Beyaz yakalıların isyanının ardında ne var?
'Gezi Direnişi' süresince sabah işe, akşam da plazalarından çıkıp eylemlere giden beyaz yakalılar kim? Ne istiyorlar? Radikal Spor yazarı Tanıl Bora, soruların yanıtını GQ Türkiye'nin temmuz sayısı için kaleme aldı.
12 Yıl Önce Güncellendi
2013-07-02 17:51:11
Radikal bir muhalefetin pek görülmediği, “iş ve çalışma manyağı” imajıyla bilinen Japonya’da, 2003’te Irak Savaşı’na karşı beklenmedik bir protesto dalgası koptu. Esas şaşırtıcı olan, protestocuların toplumsal profiliydi. “Freeter” denen tiplerdi bunlar. Kendilerini tanımlamak için uydurdukları bu kelime, İngilizce freelance (serbest çalışan) ve Almanca arbeiter (işçi) sözcüklerinden türetilmişti. 80’lerin sonlarında ortaya çıkmışlardı. Üniversite mezunu, meslek sahibi fakat tam zamanlı ve düzenli çalışmayan, kimisi zaten bunu tercih etmeyen gençlerdi freeter’lar. Kariyer hırsı taşımıyor, hayatlarının anlamını işten çok eğlencede arıyorlardı.
2003’teki Irak Savaşı protestolarını da böyle geliştirdiler zaten: “Cool” ve mizahi sloganlarla, medya araçlarını zekice kullanarak, müzikli/danslı/performatif gösterilerle… İdeolojik önderlik girişimlerine soğuktular. Eğlence havasında, şaka maka, polisin sıkı denetimi altında neredeyse siyaseten tabu olan Japon sokaklarında kendilerine alan açmayı başardılar. Gerçi tamamen barışçı, şiddetten uzak tavırlarına rağmen polis bir noktada bahane üretip “şiddete başvurdukları” iddiasıyla gözaltılara girişmekten geri kalmadı. Polisin evrensel “numarası”! Ne olursa olsun, freeter’lar bu eylemleriyle, iş manyağı Japon toplumunu şoke eden bir iz bıraktılar neticede.
Japon freeter’lardan sekiz sene sonra ABD’de, aşağı yukarı aynı toplumsal profil sokaklara döküldü: Üniversite öğrencileri, diplomalı işsizler ve medya, finans vs. entelektüel emek sektörünün kalifiye çalışanları. Kısacası beyaz yakalılar. 2003 Japonya’sıyla arada bir fark vardı ama. Bizzat Japonya örneğinde değişim görülebilirdi: Orada 2001’de yaklaşık 4 milyon olan freeter sayısı şimdi 10 milyona yükselmişti ve bu artış içinde büyük çoğunluk, keyfinden az çalışanlarda değil, geçim güvencesi sağlayacak iş bulamayanlardaydı.
ABD’de de üniversiteliler ve yeni mezunlar, işsizlik tehdidiyle karşı karşıyaydı. Beş gençten biri işsizdi. Sıkı bir CV “yapmak” için yıllarını vermiş, kurslarla burslarla bir yığın borca girmişlerdi ve gelecek tümüyle belirsiz görünüyordu. 2008’deki büyük krizin ardından ekonomik kaynakların büyük ölçüde finans sisteminin tamiratına yığılmasına feci öfkeliydiler. Toplumun ortak serveti üzerinde, kamu kaynakları üzerinde söz hakkı talebiyle sokağa çıktılar, Ekim 2011’de New York’un ünlü finans merkezi Wall Street’i işgal ettiler. Sosyal medya üzerinden müthiş esnek örgütlenen, merkezsiz Occupy (İşgal) Hareketi böyle doğdu.
