dışarıda bırakan bir kavram olarak iştihar (şöhret bulması) etmesine zemin hazırladı. Yani “sünnet” ve “cemaat” kavramları İslam içerisinde farklı temayüllerle temayüz eden Harici, Şiî, Rafizî ve Kaderî gibi siyasi ve akidevî kopuş ve oluşların hangi hususlarda inhiraf içerisinde olduklarını tespit etti.
İlerleyen yıllarda fitne ve bid’at akidevî ve ictimâî anlamda bir karışıklığı ve karşıtlığı anlatırken; sünnet Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) gibi inanıp yaşamayı, cemaat ise ayrılmadan bütün içerisinde kalmayı ifade etti. Sünnet ve cemaatin; bid’at ve fitneyle tam bir zıddıyet içerisinde olması tarih boyu devam etti ve hâdise literatürde Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Bid’at mezhepleri olarak yer aldı. Modernist Müslümanlar tarafından, ötekileştirme olarak algılanıp eleştirilen bu tasnif, insanların hangi ölçüleri esas almaları durumunda müstakim olabileceklerini, nerede, niçin yer almaları gerektiğini belirlemelerine imkan sağladı.
Ehl-i Sünnet’i, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet bütünlüğü içerisinde şekillenen, sahabe tarafından da yaşanan müesses İslam olarak tarif etmek mümkündür. Nitekim mezheplerin kuruluş dönemindeki müçtehitlerin kelam ve fıkıh meclislerindeki inşaî beyanlarından Ehl-i Sünnet’in İslam içinde bir bölünme olmadığı, bilakis hayatı Kur’an’a ve Sünnet’e göre tayin etmek olduğu anlaşılmaktadır. Bu durum, Ehl-i Sünnet’in vaz-ı cedide karşı devam-ı hal için yapılan keşf-i kadim olduğu yönündeki tezi desteklemektedir.
“Ehl-i Sünnet”, fırkalar mahşerine dönen İslam coğrafyasında hangi esaslar dahilinde Müslümanca var olunabileceğinin adresi olmuştur. Bu yüzden o, İslam içerisinde yeni bir oluşumun adı değil, İslam’a nisbet edilen inanış sistemleri içerisinde ya da “alternatif İslamlar” arasında Allah’ın indirdiği dinin kendisidir. Bu durumda Ehl-i Sünnet’i sosyo-politik şartların ürünü olarak göstermek, mevcudu gerçeğe aykırı bir şekilde tanımlamak olur.
Tenkit İnsaf Sınırını Aşınca
Ehl-i Sünnet, İslam’ın kendisi olduğuna göre, esasta ona yöneltilen her eleştiri bir şekilde İslam’a racidir. İslamî ilimlere yabancı olduklarından ulemanın ilmi ve fikri muhtevalarından da mahrum olan kardeşlerimiz, sizin zaman zaman insaf sınırını aşan tenkitlerinizin etkisiyle cüceyi, dev; devi de cüce görme marazına tutuldu.
Türkiye’de muteber bütün cemaatler Ehl-i Sünnet ulemasına ihtiramda bulunur. Ne varki sizden etkilenen bazı kardeşlerimiz eslafımızı ya “Hâtıbu’l-leyl” olarak görmekte ya da sultanların müdahane memuru olarak zikretmekte… Mustafa Bey! Bunu yapmaya hakkınız yok. Takiyyeyi dinin esası kabul eden Şiilere, “Ehl-i Beyt” deyip onları tezkiye ederken, Allah’ın şeriatını korumak için darağaçlarına meydan okuyan Ehl-i Sünnet ulemasını aşağılayamazsınız. Bir “televizyon hocası” olarak, ömürlerinin bir bölümünü cihat meydanlarında geçiren Rabbanî alimler için, “Onların yakasına yapışırım.” gibi ucuz ifadeler kullanamazsınız. Bu en hafif ifadeyle had bilmezliktir.
