Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Suriye ve Gezi parkı meselesi

Bu yazıyı şimdi bir gazeteye falan göndersem Atatürk’e saldırdım diye yayımlamaz, bi dergi var oraya göndersem Tayyip’e giydirdim diye koymazlar, solcu yerlere falan göndersem bazıları Esad’ı sever yazıyı beğenmezler bazıları da şeriat istedim diye geri çevirirler, en iyisi ben bunu yine parksesleri’ne koyayım

13 Yıl Önce Güncellendi

2013-06-02 23:21:44

Suriye ve Gezi parkı meselesi
Muhammet Çelik-
Suriye Gezi Parkı

Suriye olayları çıkınca insanlar şaşırdı. Olaylar Suriye’yle başlayıp bitmiyor elbette ama Suriye bir dönüm noktası gibi gözüküyor ya da öyle zannediyoruz. Bu yüzden “Suriye” derken aslında daha çok şey kast ediyoruz.. Her neyse, insanların ölümleri, feryatları havada uçuşurken biz de kelimelerle oynamayı, yazı yazmayı bir şey yapmak zannederek bir iki şey çiziktirmiştik, dönüp bir bakayım dedim. Öyle ya, sürekli aynı şeyleri düşünmek zorunda değil insan. Sürekli dik kafalı, önyargılı olmamalıyız.. Yaşamak değişimle ayakta duruyor, o halde belki değişik bir şeyler diyeceğim, dur bakalım.. 
Suriye’yle ilgili ilk yazdığımda şöyle demişim: “Suriye’de ölen binlercesi umurumuzda olmalı, hiç olmazsa Suriye’de ölen binlercesini umursayanları ciddiye alabilmeliyiz..” Vay be! Ne kadar acizmişiz şu dünyada, korktuğumuzun başımıza geleceğini bile bile durduramıyoruz gidişi.. Peki ders alıyor muyuz? Ne gezer!. Sezai Karakoç’un bir tespiti var “dünya savaşları toparlanmamız için bir fırsat olabilirdi ama değerlendiremedik..” Değerlendirmeyi bırak, müslüman halklar her geçen gün daha da bölünüyor, iç savaşlarla, işgallerle yanıp kül oluyor.. Hem değerlendirseydik ne olacaktı, birbirimizi öldürürdük o zaman da.. Şöyle demişim daha sonra: “Hama’da katliam olur ve yıllar geçer Hama’da katliam yine olur ve Suriye bu defa savaş gemileriyle bombalar kendi halkını.. Olan olur.. Irak’a Körfez Savaşı diye bir saldırı olur ve aradan yıllar geçer ve yine bir saldırı olur, bu defa Bağdat bir daha sönmeyecekmiş gibi büyük yangınlarla uyanır geceye.. Filistin bir yanar, aradan yıllar geçer bir daha yanar, bir değil bin defa yanar Filistin.. Afganistan’ı dünyanın bir süper gücü Rusya işgal eder, aradan yıllar geçer bu defa başka bir süper gücü Amerika işgal eder.. Mazlumun boynuna bir biri biner bir diğeri..” Müslüman dünyasındaki ayrılıklardan en tehlikelisi olan şii-sünni ayrılığından dem vurmuşum.. Ehl-i sünnet sempatizanlığı ile şii sempatizanlığı, Müslümanların birleşmesi önünde tehdit olarak duruyor.
 Sonra Kaddafi’nin öldürülmesi geldi ekranlara. Adamın ağzı burdu dağılmıştı. Ama daha birkaç ay önce savaş uçaklarıyla tanklarıyla muhalif olan halkını bombalıyordu. Tabi sömürge devletler aç sırtlanlar gibi, boş bulunurlar mı, hemen NATO eşliğinde dadandılar. Tabi bizimkilerde yorum hazır: “Amerika’nın oyunu..” Bunu demekle kalsalar yine iyi, adamlar Kaddafi’nin iyiliklerinden bahsetmeye başladılar, meğer adam ne müslüman, ne mübarek ne yardımsever biriymiş! Adam Çağrı filmine bile sponsor olmuş! Hem adamı öyle öldürmeleri pek acıklıymış! Tabi insanlar diktatörlüğü bazen haklı da bulabiliyorlar. Hatta bunu İslâmi bulanlarımız bile var. Şöyle demişim: “Kaddafi’yi savunmaya yol açan bir sebep de İslâm’ın her türlü yönetim şekline razı olduğu şeklinde verilmiş fetvalar ve böyle bir inanışın halkın bilinçaltına işlenmiş olmasıdır. Bu yüzden diktatörlük, sultanlık, padişahlık vb. fark etmiyor; namaz kılmanıza müsaade ediliyorsa, sorun yok!” Bakın adam ABD karşıtı, üstelik NATO girmiş Libya’ya, üstelik adamı öldürenler ağzını burnunu dağıtmış, o halde ne muhalifler kötü insanlar, keşke Kaddafi ölmeseydi.. Bu şekilde düşünenler oldu, ben bittim..
