Yalan tarih yalan devler ve büyük taarruz
Günlerden 30 Ağustos. Yani kirli ayakları ve pis mevcudiyeti ile bu mukaddes toprakları örseleyen İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan ve bir sürü haysiyetsiz topluluklardan oluşan düşmanın mağlubiyeti ile sonuçlanacak olan büyük taarruzun başladığı günün 91. yıldönümü.
12 Yıl Önce Güncellendi
2013-08-30 15:40:10
"Kurtuluşun ancak silahlı bir mücadeleden geçtiğini ilk olarak ortaya atan bendim"
Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa TIMETURK / Ahmet Anapalı
Günlerden 30 Ağustos. Yani kirli ayakları ve pis mevcudiyeti ile bu mukaddes toprakları örseleyen İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan ve bir sürü haysiyetsiz topluluklardan oluşan düşmanın mağlubiyeti ile sonuçlanacak olan büyük taarruzun başladığı günün 91. yıldönümü. Bugün kazandığımız bu milli zafer hepimizi sevindirir ve gözlerimizi nemlendirir elbette. Fakat ortada ciddi bir sıkıntı var. Şöyle ki; millet olarak canımızı dişimize takarak taşla, sopayla, kürekle, kazmayla, kağnıyla, çarşaflı Elif Nineyle, sakallı Abdurrahman dedeyle kazandığımız bu zafer kimin? Yani bir kişi mi kazandı bu koca zaferi, yoksa içinde ümmetin gizli olduğu kocaman bir yürek mi? Bu soruya vereceğiniz cevap tarihe nereden ve hangi açıyla baktığınızı da ele verecektir.
Tarihimiz, bilhassa yakın tarihimiz “Yalan Tarih – Yalan Devler” ile doludur. Biz sistemin bize uydurduğu yalan tarihi gerçek zannederek büyüyen zavallı nesilleriz. Bizlere doğru olan ve yaşanılan tarihi değil hadiseleri ve karakterleri sonradan masa başında üretilen yalan bir tarih öğretildi. Meselâ bu yalanlardan birinin üstünü hafifçe açalım mı? O halde buyurun bugünün önemine binaen uydurulan yalan tarihi deşifre etmeye başlayalım;
Bizlere daima ve her okul sınıfı düzeyinde, millî mücadeleyi başlatmak için Anadolu’ya ilk geçen ve hatta bırakınız geçmeyi köhne, pusulası bozuk ve su alan bir taka ile Anadolu’ya gizlice kaçan ilk ve tek paşa olarak Mustafa Kemal Paşa gösterilmedi mi?... Hâlbuki bu bilginin yanlış olduğunu anlamak için derinlemesine bir tarihi araştırmaya girmek değil birkaç tarih kitabı kurcalamak yeterli olacaktır.
Nitekim bugün Türkiye’de yaşayan herkes tarafından milli mücadelenin tek kahramanı ve mimarı olarak bilinen Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919 Pazartesi günü Samsun üzerinden Anadolu’ya geçti, Fakat Doğu Anadolu’da Ermeniler’e karşı başlatılan cihadın destansı kahramanı Kâzım Karabekir Paşa ise, Sultan Vahideddin Han’dan resmen Millî Mücadeleyi başlatmak için yani bu ismi kullanarak 1919’un Nisan başlarında izin aldı ve Trabzon üzerinden Anadolu’ya geçti. Daha sonra Mersinli Cemal Paşa, Ali Fuat Paşa, Cafer Tayyar Paşa ve daha nice Paşalar 19 Mayıs’a kadar, yani Mustafa Kemal Paşa’dan daha önce Anadolu’daki yerlerini almıştı ve en nihayet Anadolu’ya en son Mustafa Kemal Paşa geçti. Yani Anadolu’ya geçen ilk değil son paşa Mustafa Kemal Paşa’dır. Bize yutturulmaya çalışılan tarihle hakiki tarih ne kadar farklı değil mi?