Mustafa Bey! Umumi manada cemaatler “ittihad-ı İslam” hassasiyetini muhafaza etti ve müntesiplerine de bunu aşıladı. Fakat siz, zahirde ümmet hassasiyetinden bahsediyor görünerek, Ehl-i Sünnet’e raci tenkitlerinizle Şia’ya yol açtınız. Ümmet’in öfkeden ağladığı Cuma, minberde “İhvan-ı Müslimîn”i eleştirdiniz. Bu halinizle, Ezher Şeyhi, Suud Kralı gibi kolay zamanların kahramanları ile aynı safta durdunuz.
Mustafa Bey! Sizinle birlikte ümmeti oluşturan bütünden (Ehl-i Sünnet) bir kopuş yaşandı. Ehl-i Sünnet alimlerine ve onların telif ettiği kitaplara karşı güven azaldı. Artık, sizi dinleyenler ne Ebû Hanife, ne de Buharî’ye itimat ediyorlar. Mübtedî birisinin mealini, müctehitlerin eserlerinden daha âli görebiliyorlar. Sizden ya da sizinle aynı zaviyeyi temellük edenlerden aldıklarıyla meselenin siyak ve sibakından habersiz fikrî, fıkhi, kelamî mevzulara itiraz ediyor, ulemayı aşağılıyorlar. Pek çok mevzuda onların fetvalarıyla amel etmelerine rağmen, mezhepsizliği savunuyorlar.
İlim Saraylarından İbtidaî İlim Çadırına
Mustafa Bey! Maalesef sizinle birlikte “Türas-ı İslam”ı hurafeler mecmuası olarak gören mutaassıb bir topluluk oluştu. Daracık ufkunuzu muhît olmalarına itimat edip, medeniyetin nâ mütenahi ufkunu da ihata ettiklerini zanneden bir topluluk… Madem ki bu kardeşlerimizin size tam bir itimatları var, madem ki bu marazın sebebi de sizsiniz o halde bu Müslümanlara, Ehl-i Sünnet’in ne olduğunu ve nasıl anlaşılması gerektiğini lütfen izah ediniz. Fıkıhtan tek bir babı takrir salahiyetine malik olmayan fakat “bilmediğini bilmiyor” olmasından cesaret alarak, meallerden hüküm çıkaran kardeşlerimize, nerede durmaları gerektiğini, onları bu hale getiren merci olmanız hasebiyle evvela sizin hatırlatmanız gerekir. Üniversitelerde ihtisas alanları, yeni ihtisas alanlarına bölünürken, bütün ilmi hasılası bir mealden öteye geçmeyen pek çok Müslüman, teşvikleriniz neticesinde İslamî ilimlerin tamamında hüküm beyan eder hale geldi. Ömründe bir defa Buharî’yi görmeyen, neye metin, neye de senet dendiğini bilmeyenler, duydukları her hadisin sahih olup olmadığını tartışmaya açmakta, onların Kur’an’a arzından söz etmektedirler. Mealciler nazarında ne usul, ne cerh-tadil, ne şerh, ne tefsir, ne kavaid, ne makasıt kitaplarının bir kıymeti var. Neshten şefaate kadar Ehl-i Sünnet’in varlığında icma ettiği pek çok mevzuyu –sizin gibi- hurafe görüyorlar. İslam’ı yaşamak için her nevi fedakarlığı göze alan fakat tenkitlerinizin etkisiyle, Medeniyetin ilim saraylarına girmekten istinkaf eden, belki de tekebbür eden Müslümanlar, sayenizde son derece ibtidaî ilim ve fikir çadırlarına mahkum oldu.