 Suriye’de durum daha da mübarekleşti. Çünkü Filistin dostu, İsrail düşmanı bir devletin rejimi ne olursa olsun, tarihinde ve günümüzde ne halt yemiş olursa olsun, onu öpüp alnımıza götürmeliydik, secde eder gibi. Suriye’deki yangını durdurmak yerine analizlerle Esad’ı haklı çıkarmanın derdine düştüler.. Tabi bu arada muhaliflerin de haklılık durumu tartışılmaya başlandı. (Bir yıl olmuştu.) Şöyle demişim: “Yangın yerine giden itfaiyeciler yolda mola verip satranç oynasaydı, sanırım bu kadar komik olurdu. Yangın çıkmıştır, söndürülmesi gerekir, artık kim çıkardı bu yangını, nereden çıktı gibi sorularla oyalanmanın zamanı değildir.” Tamam, öyle de, kim durduracak yardımı? Öyle barışsever bir grup mu var dünyada? İnsanlar NATO’yla korkutulup Esad’a razı edilmek istendi. Ben de şöyle sormuştum: “Yani NATO gelirse bunun suçlusu Esad olmayacak, onun zulmüne başkaldıran halk olacak, öyle mi?” Ulan elin ağzı torba değil ki büzesin, şimdiye kadar derlerdi ki “bu Araplar ne pısırık millet, diktatörlerine krallarına başkaldırmıyorlar” şimdi ise böyle diyorlar. Sonradan öğrendim, amaç muhalefet etmekmiş, adamlar böyle tatmin oluyormuş meğer. Yok, adamlarda tutarsızlık diz boyu.. Bir ara Mavi Marmara için eleştiri getirdi diye Fethullah Gülen’e sert çıktılar, çünkü o “otoriteye saygı gösterilmeli” demişti, şimdi ise bunlar çıkmış o gün eleştirdiklerini yapıyor “Esad’a şans vermekten” bahsediyorlar. Benim diktatörüm iyidir mantığı mı yoksa bu..
 Öbür yandan AKP yanlısı olmak da tam bir gözü kapalılık, zira ABD’nin bir kuyruğu olduğumuzu unutuyorlar, hadi girelim diyorlar Suriye’ye. Nasıl gireceksiniz? Terliklerle mi? Selamün aleyküm, aleyküm selam.. Yok canım.. Sen ABD’den izin almadan çişini bile yapamazsın koçum, sen Türkiye’sin büyük düşün! Bu yüzden yazılarımda Suriye’ye Türkiye’nin girmesi düşüncesini de eleştirmişim.. Bir de sanki bu insanları adam etmeye azmetmişim gibi nasihatler ediyorum yazılarımda. “Bizi kim koruyor, diktatörler mi Allah mı?” demişim mesela.. İyi de adamlar Müslümanlığı sana bana bırakmıyorlar ki.. Bu kadar saçmalık yetmezmiş gibi bir de şöyle bir mantık var. İşte Davutoğlu geldi Türkiye büyüdü dünya devleti oldu daha da büyüyecekti hatta dünyaya yeniden nizam verecektik ki tam o sıra bu olaylar oldu, demek ki bu olaylar Batının oyunu, oyuna gelmeyelim.. Yazık yani! Bu yüzden Davutoğlu’nun söylemine gönderme yaparak şöyle demiştim: “Sıfır problem, problemlerin üstünü örtmek miydi?” Öyle ya sen gidip diktatörlerle ve faşist yönetimlerle anlaşmalar imzaladın, bu halkları yakınlaştırmaz ki? Halkları dikkate almayan bir zihniyetten ne çıkar.. Bu arada Suriye’deki muhalif hareketlenmeyi yanlış görüp, her Allah’ın günü Kudüs’ü savunmaya çalışanlar da Kudüs’ün kutsallığını zannedersem oradaki duvarlarda, direklerde, kubbede ve kaldırım taşlarında zannediyorlar. Bir taş bina nasıl on binlerce masumun kanından daha kutsal olabilir! Sonra Suriye konusunda “art niyetliler var” diyerek uyarı yapmışım.. Bunlar yazılırken Suriye’de muhalif ayaklanmaların üzerinden bir yıl geçmişti.
 Tabi fırsatçılar fırsatları değerlendiriyor. Bu konuda “fırsatçılara fırsatı kim veriyor?” başlıklı bir yazı yazmışım ve orada şöyle demişim: “Fırsatçılar problemleri dönüştürüyor.. Özellikle de çözümü uzun süre bekletilen problemleri.. Bu yüzden Suriye’deki isyanın geldiği noktada artık Şii-Sünni çatışmasından söz ediliyor. Oysa orada “Suriye yönetimi ve muhalifler” diye iki grup olmadan önce, “mazlum halk ve zalim diktatörlük” diye iki gruptan söz ediyorduk.. Aslında hâlâ da öyle ama olayları sabote eden gruplar durumu karmaşık göstererek kafa karışıklığına sebep oluyor. Irak’ta da aynı senaryo sahneye konulmuştu. Direniş ABD’ye karşı tek vücut olması gerekirken bir anda Şii-Sünni çatışmasına dönüşmüştü. Keza Afganistan’da da emperyalist güçlere karşı savaşan halk, bir süre sonra gruplara ayrılarak birbiriyle iktidar savaşına girdiler.” Tabi diktatörlük yönetimi halka devretmeyi reddettiği müddetçe karışıklıklar artıyor ve daha çok gerginlik çıkıyordu. Bu durumda zalimin yanında yer almayı muhaliflik zannedenler, Suriye muhaliflerini “fitne” çıkarmakla suçladılar. Ben de onlara hitaben şöyle demişim: “Asıl fitne, Suriye halkının ayaklanması değil, onları bu direnişte yalnız bırakan kafası karışmış müslüman komşuların gevezelikleridir.” Peki, bu arada Türkiye’nin tutumunu doğru buluyor muyum? Tam olarak değil. Evet, savaştan kaçanlara yardımcı olması güzel bir davranış ama Amerikancılık yaparak ya da Rusya ile aynı düşündüğünü bizzat Rusya’ya gidip söyleyerek bu işler olmaz. Buna tek kelimeyle politika denir ki budur zaten dünyamızı bu hale getiren cinnet ideolojisi.