Memleketin düşman işgalinden kurtulması için ordu, saray ve bürokrasi üçgeninin seçtiği ve Anadolu’ya gönderdiği Mustafa Kemal Paşa’nın 16 Mayıs Cuma günü Cuma Namazı’nı kıldıktan, Sultan Vahideddin Han’ın elini öptükten ve Kur’an-ı Kerim üzerine elini koyup bağlılık yemini ettikten sonra Bandırma’ya binip yola çıktığı gün için sarayda vazifeli olan Başkâtip Ali Fuat Bey hatıralarında şöyle bahseder;
“...Mayıs ayının ortalarına kadar Anadolu’ya sürekli rütbeli subay ve paşa akışı devam etti. Ve en son Mustafa Kemal Paşa geçti. 16 Mayıs 1919 Cuma günü Sultan çok sevinçliydi. Bu sevincin sebebini kendisine sorduğumda ise bana;
Kâtip çok sevinçliyim, zira Satranç tahtasındaki “Şah”ı da bugün gönderdim. Tahta artık tamamdır" cevabını verdi..."
Elimizdeki resmi belgelerden anlıyoruz ki Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a varır varmaz, sultan Vahideddin Han’ın bizzat kendisine, Sadrazam Damat Ferid Paşa’ya, Milli Savunma Bakanı’na, Genel Kurmay Başkanı’na ve İç İşleri Bakanı’na birer telgraf gönderir. Bu telgrafların içeriğinde paşa, kendisinin Samsun’a ayak bastığını buradaki halkın milli etiketli bir mücadeleye hazır olduğunu kendisinin de görevlendirildiği vazifeleri yapmaya başladığını bizzat bildirir. İyi ama rejimin kalemşorluğunu yapan devrim tarihçilerine şu soruyu sormanın zamanı geldi; Beyler, Mustafa Kemal Paşa hani görevlendirilmemişti, hani kendisi kaçmıştı? Bunun böyle olmadığını bizzat paşanın kendisi Samsun’dan İstanbul’daki en yetkili insanlara gönderdiği telgraflarla ifade ediyor. Yani, üzgünüm ama sizi bizzat paşa yalanlıyor.
İşgal kuvvetleri ile İlk defa silahlı mücadeleye başlayan doğu cephesinin efsane ismi Kâzım Karabekir Paşa, İstiklâl Harbi’ni kimin başlattığını, şahit, zaman ve yer göstererek şöyle açıklıyor;
“İstiklâl Harbi’ni başlatmak, kurtuluşun ancak silahlı bir mücadeleden geçtiğini ilk olarak ortaya atan bendim. Bu savaşın daha sonra Mustafa Kemal Paşa tarafından da benimsenecek siyasî ve askerî esas planlarını ben hazırladım. Bu planlardan ilk önce 1918’in sonlarında İstanbul Zeyrek’teki ağabeyimin Süleymaniye Camii’ni gören evinin bahçesinde, konuyu İsmet Bey’e (İnönü) açtım ve onunla tartıştık. İsmet Bey dinledi ve, sonra bu mücadelenin gereksiz olacağına hükmederek bana;
…Kâzım Bey kardeşim, bitti, her şey bitti. Anadolu’daki birkaç köylü ile olacak şey değildir bu iş. Her ikimiz de emekli olalım. Adana’dan toprak alalım ve ziraatle uğraşalım. Sen Kâzım Ağa ol, ben de İsmet Ağa" cevabını verdi."
