Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Kaybolan sadece balıklar mı?

Bahriye Kabadayı Dal ve Burak Dal'ın çektiği “Boğaziçi Balıkları” belgeseli, İstanbul Boğazı’nda balıkların, balıkçılığın ve buna bağlı kent kültürünün dününü bugününü gözler önüne seriyor.

13 Yıl Önce Güncellendi

2013-03-30 09:46:41

Kaybolan sadece balıklar mı?

TIMETURK / Haber Merkezi


Bahriye Kabadayı Dal ve Burak Dal tarafından çekilen ve “Tarçın Film” etiketiyle yakında izleyiciyle buluşacak olan “Boğaziçi Balıkları- Şehir, Deniz, Balık ve İnsana Dair” adlı belgesel, dünyanın en önemli balık göç yollarından biri olan İstanbul Boğazı’nda balıkların, balıkçılığın ve dolayısıyla şehir kültürünün geldiği noktayı tüm çıplaklığı ile gözler önüne seriyor.

“Boğaziçi Balıkları”, İstanbul Boğazı’nda tarih boyunca balıkçılığın önemini ve sürecini aktarmasının yanı sıra, balıkçılığın endüstriyelleşmesiyle, kentin “gelişmesiyle” birlikte bir yaşam kültürünün de ortadan kalkmasına işaret ediyor.

Dal çiftinin hem yönetmenliğini hem yapımcılığını üstlendiği “Boğaziçi Balıkları”, pek çok soruyu da beraberinde getiriyor…
Kılıç balıkları, orkinoslar, uskumrular hatta foklara ve daha pek çok canlıya ne oldu? Bununla birlikte endüstriyel balıkçılıkla birlikte zor günler yaşayan yerel balıkçıların, balığa çıktığı zamanki rakı muhabbetlerine ne oldu?

Mayıs ayı başında TRT Belgesel Günleri’nde gösterilecek şehir, deniz, balık ve insana dair belgesel “Boğaziçi Balıkları”nı yönetmen Bahriye Kabadayı Dal ile Bianet'ten Ekin Karaca konuştu.


“Kaybolan sadece balıklar mıydı?”



Boğaziçi Balıkları belgeselini çekmenizin nedeni ne?

2000- 2004 arası Foça’da “Rastgele Balık ve Deniz Belgeselleri” düzenleyen ekibin içinde yer alıyorduk. Bu sayede Foçalı balıkçılar başta olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerindeki balıkçıların sorunları, denizlerin sorunları, neler yapılması gerektiği gibi konularla ilgilenmeye başlamıştık.

Öte yandan İstanbul’da yaşıyoruz ve denizi seviyoruz. En önemlisi denizin hayatımızda daha fazla yer almasını istiyoruz. Bu genel birikim ve hislere, iki yıl kadar önce Karekin Deveciyan’ın kitabını keşfetmemiz eklendi.

Yazıldığı zamana göre (1915) hayli ilginç bilgiler içeren, çok detaylı ve keyifli bir kitaptı. İçerisindeki çizimler de çok hoştu. Hem bilimsel hem folklorik bir eser “Türkiye’de Balık ve Balıkçılık”.

Öte yandan kitabı keşfettiğimiz dönem tam da Greenpeace, Fikir Sahibi Damaklar gibi sivil toplum kuruluşlarının balıkların azalmasına dikkat çekmek için kampanyalar yürüttüğü, başlattığı bir dönemdi. Biz de geçmişten günümüze hem tarihsel hem de ekolojik bir belgesel yapmayı düşündük.

İlk sorularımız şunlar oldu: Yüzyıl başında bu kadar çok tür ve bu kadar çok balık varken şimdi biz neden sadece üç beş türden bahsedip bunların boyları üzerinden tartışmalar yaşıyoruz? Bu balıklar nereye kayboldu ve kaybolan sadece balıklar mıydı? Böyle giderse nasıl bir son bekliyor bizleri? Sorunların çözümü için neler yapılabilir?...


Çekim aşamasından bahseder misiniz? Çekimde ne gibi yöntemler izlediniz? Konuşulacak kişileri nasıl belirlediniz? Çekimler aşamasında herhangi bir sorunla karşılaştınız mı?

Öncelikle geniş bir okuma ve araştırma listesi oluşturduk. 1900 başlarından günümüze hem doğrudan konuyla ilgili hem de İstanbul ve deniz temalı kitap ve yazıları okumaya başladık. Bir yandan arşiv kaynaklarını inceledik.

Yüzyıllık bir süreci anlatacaktık ama sadece 2011-2012 yıllarındaki İstanbul’u ve denizi aktüel olarak kaydetme şansımız vardı. Hareketli arşiv görüntülerine, illüstrasyonlara ve fotoğraflara ihtiyaç duyuyorduk. Bu ihtiyaçları nasıl ve nerelerden karşılayacağımızla ilgili çalıştık, çeşitli görüşmeler yaptık.

Aşağı yukarı her belgesele başlarken yaptığımız gibi, “balık-deniz-insan-İstanbul” konularının bir kronolojisini oluşturduk. Şehrin tarihindeki gelişmeler –tarihsel, kentsel, demografik-, İstanbul’un vazgeçilmezi Boğaziçi’nin hangi evrelerden geçtiği, balık stoklarıyla ilgili veriler (bu konuda bugün artık var olmayan Hidrobiyoloji Enstitüsü’nün Balık ve Balıkçılık dergilerini taradık) vb...