 İşler zamanla daha da karmaşık hale gelmişken ben yeni bir yazı yazmışım ve ilk cümlesi de şöyle: “Suriyeli direnişçilere selam olsun.” İyi de kardeşim hangi direnişçilere? Öyle ya şimdi de bu çıktı.. Hepsi bir değil.. Birbirine de muhalif bunlar.. Cihat ibadeti için dünyanın dört bir yanından gelenler var, Suriyeliler var, ABD’de oturup Suriye için oylamalara katılanlar var, var da var.. Bunları görünce bazıları çareyi Esad’ın haklılığını kabullenmekte buluyorlar. Oh ne âlâ.. Bu arada Esad’ın zalim olduğunu söyleyenler azalmıştı. Esad’a “dur” demek, kala kala Amerika gibi Türkiye gibi sicili kirli devletlere, emperyalistlere kalmıştı.. Durum böyle olunca millet Esad’ın yaptıklarını görmemekle kalmıyor aynı zamanda İran’ın, Rusya’nın ona verdiği desteği de görmüyorlardı. Her neyse, yazının sonunda maddeler halinde bir şey var, kendimi bir şey zannederek onları öyle sıralamışım: “Zalimlere karşı direnen halklara selam olsun, çünkü onlar bu direnişlerinde haklı ve yalnızdırlar. Direnişçilerin karşısında sadece Esad rejimi deği aynı zamanda Rusya, Çin, İran var. Türkiye, dünya sisteminin bir parçası olduğu müddetçe “büyüyor, öncü oluyor” haberlerine inanmıyoruz. Temel hareket noktamız “iman” olmadıkça, önem verdiğimiz şey “kardeşlik” olmadıkça, bütün politik ilerlemeler bir balon gibi patlayacaktır, Davutoğlu modelinin patladığı gibi. Türkiye’nin, NATO öncülüğünde Suriye’ye girmesini istemiyoruz. Muhaliflerin bir an önce zafere ulaşması dileğimizdir. Amacımız Türkiye’yi büyütmek değil kalbimizdeki imanı ve İslâm’ı büyütmek ve böylece İslâm kardeşliğinin gereği neyse onu yapmak olmalıdır. Türkiye, büyük ülke olduğunu göstermek istiyorsa İran’ı ve Rusya’yı durdurabilmeli, onlara da Esad’ı durdurmaları için baskı uygulayabilmelidir. Türkiye aynı şekilde büyüklüğünü göstermek istiyorsa ABD’yi ve NATO’yu da durdurmayı denemelidir. Suriye’ye girmeden Suriye muhaliflerine destek olmalıdır. Türkiye’de yaşayan İslâm milleti de büyük bir millet olduğunu göstermek istiyorsa Suriye veya başka ülkelerde yaşanan zulümlerin durdurulması için “vekalet” verdikleri hükümetten bir şeyler isteyebilmeli, ya da hükümeti bırakıp kendileri bir şeyler yapabilmelidirler. Mavi Marmara bu “bir şeyler” kısmına giriyordu. Ancak ikinci seferi hükümet tarafından iptal edilince “gerek kalmadı” denildi ve “tamire soktuk gemiyi” şeklinde açıklama yapıldı. Direniş başladığı gibi devam etmeli ve Müslümanlar birbirini sevmelidir.” Muhalifleri destekleme fikrim öylece kalmadı.. Sen muhalifleri desteklersin, öbür devletler Esad’ı destekler, bu böyle nereye kadar gidecek? Dünya savaşına kadar gider maazallah.. Bunun bir yolu olmalıydı.. Şimdi yeni şeyler düşünmek lazım.. Ama tabi yeni şey, Esad’ın yönetimine razı olmak, bunca katliamdan sonra, sanki hiçbir şey olmamış gibi gidip onunla barışmak mı olmalı? Belki o da bir yoldur ama mazlumların kanı akmayacaksa.. Bunlar konuşulurken bile her gün bombalanan köyler, kasabalar, şehirler kan gölüne dönüyor Suriye’de.. Böyle bir rejimin görüşme çağrıları nasıl ciddiye alınabilirdi?
 Daha sonraki yazımın başlığı: “Fantastik kurgunun sonu..” Bu yazıda analitik düşünenleri eleştirmişim. Bak demişim Davutoğlu büyük hocaydı hani, dedikleri olmadı.. Siz de bırakın bu tür düşünceleri… Sonra bu topraklardan adam gibi liderlerin çıkmadığını ve çıkmayacağını belirtmişim. Bu arada baş diktatörümüz Mustafa Kemal’e, Saddam’a, Kaddafi’ye, Esad’a, Tayyip’e ve Abdullah Öcalan’a giydirmişim.. Bu arada cihatla ilgili savaşla ilgili düşüncelerimi de sorgulamaya başlamışım.. Nasıl bir cihat anlayışımız olmalı? Şu paragraf ilgi çekici: “İran diyor ki ‘İsrail’i haritadan sileceğiz.’ Hizbullah ‘İsrail’i cehenneme çevireceğiz’ diyor. Nasıl yapacaksınız bunu? Sivilleri, kadın ve çocukları öldürerek mi? Mazlumun kurtuluşunu başka bir zalimlikte gören zihniyetlerden kurtulmanın zamanı gelmeli!” Öyle ya, Hüsnü Mübarek’e Bin Ali’ye diktatör firavun diyen ve sonra Esad’ı kahraman ve hatta Nasrallah’ı aziz ilan edenler olduğuna göre, belki biz de bir gün sevdiğimiz biri kan döktüğünde, katliam yaptığında onu aziz ilan edebiliriz, o halde kendimizi bu tehlikeye karşı uyanık tutmalıyız, prensiplerimiz olmalı..