Mavi yakalı işçiler de sonradan destek verdiler ama hareketin omurgasını beyaz yakalılar oluşturuyordu. Birçoğu ilk kez bir gösteriye katılan insanlardı. Yine barışçı gelişmesine rağmen bir zaman sonra şiddetli polis müdahalesine uğrayan Occupy Hareketi 100’den fazla ABD şehri yanında, dünyanın birçok ülkesine yayıldı. Genç nüfus içinde işsizliğin yüzde 50’ye vardığı Akdeniz kuşağı ülkelerinden İspanya’da ABD’deki kadar etkili oldu.
Hemen hemen bütün dünyada, Batı’daki '68 gençlik hareketine benzeyen alametler belirdi. “Okumuş çocuklar” sokaklarda, gözü kara bir şekilde polisle karşı karşıya geliyor, eğlenceli sloganlarla protesto eylemleri yapıyorlar. Bugünün ‘68’den farkı, politik-ideolojik rehberlere pek ilgi gösterilmemesi. Bir de, üniversite öğrencileri yanında, diplomalı işsizlerin ve aynı zamanda iş güç sahibi tahsillilerin de sokaklara dökülmesi.
O beyaz yakaları sürekli kolalamak
Bugünkü beyaz yakalılar, ‘68’in öğrencilerinin henüz sezmekte olduğu bir tehdidi, açık ve yakın tehlike olarak yaşıyorlar: Entelektüel emeğin proleterleşmesi. Entelektüel emeğinden başka bir varlığı olmayan yeni kuşaklar, bu emeğin sıradanlaştığını ve arzının olağanüstü çoğaldığını da görüyorlar. Emeğin ucuzlaması ve işsizlik riskinin olağanlaşması demek bu. Teknolojik gelişme ve otomatizasyon, birçok üretim alanında eskiden “vasıflı” olan işleri “vasıfsız” hale getiriyor. Kalan vasıflı işlerde de yeni teknolojilere ve bilgilere ayak uydurmak için sürekli eğitimden geçmek, yani o beyaz yakaları sürekli kolalamak, “daha beyaz” yapmak gerekiyor! Kendi kendinin menajeri olması bekleniyor beyaz yakalılardan; kendileriyle ilgili “riskleri ve fırsatları” bir girişimci gibi idare etmeleri bekleniyor.
Proleterleşme ve işsizliğin yeni kavramı prekarizasyondur. Düz anlamıyla müşkülleşme, nahoşlaşmadır; “aşırı” esnek ve güvencesiz istihdam anlamına gelen bir kavram. 1970’lerde Batı Avrupa ülkelerinde ücretli çalışanların yaklaşık yüzde 80’i süresiz iş sözleşmesine tabi idi. Yani kural olan, kalıcı istihdamdı. Bugünse iş sözleşmelerinin üçte ikiden fazlası geçici olarak düzenleniyor. Özellikle kadınlar ve gençler, iyice kısa süreli sözleşmelerle çalıştırılıyorlar. Uzun süreli “stajlar” kurumlaşıyor, üç otuz paraya yıllarca “denenmek”, diplomalı çalışanların alıştığı bir kader oldu. Kullan-at istihdamı da deniyor buna.
Bir sosyolog, bu devirde yüceltilen beyaz yakalı tipolojisini şöyle tarif ediyor: “Her yerinden bükülebilecek kadar esnek, kendi kendini sömürecek kadar performans delisi… Her an işe koşulabilir, her an erişilebilir…” Her an erişilebilirlik üzerinde duralım biraz: İletişim teknolojileri, özellikle medya, bilişim, finans gibi alanlarda, çalışanların 7/24 el altında olmasını sağlıyor. Statü sembolü olarak bayıldıkları teknolojik oyuncaklar, mesailerinin sonsuza uzamasını sağlıyor. Bu da prekarizasyonun gizli bir cephesidir.