Fikir Köleliği
İslam’ı yaşamak gayesiyle sizi okuyan ya da dinleyen kardeşlerimizin samimiyetinden kuşkumuz yok. Onlar adına bizi endişelendiren, orta düzeyde ifade kudretine sahip bir mübtediyi müctehit makamında görüp, onun Ehl-i Sünnet’e aykırı görüşlerine ittiba edip icmaya muhalefet etmeleridir. Maalesef ki ufkunuza mahkumiyet, onları Ehl-i Sünnet’in fıkıh, tefsir, hadis afâkını keşfetmekten mahrum bırakmıştır. Siz de sanki bu mahkumiyeti devam ettirmek, zâtınıza ait “fikir köleleri” oluşturmak için özel bir gayret içerisindesiniz.
Kardeşlerimizin sohbet ya da yazılarınıza mülazemet yoluyla oluşan mahrumiyetlerini ve akabinde gelen “fikrî köleliği” birbirine zıt iki örnekle muşahhaslaştırayım: Geçenlerde bir kısmı Beydavî ve Nesefî’yi mutalaa etmeden okuyup anlayabilecek seviyede Arapça bilen Afrikalı öğrenciler ziyarete geldi. Fakültedeki tedrisattan bahsederken, hocalarından bazılarının, “kader”, “nuzûl-u İsa”, “kabir azabı”, “şefaât”, “kadınların özel hallerde namaz kılamayacağı” gibi pek çok meseleyi inkar ettiğini söyledi. Bunları kabul edip-etmediklerini sorduğumda, hepsi birden, ilgili ayet ve hadislerle hocaların görüşlerini reddettiklerini ifade etti. Fakat aynı durum imam-hatiplerde okuyup fakülteye intisap eden kardeşlerimiz için söz konusu olamaz. Zira onlar meseleleri ilk defa ilahiyatta duyduğundan, doğru ile yanlışı tefrik edememekte, vehle-i ûlada müessir bir lisana sahip hocanın fikri takipçileri arasına katılmaktadırlar.
Ehl-i Sünnet’e aykırı mevzuları Türkiye’li öğrencilerin kabul etmeleri, Afrikalılar’ın tamamının ise reddetmesi, neden muhalled usule göre telif edilen “sıra kitaplarını” okutmadığınızın cevabı olabilir mi? Ne gariptir ki taklidi eleştiren siz, hayat boyu sözlerinizi taklit edecek fikir köleleri oluşturdunuz.
Sohbet Hocalığı Israrı
Neden böyle bir yol takip ediyorsunuz? Neden bir ders halkası kurmadınız? İzleyicilerinizin yegane bilgi ağacı olma ısrarınızın ardında ne var? Eğer bir ders halkanız olsaydı, muhatap kitleniz, ilimde belli bir seviyeye ulaştıktan sonra tefsir, fıkıh, hadis kitaplarını okuyup tahlil edecek, özgürleşip sizin ufkunuzdan kurtulacak ya da görüşlerinizin bir kısmını alıp, diğerlerini reddedecek böylece size de katkıda bulanacaktı. Acaba, tek adam olma arzusu mu sizi “sohbet hocalığı”na mahkum etti?
Belki bunu, o muhalled kitapları okutacak ilmi kudretten yoksun olduğunuzdan, belki böyle bir menhece göre yetişmediğinizden, belki bunu istediğiniz tipte insan inşasına aykırı gördüğünüzden, belki de İslami ilimlere vakıf olan öğrenciler sizi sorgular, siz de aciz kalırsınız diye yapmadınız? (Bu sorular, YÖK’ün son müdahalesiyle, “Fıkıh, Tefsir, Hadis gibi Temel İslami İlimler”in ders saatinin artmasından rahatsız olan ilahiyatçılara da racidir.) Bütün bunların cevabını bir Allah Azze ve Celle, bir de siz biliyorsunuz.
Münazara Vesilesiyle
Malum olduğu üzere münazarada gaye, “Izharu’s-savabtır/hakikati ortaya çıkarmaktır.” Gerek bu fakirin, gerekse de Ebubekir Sifil Hoca’nın, Abdulaziz Bey’le yaptığı münazarayı dinledikten sonra samimi duygularla Abdulaziz Bey’in yanında yer alan pek çok Müslüman, -gönderdikleri mesajlarla- Ehl-i Sünnet’e aykırı görüşlerden tövbe ettiklerini bildirdi.