 Daha sonra Türkiye’de bazı bombalar şunlar bunlar patlayınca iş savaşa girme meselesine kadar dayandı. Durum daha da karmaşık bir hal alıyordu. “Türkiye Cumhuriyeti ile herhangi bir ülke savaştığında doğru ile yanlışı ayırt edecek bir çizgimiz var mı diye sormak gerekiyor. Çünkü ortada ne İslâm hukukuna göre kurulu ve yönetilen bir ülke, ne İslâm hukukuna dayalı bir ordu ne de o hukuka dayalı bir lider ve toplum var. Meşruiyetini, içte İslâm karşıtı bir diktatörlükten, dışta da dünyanın en azılı terör kurumları olan ABD ve NATO’dan alan Türkiye ile başka bir diktatörlüğün mesela Suriye’nin orduları savaşacaksa, burada ortaya çıkan durum kimin selametine olur, düşünmeliyiz.” Böyle demişim. Ardından şunu eklemişim: “Eskiden düşünürlerimiz Doğu ile Batı’yı karşılaştırır ve Batı medeniyetine veryansın ederlerdi. Çünkü Batı medeniyeti materyalist kapitalist ve zulmün temsilcisiydi. Yeryüzünü yaşanılmaz hale getiren onlar olarak görülüyordu. Ama şimdi doğudakiler, batıdan aldıkları sözde medeniyeti ve teknolojiyi tatbik ederek batılılaştılar ve batı karşıtı gibi görünerek batının yaptığının aynısını yaptılar ve tanrısızlığın, vicdansızlığın zirvesine taşındılar. Dünün mazlumları bugünün zalimleri oluverdi. Doğuluları artık sadece Batılılar değil kendi diktatörleri de bombalıyor. İşte sevmediğimiz ama bir yandan da imrendiğimiz medeniyet budur arkadaşlar.” Bence burada bazı hatalar da var. Birincisi medeniyetin sanki tanımını yapmış gibi olup acele davranmışım, ikincisi de dünün mazlumu bugün zalim oldu derken İran’ı veya Esad’ı sanki buna örnek göstermişim. Oysa mazlumlar sadece müslüman halklardı. Ama burada sanırım Müslümanların da zalim olabileceği gerçekliğine dikkat çekmek istemişim. Bu yazılar boyunca ben bazılarının yaptığı gibi asla Esad’ın tarafına geçmedim ama şiddet ve savaş hakkında bazı düşüncelerimi geliştirmeyi denedim. Şöyle dedim mesela: “Neden endişe etmeyelim? Müslümanlarla kâfirlerin bir farkının kalmadığı dünyada endişelenmemizi gerektirecek eskisinden daha çok sebep var. Müslümanlar artık kâfirlerden daha çok zalim, ırkçı ve putperest olabiliyor. Geleneklerden ya da modern materyalist zihniyetten kaynaklanan iki zıt kutuptan her ikisi de Müslüman toplumlarda aynı tahribatı yapıyor ve dünyanın başına bela oluyor. İslâm ülkesi dediğimiz, Müslüman halklar dediğimiz yerlerin ve toplulukların ellerinde “İslâm hukukuna” uygun bir savaş önerisi, İslâmi ve insani bir savaş taktiği var mı bugün? Savaş taktiğini geçtik, böyle bir endişesi var mı?