Ne tuhaf değil mi? milli mücadelenin muzaffer kumandanı ve batı cephesinin eşsiz kahramanı diye bizlere anlatılan İsmet Paşa meğerse emekli olmayı toprak alıp ziraatla uğraşmayı ve vatanı öyle düşman çizmeleri ile ezilirken bırakmayı düşünüyormuş. Bize anlatılan ve öğretilen İsmet Paşa ile hakiki İsmet Paşa arasında dağlar denizler kadar fark varmış. Bu arada laf aramızda İsmet Paşa, milli mücadele tarihinin zaferi olmayan girdiği her savaşta mağlup olan ve memlekete acı faturalar çıkartan galibiyetsiz tek paşadır…
Şimdi bu satırları okuyan okuyucular arasında millî mücadeleyi kimin başlattığı mühim değil, diye düşünenler olabilir. Fakat Karabekir Paşa’nın kumandası altında bulunan doğudaki 15. Kolordu, Mondros’un 7. maddesine rağmen varlığını koruyup, Ermeni ordularını perişan ettiği halde, batıdaki kolorduların darmadağın olması ve parça parça gerilla harekâtına dönüşmesi yüzünden askerlerinin silahlarıyla beraber dağa çıkıp eşkıyalık yaptığı veya köylerine geri dönüp bir daha cephelere gitmemek için saklandıkları herkesçe malumdur.
Doğu’da yapılan savaşlar sırasında, Ermeni ordusunu perişan edildikten başka, Sarıkamış, Kars, Ardahan, Artvin, Bakü’ye kadar bütün doğu topraklarının ele geçirildiğini, fakat Batı’da, Yunan Ordusunun Eskişehir önlerinden Ankara önlerine geldiğini, Mecliste görüşmeler yapılırken top seslerinin milletvekillerince duyulduğu gerçeği okuyucunun önüne yazılmamış bir gerçek gibi sunmak gerekir.
Bugün milli mücadele tarihi içerisinde satır aralarında gizli ve bilinmesi gereken ama pek bilinmeyen çok önemli bir husus daha var. O da milli mücadelenin beyin takımı diye addedilen grubun içinde yer alan ve bizlere kahraman diye anlatılan kişilerin oluşturduğu birinci Mecliste, sonraları başbakanlık makamına kadar çıkacak olan Rauf Orbay’ların başını çektiği ve Halide Edip Adıvar tarafından desteklenen bir grubun Amerikan Mandası fikrini savunduğu gerçeğidir. Sizler okuyucu olarak bu güya kahramanların Türkiye’yi Amerika’nın kucağına atmaya çalıştığını biliyor muydunuz? İşte gerçek tarihle anlatılan tarih arasındaki korkunç fark!...
Görülüyor ki tarihteki basit insanlar bizlere kahramanlar şeklinde tanıtılırken kahramanlığın lügat manasını ifade eden ve bu kavramın içini dolduran destansı karakterler ise ya bize hain olarak anlatıldı ya da hiç anlatılmadı. Meselâ, çadırında ayı beslediği için ayıcı Arif olarak bilinen tarihimizin hakiki ve dev kahramanlarından Albay Mehmed Arif Bey’i bu yazıyı okuyan kaç kişi tanır veya ismini hayatı boyunca bir kez duymuştur? Ya da Halit Karsıalan’ı nam-ı diğer “Deli Halit”i kimler bilir? 91 sene önce tam bugün başlayan Büyük Taarruz’da Yunan Başkomutanı General Trikopis’i çadırı ve mahiyetindekilerle birlikte esir aldı ve Yunan kuvvetlerini başsız bıraktı adeta felç etti. Savaşın yönünü bu hareketi ile belirledi ve zamanını kısalttı. Peki bu yiğit insanların akıbeti ne oldu dersiniz? Ayıcı Arif 1926’de İzmir Suikastı’nda parmağı bulunduğu iddiasıyla idam edildi, Deli Halit ise 1925’de meclis binasında Kel Ali tarafından hunharca katledildi. Evet, tarihin ender gördüğü, bu yiğit ve mert insanları savaştığı onlarca cephede düşman öldüremedi, ama Türkiye’de bir zamanlar aynı cephede savaştığı arkadaşları öldürdü.