Mustafa Bey! Ehl-i Sünnet’e mensup çevreleri kastederek minberde sarf ettiğiniz, “Abdulaziz Hoca’yı çakallara yedirmem.”(http://www.youtube.com/watch?v=coSWGFsn8Gg) gibi fikri muhtevadan uzak olduğu kadar edepten de yoksun ifadeler sarfettiniz. Fakat Abdulaziz Bey münazarada serdedilen deliller karşısında google’dan cevap ararken ya da gönderilen maillere göre cevap uyarlamaya çalışırken yanında yer almadınız. Ona sahip çıkmadınız.
Yine Sünnet ve Cemaat akidesine bağlı Müslümanları kastederek söylediğiniz, “Abdulaziz Hoca’nın emeğine bevlettiler.”(http://www.youtube.com/watch?v=u6Asu28zM2o) ifadesi, Müslümanları nasıl gördüğünüz, ameliyelerini nasıl değerlendirdiğinizle alakalı fevkalede çirkin bir değerlendirmeydi. Bu ifadeleri, Allah Resulü’nün makamında, Cuma kılmak için camiye gelen Müslümanların huzurunda, kaza-i hacetten “ğaid” diye bahseden Kitab’a inanan bir “Kur’an Müslümanı” olarak nasıl ve hangi ahlaki esasa binaen söylediniz? Sizi, Ehl-i Sünnet’e aidiyeti olan Müslümanlara karşı bu derece öfkelendiren saik nedir?
Cemaleddin Afgani münekkitleri için söylediğiniz, “Onlar Afgani’nin taharet bezi dahi olamaz.”(http://www.youtube.com/watch?v=ZZRKa7sl_PI) ifadeyi, Kur’an-ı Kerim okuyan ağzınıza nasıl yakıştırdınız? Allah’a imanla şereflenen muazzez müminleri, masonluğu ve Şiiliği müseccel olan Afgani’nin taharet bezi olmakla ilişkilendirmek vicdanınıza ağır gelmedi mi? Aklî muvazenenizi bozup size bu cümleleri kurduran nedir? Cemaleddin Afgani’nin Şii olması mı?
Merak ediyorum, Ehl-i sünnet ulemasını tahkir eden fakat kardinale “ekselans” diye hitap edip, arzda bulunan Abdulaziz Bey’in bu haliyle de iftihar ediyor musunuz?
Ehl-i Sünnet ve Hesaplaşma
Mustafa Bey! Ehl-i Sünnet bütün sapık fırkaları fikrî ve ilmî alanda hesaplaşarak mağlup etti. Devlet terörüyle maruf olan itizal hareketi de bu hesaplaşma neticesinde nisyana mahkum olup, ilmî sahadan çekildi. Tıpkı bunun gibi, her iki münazara vesilesiyle çok sayıda Müslüman hakikati görüp, Abdulaziz Bey’in görüşlerine mahkumiyetten kurtuldu. Eğer siz bu meseleleri avam huzurunda konuşmaktan istinkaf eder, işkaliniz olan mevzuları ilim meclislerinde mutalaa ederseniz ne ala.. Bu durumda kardeşlik hukukumuz neyi, nasıl yapmayı gerektiriyorsa onu îfaya hazırız. Yok eğer Ehl-i Sünnet’e muhalefet ederek hal diliyle “Ulema sizi yanlışa ve hurafeye mahkum etti.” tavrınızda ısrarcı olur, Şia’nın önünü açma gayretiniz sürerse, İslam’ı ancak sizin ufkunuz kadar tanıyan kardeşlerimizin Ehl-i Sünnet’in ne olup ne olmadığını anlamalarına mütevazi katkıda bulunma adına reddiyelerle sizi ilzam edecek ve münazaraya davet etmeye devam edeceğiz.
SON VİDEO HABER
Haber Ara