 Sonra İran ve Hizbullah hayranı Nurettin Şirin’e gönderdiğim (ama cevap alamadığım) mektup geldi aklıma, bunu bir yerde yayımlamadım. Şöyleydi: “Selamün aleyküm.. bir zamanlar Kudüs için, Gazze için haftalar boyunca her gece Levent’te gösteriler düzenledik, en etkili organizatör sendin, seni sevdik.. Sıcak soğuk demeden, zulme karşı koymak için her gece bir şekilde orada buluştuk.. Sonra Mısır’daki Hüsnü Mübarek firavununa karşı da aynı başkaldırıyı gösterdik.. Mısır konsolosluğunu da beraber kuşattık.. Ne mutlu o güzel günlere.. Yine sen oradaydın.. Allah razı olsun diyorduk seni örnek alıyor, çok seviyorduk.. Zannettik ki bu hep böyle gidecek, yeryüzünün neresinde bir kan döken diktatör çıksa ona Nurettin Abimizle birlikte haykıracak ve zulme hayır diyerek hiç olmazsa safımızı ezilenlerin yanında belirleyecektik. Ama olmadı. Baktık ki durum Suriye’ye intikal edince Nurettin Abi’den hiç beklemediğimiz bir tepki geldi. Nedense tepkinin Kur’ân’la ve sünnetle hiçbir bağdaşır yönü yoktu. Sadece dünya sisteminin kutuplaşmış taraflarıyla, politik oyunlarıyla, siyaset çarkıyla bağdaşıyordu. Kur’âni bir bakış açısının önüne siyasi-politik-stratejik bir bakış açısı geçiyordu. Hayal kırıklığı oldu sadece. Üzüldük, çünkü sevdiğimiz bir insan hiç tanımadığımız birine dönüşmüştü. Hala da üzülüyoruz. Abicim, unutmayın ki Amerika artık dünyada bir bölgenin coğrafi adı değildir, Amerikancılık da dünyayı kasıp kavuran iki kutupluluğun bir kutpu değildir. Amerika bir yaşama tarzının adıdır ve bugün Amerikancılar kadar ona düşman olanlar da bu tarzın gizli hayranlarıdır. İranda ve türkiyede ne kadar abd düşmanlığı varsa o kadar da abd hayranlığı biliçaltımızda durmaktadır ve güç sahibi olduğumuzda paramızla silahımızla amerikalılaşmaktan kendimizi alıkoyamıyoruz. Bu gün Türkiye’nin Roboski’de yaptığı, Suriye’nin ve Libya’nın kendi topraklarında yaptıkları tam anlamıyla amerikalılaşmış “devlet terörü” örnekleridir. Yaptığı şey aynı olduktan sonra adının antiemperyalist olması abd-düşmanı olması onları Allah’ın gazabından kurtarmayacak. Ve bu devlet terörlerinin kullandıkları üslup da ABD ile aynı. ABD nasıl Afganistanda Pakistanda Irakta Vietnamda Somalide müslüman halkları katlederken yok ederken onlara “terorist” dediyse, antiamerikancılar da silip süpürmek istediklerini aynı dili kullanarak “terorist” damgasıyla işaretlediler ilkin, sonra işkenceler, soykırımlar, tecavüzler vs. geldi. Bu sefer insanların aklı karıştı, çünkü insanlar iki güçlüden birinin yanında olmak istiyorlardı, ortada kalırlarsa bertaraf olacaklar. Bu kafa karışıklığını fırsat bilen antiamerikacılar da kendilerine muhalif olanlara yönelik karalama kampanyaları kara propagandalar yaydılar ve başarılı oldular. Zaten bölük pörçük olan müslümanlar iyice bölündüler, birbirine düşman oldular. Özgür Gündem gazetesini takip ettim aylarca hep muhaliflerin Kürtleri katlettiğini yazdı çizdiler, ne zaman ki Türkiye’de barış süreci başladı, bir anda kalemleri değişti, Esad’ın Kürtleri katlettiğini yazmaya başladılar, şimdi her gün Esad’ın başka bir katliamından bahsediyorlar. Bu nedir? Partizanlıktır, tarafçılıktır, mazlumun yanında ‘şartlı’ yer almaktır. Peki Velfecr’in yaptığı farklı bir şey mi? Üç yıl boyunca Esad’ın devlet gücünü ve İran’ın desteğini ve Hizbullah askeri gücünü kullanarak yaptığı katliamlardan yüzlercesinden sadece bir tanesini bile sitenizde yayımlamadınız. Ben istediğimi yayınlar istediğimi gözden uzak tutarım diyorsanız bu Müslümanlığa sığmaz. Yazık, binlerce insan da sizin peşinizde sürükleniyor, sizi takip ediyor. Amerikan ve İsrail düşmanlığı yapmış olması, Hamas’a ve Filistin davasına sahip çıkmış olması Esad’ın bu üç yılda yaptığı katliamları haklı göstermez. Ve sizleri de haklı çıkarmaz. Kur’ân’ı iyi okusaydınız orada “insan” denen varlığın hiçbir zaman iyilikte veya kötülükte sabit olamayacağını görürdünüz. Dün yapılan iyiliklerini insan bir çırpıda kötülüğe çevirebilir. Kuran bunun örnekleriyle doludur. Size çağrım (eğer bu yazıyı okuduysanız) Allah’a tevbe etmeniz ve eğer haber sitesiyle ilgileniyorsanız, lütfen iradenizi Allah’ın iradesiyle birleştirip, doğruları yazmanızdır. Haber sitenizde defalarca “itham” yayımladınız. “Yalan” demeye dilim varmıyor sizi müslüman olarak gördüğüm için “itham” demekle yetiniyorum. Birçok kişinin söylemediği şeyler söylenmiş gibi çıktı. Belki muhalifleri destekleyenler de böyle haberler yapmıştır. Muhalifler de belki haksızdır, olabilir. Bu durumda hiç olmazsa iç savaşın durması için bir gayretiniz olsaydı, ona da eyvallah derdik belki de.. Bunu da yapmadınız.. Ama burada sizin yaptığınız şey, adını tam olarak koymasanız bile, Esed’in arkasında durmanızdır. Peki bütün bu katliamlar sayesinde İran’ı korudunuz diyelim, Esed’i korudunuz