Bol yaratıcılık lakırdısı altında ruh ezici bir rutin
Prekarizasyona dayalı istihdam rejimi, bir “gençlik”, “yenilik”, “değişim” mitolojisiyle beraber yürüyor. Üç-beş yıldan fazla aynı işte çalışmak, başarısızlık alameti sayılıyor bu rejimde. Aynı işyerinden emekli olan ruhsuz memur imgesine karşı, bir kariyer hedefinden ötekine zıp zıp iş, araba, telefon, ev, eş, şehir değiştiren “profesyonel” imgesi reklamlarla, filmlerle, plaza-ofis efsaneleriyle parlatılıyor. Üç otuz paraya çalışanların çoğuna böyle hovarda bir yaşamın anca hayali kalıyor; onlar da o üç otuz paralarını öyle bir yaşamın vitrinini oluşturacak kılıklara, aksesuarlara harcıyorlar…
Beyaz yakalı çalışanların sıtkının sıyrılmasına yol açan, sadece işsizlik tehdidi ve geçim değil zaten; belki en az onlar kadar, işte bu anlamsızlık duygusu (*)… Köpürtülen arzularla kendi günlük rutinleri arasındaki uçurum; aynı zamanda köpürtülen o arzuların ucundan tattıkça fark edilen yavanlığı… Kışkırtılan “başarı” hırsı ve rekabetin beraberinde getirdiği arkadaşsızlık, asosyalleşme… Bol “yaratıcılık” lakırdısı altında ruh ezici bir rutin… İş ortamının farfaralı manzarasının arkasında, büyük bir özsaygı kaybı… “Okumuş çocukları” isyan ettiren, sokaklara uğratan, işsizlik tehdidi kadar, bu tazyikler aynı zamanda.
Tabii, her ne kadar ancak tahsille mümkün bir cehalet türü de varolmakla birlikte, “okumuş” olunca, enayi yerine konmaya, hiçe sayılmaya itiraz etme ihtimali de mevcuttur!
31 Mayıs gecesi kopan Taksim Gezi Parkı protestosu, başta İstanbul, Türkiye’nin büyük şehirlerinde birçok beyaz yakalıyı sokağa döktü. Onların nevrini döndüren, özel olarak Beyoğlu sakinlerini parklarıyla ilgili talepleri karşısındaki nobranlık, genel olarak Başbakan’ın hayatın her alanına nizam vermeye dönük azarcı tavrıydı. Genç şehirli tahsilli profesyonellerin “hayat tarzı savunusu” da dendi buna. Peki acaba daha derinde bir yerde, tam da o hayat tarzıyla ilgili, yaşama ve çalışma koşullarıyla ilgili bir hoşnutsuzluğun etkisi de gizleniyor olabilir mi?
Küçük ama kararlı bir grup: Plaza Eylem Platformu, bir zamandır işte o hoşnutsuzluğu gizlendiği yerden çıkartmaya çalışıyor. Platform 2008 sonbaharında, Çağrı Merkezi Çalışanları Derneği’nin yanı sıra bankacılık ve sigortacılık şirketleriyle telekomünikasyon, bilişim ve medya sektöründe çalışan birkaç genç tarafından oluşturuldu. Maaşlarını kredi kartına gömerek kılık kıyafetleri ve edalarıyla kendilerine işadamı süsü veren iş arkadaşlarına, işadamı falan değil neticede işçi olduklarını göstermeye çalışıyorlar. Şık büroların şık çalışanlarına sosyal haklarını hatırlatmaya, işyerlerinde gördükleri muamelenin hiç de şık olmadığını anlatmaya çalışıyorlar.
Bakalım Taksim direniş deneyimi, Türkiye’de beyaz yakalıların uyanışında bir eşik taşı olacak mı?
(*) Bu konuda bir kitap önereyim: Tanıl Bora, Aksu Bora, Necmi Erdoğan, İlknur Üstün: Boşuna mı Okuduk? Türkiye’de Beyaz Yakalı İşsizliği, İletişim Yayınları, İstanbul 2011
SON VİDEO HABER
Haber Ara