Mustafa Kemal Paşa’nın idare ettiği birinci TBMM’de muhalif kanadın liderlerinden ve yapılan tuhaf devrimlere karşı gelen dönemin Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey’in, bizzat Mustafa Kemal Paşa’nın koruması Topal Osman tarafından öldürüldüğünü, hatta daha sonra kendisini bu konuda savunmayan Mustafa Kemal Paşa’yı da öldürmek için Çankaya Köşkünü kuşattığını, sonra ekibiyle beraber karşı bir baskınla öldürüldüğünü elbette bilirsiniz. Fakat, Mustafa Kemal Paşa’nın, kendisine ait bir taka ile hiç durmadan ve tehlikelere de aldırmadan Anadolu’ya sürekli silah kaçırdığı için Nutuk’ta bizzat övgülerle andığı büyük insan büyük kahraman, balıkçı Yahya Kaptan’ı öldürttüğünü, hiç bir eyerlerde okudunuz ya da duydunuz mu? cevap hayır değil mi? Ne yazık ki hayır. Duymadınız. Duyamazsınız. Çünkü bu tür bilgiler söylenmesi, yazılması, anlatılması, duyulması yasak olan bilgilerdir.
1920 senesinin Mart’ında doğuda eksi 30 derece soğuklarda, fırtınalar göz açtırmazken Kâzım Karabekir Paşa’ya Ermeniler’in üzerine yürümesi emri verildiğini, fakat Mayıs ayında ortam elverişli duruma gelince, harekatın yapılmasına izin verilmediğini, buna rağmen paşanın inisiyatif kullanarak bir başına tüm sorumluluğu yüklenip Ermeniler üstüne yürüdüğünü; Kars Kalesini ele geçirdiğini ve düşmanı Bakü’ye kadar kovaladığını biliyor muydunuz?
Karabekir Paşa, Mustafa Kemal Paşa’dan çok saygılı bir dille söz ediyor. Fakat olayların yansıttığı Mustafa Kemal Paşa, ‘Tek Adam’ kalmak için her çareye başvuran bir kişi portresi çizgisini aşamıyor! Bunun sebebi ne acaba?
Mustafa Kemal Paşa Erzurum’da Dokuzuncu Ordu Komutanlığı görevinden istifa edince yerine İstanbul tarafından Kâzım Karabekir Paşa atanır. Karabekir Paşa’da yine İstanbul’un gizli bir emri ile gider sivil olan, askeri her türlü görevlerinden sıyrılmış olan Mustafa Kemal Efendi’ye tabi olur ve
“… Emrindeyim Paşam, ben, askerlerim ve kolordum emrindeyiz” der. İlerleyen zaman içinde Mustafa Kemal Paşa Karabekir Paşa’ya bu hadiseyi hatırlatarak der ki;
“…Paşam, her türlü yetki size verilmişken ve siz birinci adam konumuna yükselmişken neden bana tâbi oldunuz ve ikinci adamlığa rıza gösterdiniz?
Karabekir Paşa’nın kendisine sorulan bu soruya verdiği cevap çok manidar ve hadisenin özetini çıkartacak cinstendir. Şöyle der Karabekir Paşa;
“…Paşam, her birinci adamın sırtını dayamak için çok güvenmesi gereken ikinci adamlara ihtiyacı vardır. Siz birinci adam olursanız bana güvenebilirsiniz. Fakat ben birinci adam olursam güvenebileceğim ikinci adam ne yazık ki etrafımda yok.” Ne çok şey anlatıyor bu cevap esasında öyle değil mi?
Ayrıca Cumhuriyet tarihi açısından başka bir sıkıntı da şudur; Cumhuriyetin kurulmasından hemen sonra ortaya çıkan ve her resim karesinde Mustafa Kemal Paşa’nın etrafında görülen ve milli mücadele tarihinin hiçbir tarafında en küçük hizmet ve varlıkları olmayan Recep Peker, Şükrü Kaya, Yunus Nadi ve taifesinin Millî Mücadelede katkısı nedir acaba? Memleketin düşman işgali altında inlediği sıralarda hiçbir yerde adından bahsedilmeyen bu adamlar ne oldu da cumhuriyetin kurulmasından bütün köşe başlarını tuttular?. Savaş yılları ile cumhuriyet yılları arasında geçen üç beş senelik zaman dilimi içinde yaşanan bu kabuk ve kadro değişimini 2013’leri yaşayan ben nasıl anlamalıyım?
Vesselam…
SON VİDEO HABER
Haber Ara