diyelim, Kudüs’ü kurtardınız diyelim, ya Allah sizden yardımını çekerse (çünkü herşey onundur) bütün bunlar elinizden çıkıp giderse, o zaman elinizde ne kalacak? Elinizde Suriye’de katledilen on binlerce masumun kanı kalacak.. Bununla mı mazeret sunacaksınız Allah’a? Allah tarihi evirip çevirir. Başarı Allah’tandır, füzelerden bombalarda uluslararası kutuplaşmalardan değil. Nurettin abi, ben inanıyorum ki, Suriye’deki rejimi ABD değil, NATO değil, ancak ve ancak İran durdurabilir. O da baştan beri girdiği yanlış yoldan bir türlü dönemiyor. Bari siz dönün, belki çok şey değişebilir. Amerikan karşıtlığı yaparak dünyayı kana bulayan Kaddafi ve Esed sizin modeliniz olamaz. Biz savaşsak bile sivilleri öldürmeyen bir sitemle savaşmalıyız. Bu bizim fıkhımızdır. Esed ve Kaddafi’nin fıkhı Amerikan fıkhıdır. ABD ve NATO’nun onlara düşman olması bunu değiştirmez. Düşmanımın düşmanı benim dostumdur ve benzeri basit matematik hesaplarıyla değil Allah’ın âyetleriyle düşünelim. İran devrimi İslam devrimidir evet ama öyle mi kalacak bakalım. Biz bugünümüzden sorumluyuz. İran yarın öbür gün İsrail’e saldırdığında, İsrail’de kadın çoluk çocuk yaşlı demeden oradakileri öldürecek mi Esed gibi? Türkiye’nin Roboski’de yaptığı caiz mi? Hepsine hayır! İşçilere destek verip 1 Mayıs’ı değerlendirmeniz de güzeldi. Roboski duyarlılığınız da güzeldi. Bunlar İslami yanlarınızdı bana göre.. Muhaliflerin yaptıkları bütünüyle islami değil elbette. Bunlardan da bahsedelim. Ama gözünüzün birini kapatıp diğeriyle bakmayın. Esad’ın hiç mi suçu yok? Savaş uçaklarıyla bombalanan sivillerin kanının hesabını nasıl vereceksiniz? Dünya sisteminin dayattığı iki kutuplu güç dengesinden birini seçmek zorunda değilsiniz. Kendinize gelin ve üçüncü yolun mümkün olduğunu söyleyin. İnsanlar sizden bunu bekler. Haber sitenizi bari değiştirin. Oraya Esad’ın yaptıklarını da koyun muhaliflerin yaptıklarını da.. Allah için âdil olun.. Bunu da yapın ABD ve NATO’ya karşı da çıkın. Hep birlikte ABD ve NATO karşıtı gösteriler düzenleyelim.. Ama Suriye’deki tavrınız Türkiyedeki samimi müslümanları sizden uzaklaştırıyor. Bunu düzeltin bir an önce… Ben bilirim, yoluma devam ederim diyorsanız, Allah kalbinize salah ve ıslah nasip etsin o zaman, ne diyelim.. Selamlar..
 Böyle işte, bir umut.. Bu arada bazen de facebook’ta bazı arkadaşların beni deli eden iletilerine yorum yazmak zorunda hissediyordum kendimi.. Mesela onlardan biri şuydu: “Esad için hep diktatör dedik, ama biraz dikkatli bakarsak görürüz ki Esad diktatör değil “kukla”.. Yönetici olma kapasitesi olmamasına rağmen ailenin ve rejimin iteklemesiyle başa geldi, hep başkalarının yönlendirmesiyle söylem üretti, şimdi de korkudan altına edecek halde olmasına rağmen kendi iradesiyle olaylara bakamıyor ve tarihin büyük katilleri arasında yerini aldı nitekim.. Asıl diktatör Esad değilse kim o zaman? Asıl diktatör, bence, yeryüzünün belli bir bölgesine ancak kendi gürühünun, kendi zihniyetinin hakim olabileceğini, olması gerektiğini düşünen kafa yapısıdır.. Güç elde edip bu gücü haklı olduğuna dair bir sebep, halkın zayıflığını da ikinci bir sebep olarak görüp gösterdikten sonra, elini bir kere mazlumların kanıda soktuktan sonra çıkaramayanların “sistemidir.” Zalim, diktatör ya da haksız olan şey kişilerin ya da grupların bizatihi özünde yoktur, insan ve insan grupları değişkendir. Dolayısıyla grupların ismi mücahit ya da hizbullah olmuş ne çıkar, yaptığına baksananıza! Bu gün İran’ın uyguladığı taktiğin, akılcı-rasyonal bölge hakimiyetine dayalı strateji olmadığını ve ABD’ninkinin aynısı olmadığını kim iddia edebilir? Dün dündür bu gün bugündür mantığı sadece politikacıların değil genel olarak “insanın” mantığıdır, eğer insan Kur’ânî bir metod geliştiremediyse çağa yönelik.. Müslümanları birbiriyle çatıştıran kimmiş? Bunun cevabını mı arıyoruz? ABD derseniz bu zaten eskiden beri bilinen bir cevap ve burada farklı bir durum daha var o da denklemlerin yerleri değiştirildiğinde şaşıp kalmamızdır.. Diktatörlük ve zulüm insanın özünde vardır, yeter ki sen Allah’ın ipini bırak o senin özünden fışkırıp çıkar.. Hepimiz katil olabiliriz.. Birbirimizi boğazlayabiliriz.. Garaudy’nin dediği gibi şu anda dünyada “barış” dedikleri şey, iki kutpa ayrılmış güç kütlelerinin sürekli silahlanarak ve birbirleriyle itişip kakışarak tabi bu arada ortada kalanları ezip geçerek oluşturdukları “denge” politikasıdır. Bu öyle bir barış ve denge ki milyonların kanına mal olur.. Sonuçta hizbullahın hizbüşşeytan olması imkansız bir şey değil.. Biz eğer adaletten, haktan ayrılıp “zulmeden birer müslüman” oluverirsek bizim yaptığımız hesapları Allah boşa çıkarır.. Şu an düşünme tipi olarak ABD-tipi düşünmenin dışında alternatif yok.. Dolayısıyla tek fark ona karşıt olmaksa, buyrun cenaze namazına..
 İşte bak, ne günlere geldik.. Eskiden İran teknolojisini geliştirdiğinde, uzay araçlarını, silahlarını geliştirdiğinde Müslüman halklar sevinirdi.. Şimdi artık sevinecek bir durum kalmadı.. Ne diye sevinelim.. Bu gün Suriye halkını katleden silahlar yarın bizi de katledebilir. Suriye konusunda “farklı” düşündüğünü iddia eden arkadaşlar bizi “anti-militarizm” ya da “silahsızlanma” veya “barış” gibi kavramlara davet etseler daha tutarlı olurlardı en azından.. Ama onlar bizi İran’ın himayesine, Suriye’nin ve Hizbullah’ın güvenliğine çağırıyorlar.. Yok abi, kalsın..
 Şimdi diyeceksiniz ki bu konu “gezi parkı” meselesine nasıl bağlayacaksın? Aslında haklısınız nasıl bağlayacağız bakalım. İşin aslı gezi parkı son günlerde moda olduğu için Suriye kan gölünden bahsetsek kimse umursamaz biz de böyle bir yol denedik, desem kızar mısınız? Belki öyle ama ben yine de bunu bir yerinden gezi parkına bağlamayı deneyeceğim. Aslında AKP buralara nasıl geldi diye sorduğumuzda verilecek cevaplar bellidir. Yıllardır baskılara maruz kalmış Anadolu ve İstanbul halklarının desteğiyle ve tabi ki Amerika’nın da desteğiyle. Ayrıca AKP bu günlere “insan hakları, demokrasi, ileri demokrasi” gibi kavramların desteğiyle de geldi. Ama gezi parkında polislerin milletin çadırlarını yaktığını, kafasını gözünü yardığını, düşmana taarruz eder gibi halka saldırdığını gördüğümüzde, artık anladık ki AKP, inandığı bu değerleri ezerek muhalifleri sindirebilecek güce ulaşmıştı ve kendisini tıpkı diktatörlerin hissettiği gibi yenilmez hissediyordu. İşin ilginç yanı gezi parkı eyleminin başlangıcı kapitalizm karşıtı iken sonucu AKP karşıtlığı ve dahası içkici Kemalizm yandaşlığı şeklinde gelişti. İçlerinde çok samimi Müslümanların da bulunduğu eylem bir anda yön değiştirdi. Hadi diyelim ki olaylar yön değiştirsin ve Kemalistler gelsin meydana, o zaman onların kafasını gözünü yarma hakkınız var mı peki? Bu mantığın izahı şudur: Dün biz mazlumduk, bize yapılanları bu gün de biz sizlere yapacağız.. O halde dünün mazlumu bu günün zalimi olmaya hevesli diyebilir miyiz? Evet Kemalizm bir faşizm türüdür, Mustafa Kemal de bir diktatördür ama Kemalizm’i destekleyen binlerce insan “halk” değil midir? Atatürk’ün putperestleri yetmezmiş gibi şimdi bir de Tayyip’i putlaştıranlar çıktı. AKP’nin böyle bir şiddet yolunu seçmesi, iktidarın kibrine kapılması ve halkın bir kısmından aldığı meşruiyet ve gücü diğer kısmını ezmekte kullanması, sadece AKP’nin sonunu getirmekle kalmıyor, aynı zamanda halkın birbirine düşmesine ve toplumsal ayrılıkların derinleşmesine de sebep oluyor. Dahası bu halk kitlesi, Taksim’de polise taş attığı için “çapulcu” ya da “terörist” oluyorsa, Suriye’de halk polise ve askere kurşun sıktığında, Libya’da askere roket attığında, Çeçenistan’da uçak düşürdüğünde “özgürlük savaşçısı” olmaması gerekirdi. Demek ki yine başa döndük, benim diktatörüm iyidir mantığı.. Tabi AKP seçmen kitlesi yani Türkiye’nin neredeyse yarısı olan halk da boş durur mu, onlar da sosyal medyada Taksim eylemini terör ve şiddet eylemi olarak göstermeye çalıştılar. Herkes birbirine diş biliyor. Haklı yanları da olabilir tabi. Suriye’de milyona yakın insan yok olurken neredeydiniz diyenler, Kürdistan’da binlerce orman yakılırken neredeydiniz diyenler ve saire.. Sonra bunların niyeti ağaç değil baksana her şeyi yakıp yıktılar diyenler falan.. Kürdistan’da halk sivil Cuma namazı kılarken polis panzerleriyle dağıtılmıştı, namaz kılana bu yapılır mı falan dediydik, bize dediler ki bunların niyeti namaz kılmak değil falan.. Evet bütün bunlar devlet gücünü sevmenin, devletçiliğin yansımaları. Devletimiz var olsun, ne yaparsa haktır, gibi bir zihniyet var çoğunda. İtaat etmekten başka bir erdemi yok bazılarının da..
 Mısır’da da bahar geldi İhvan iktidar oldu dediler ama orda da gösteriler bitmedi. Orda da devlet halka şiddet uygulamaya başladı. Arkadaş AKP karşıtları halk değil mi? Ya da İhvan karşıtı Mısırlılar? Şimdi onlar ABD’nin oyununa mı geliyorlar? [fix cümle] Peki, o zaman herkes hakkını isteyecek ve herkes özgür olacaksa o zaman İslam yönetimi veya şeriat ne olacak? Yani şeriat yanlısı bir tutumla başladığım yazı nihilist ve post-modern bir tarzda mı bitecek? Önce şuna bakmak lazım: Müslümanlar kendilerini mi değiştirmek istiyorlar yoksa başkaları üzerinde tahakküm mü kurmaya çalışıyorlar? Biz dinle ilgili bir parti değiliz diyerek iktidara gelip güçlendikten sonra dinle ilgiliymiş gibi görünerek ve cami yapmaktan içki yasakçılığından bahsetmek gerçekten de böyle bir şeyi olabileceğini mi zannettiriyor bize? Bence iktidar ve güç sahibi Müslüman elitler kendilerini müslim (Allah’a teslim olan) kılmak yerine, daha kolay olanı seçiyorlar ve başkalarını teslim almayı planlıyorlar. Yoksa devlet bütün bankalarında faiz işletirken, tekel diye bir içki kurumunun sahibiyken, milli piyango gibi kumar kurumlarını işletirken, devlete bağlı genelevlerde köle olarak çalıştırılan kadınlardan vergi alırken ve işçiye hakkını vermezken, bütün okullarında Atatürk’e tapılacağına dair her sabah antlar içilirken ve bu iktidar bunu birkaç nesil yetişecek kadar uzun bir süre sürdürmüşken, şimdi birden dindarlaşacağını zannediyorsa, bu olmaz.. Dinimiz bellidir. Kemalizm’le karışık İslam kültür tortusu.. Aslında AKP döneminde Kemalizm kemale erdi, sanırım artık farklı fanteziler aranıyor. Bence Müslümanlar kendilerini değiştirmeli, helal damgalı gıdalar değil helal damgalı davranışlar aramalı, şeriatın gökten geleceği zannından kurtulup kendi yaşamlarında hâkim kılmalı, mal biriktirmeyi bırakıp paylaşmayı öğrenmeli.
 Türkiye garip bir ülke.. Taksim’de sadece Kemalistler yoktu, hatta başlangıçta onlar hiç yoktu, sonra geldiler.  Hatta daha sonra içki içip her şeyi yakıp yıkanlar çıktı ortaya. İnsanların haklı eylemini bir anda haksız hale getirdiler. [Bu da içkinin ne kadar iğrenç bir şey olduğunu ispatlar. Esasında Kemalizm içkinin bizi medenileştireceği inancıyla doğdu ve hala aynı inançla devam etmektedir, zihin kapasitesi bu kadar!] “Ne AKP liberalizmi ne CHP Kemalizmi” diye seslenen, “Mülk Allah’ındır” diyenler ve müslüman olarak AKP’yi protesto edenler ise arada kaynadı her zaman olduğu gibi.. Bu arada Facebook’a bakıyorum, herkes birbirine giydiriyor, herkes birbirine kin ve nefretle hitap ediyor. Bunun suçlusu politika değil midir? Çok inandığınız ve sizi oraya getiren demokrasi değil midir halkın talebi de? Madem demokrasiye, Batılı değerlere, insan haklarına, liberalizme, çoğulculuğa inandınız, o halde sonuçlarına neden katlanmak istemiyorsunuz? Neden halkı birbirine düşman edici söylemler geliştiriyor ve Firavun gibi kibirlenerek “biz karar verdik yapacağız, kimseye sormayacağız” gibi laflar ediyorsun. İnsanları birbirine düşman kılmak nedir? Diktatörlük budur bence.. İnsanlar facebook’ta “eyleme destek verenleri siliyorum, siz arkadaşım değilsiniz” falan diyorlar. Ya da tam tersi “polis şiddetini destekleyenler benim dostum olamaz siliyorum” diyenler. Belki hepsi de kendine göre haklıdır. Peki, Tayyip haklı mı? Bence hayır. 
Müslümanlara şunu söylemek istiyorum: AKP’yi savunacağız diye kapitalizmi, devlet terörünü, şiddeti ve tek-tipçiliği savunmayın, gaddarlıktır bu! Müslüman olacaksak samimi bir şekilde Müslüman olalım. “Müslüman olalım” diyorum, çünkü teorikte hepimiz müslüman olmakla birlikte pratikte aramızda [Türkiye’de] Müslüman olan bir elin parmaklarını geçmez. Evet geçmez. Müslümanlık nedir diye soracak olursanız, gelin tartışalım. Elbette bizim “şeraitle” yaşamaya çalışmamız gerekiyor, devrim de budur zaten! Ama “biz” kimiz, hani neredeyiz? 
Bu yazıyı şimdi bir gazeteye falan göndersem Atatürk’e saldırdım diye yayımlamaz, bi dergi var oraya göndersem Tayyip’e giydirdim diye koymazlar, solcu yerlere falan göndersem bazıları Esad’ı sever yazıyı beğenmezler bazıları da şeriat istedim diye geri çevirirler, en iyisi ben bunu yine parksesleri’ne koyayım. En fazla [taş çatlasa] üç kişi okur bu yazıyı. Olsun, o da bir şeydir.

muhammet çelik
SON VİDEO HABER

Uçakta olay çıkarıp, 'Türkiye'yi satın alırım' diye tehdit etti

Haber Ara