Kimlerle söyleşi yapmamız gerektiği konusunda ise bir dağılım tutturmaya çalıştık. Öncelikle balıkçıları dinlemek gerekiyordu. Endüstriyel balıkçılığın değil, yerel balıkçının yanında durduğumuzdan öncelikle onlar yer almalıydı belgeselde. Sonra balıkçılığın geçmişini kendi deneyimleriyle aktarabilecek en az bir kişi olsun dedik. Konunun bilimsel yanı açısından bir akademisyene ihtiyaç duyduk. Güncel durumla ilgili çaba gösteren sivil toplum kuruluşlarıyla görüşmeler yaptık. Karekin Deveciyan, bahsettiğimiz kitabı yazarken İstanbul Balıkhanesi müdürüymüş, biz de bugünkü balıkhane müdürüyle görüşelim istedik.

Çekimde yaşadığımız sorunlara gelirsek, ufak tefek diyebileceğimiz sorunlar oldu tabi ki. Bazı balıkçılar bizi “grinpisçi” (bunu bir küfür yerine kullanıyorlar bu arada) zannettiğinden konuşamadığımız insanlar, giremediğimiz mekanlar oldu. Üstesinden gelemediğimiz sorunlar yok denecek kadar az bir bütçeyle tüm bu işleri kotarmaya çalışmaktan kaynaklandı. Filmde yer almasını gerekli gördüğümüz bazı çekimleri gerçekleştiremedik.


“Serçe parmağı kadar istavrit bile kalmayacak”



Belgeselde ilk dikkat çeken unsurlardan biri görüştüğünüz kişilerin önemli bir bölümünün gayrimüslim olması. Siz bunu neye bağlıyorsunuz? Türkiye’de balıkçılık ve balık kültürüyle azınlıkların bağıyla ilgili bir tespitiniz oldu mu?

Yerel balıkçılığı ön plana aldığınızda, eskiden bu şehirde var olan- hatta balıkçılık kültürünün oluşmasında önemli katkıları olan insanları da unutmamak gerekiyordu. Bunu hatırlatmak istedik ve şanslıyız ki anılarını bizimle paylaşan balıkçı Yani’yi, Agop amcayı ve balık ağı tamircisi Kirkor beyi bulabildik.

Çok eski zamanlardan beri İstanbul, balık ve balıkçılık açısından önemli bir yer olmuş, hatta Bizans döneminde paraların üzerine basılacak kadar şehrin simgesi haline gelmiş. Gümüş balıklarını eskiden Musevi balıkçılar avlarmış. Balık isimlerinin çoğu Yunanca kökenli. Yok olmadan önceki Kumkapı’da yaşayan Ermeni balıkçılar Silivri’den buraya göç etmişler. Bu ve benzeri pek çok bilgi ve anı İstanbul balıkçılığının farklı etnik kökenleriyle oldukça renkli bir tarihi olduğunu gösteriyor.


Belgesel çekim aşamasında yaptığınız çalışmalar ekseninde balığın, balıkçılığın bir kültür olarak şehre katkıları neler? İstanbul’un “gelişmesinin” balıkçılığa, balıklara ve balığın beraberinde getirdiği yaşam kültürüne tesiri ne oldu?

En başta denizle iç içe bir yaşamın vazgeçilmezleri balık ve balıkçılık. Şehre denizden baktığımızda ve özellikle 1950-60’lardan sonraki “gelişmesinin” pozitif yönde olmadığını düşündüğümüzde İstanbul’un yaşanabilir bir şehirden kaotik bir yaşam savaşı alanına nasıl dönüştüğünü de çok net görebiliriz.

Bugün sınırları dahi bilinemeyen ve daha da büyütülmek istenen İstanbul’da denizi hiç görmeden -dolayısıyla denize dair hiç bir fikri olmadan- yaşayan insanlar, çocuklar olduğunu biliyoruz.

Bir yandan da, yeni açılan dev akvaryumlar var, oldukça da ilgi görüyorlar. Yani aslında insanlar denizi, deniz altını merak ediyorlar ama şehrin bugünkü imkanları çoğu insana denizle-balıkla iç içe bir yaşam sunamıyor.

Öte yandan günümüzde Kanalİstanbul, üçüncü köprü benzeri, zaten çok azalmış olan doğal kaynakları yok etmeye ve nüfusu daha da şişirmeye dönük projeler yapıldığını görüyoruz. Günlük olarak boğaza hiçbir arıtma yapılmadan 2,5 milyon metreküp atık su deşarj ediliyor. Eğer önlem alınmazsa, elinde oltası Boğaz kenarında serçe parmağı kadar istavrit yakalamaya çalışan insanlar bile kalmayacak maalesef. Yüzyıl önce Arnavutköy sahilinden zıpkınla ton balığı avlanan Boğaz’dan bugün bu noktaya geldik.


Belgeselin bütününe baktığımızda temel sorunun çarpık kentleşme ile bilinçsiz avcılık ve tüketim olduğu görünüyor. Bu noktada sorunların aşılması için sizce ne gibi adımların atılması gerekir?

Evet sorunları böyle özetleyebiliriz ama kirliliği unutmadan. Hem evsel hem endüstriyel atıkların, arıtılmadan Boğaz’a dolayısıyla Marmara ve Karadeniz’e yollandığını düşünürsek deniz kirliliğinin boyutlarına dair bir fikir uyanabilir.

Bu konuda bireyler bilinçlendirilebilir, yerel yönetimlere ve hükümete bu sorununun çözümü konusunda baskı yapabilirler. Aşırı avcılıkla ilgili zaten filmin içinde çeşitli görüşlere ve önerilere yer veriyoruz.

Çarpık kentleşme ise, sahil otoyollarından şehrin genel ulaşım politikasına, denizin biyolojik özelliklerinden Boğaz’ın tanker trafiğine kadar pek çok alanla ilgisi var.

Çeşitli disiplinlerden kamu-özel- sivil kurumların şehrin ve insanların ortak çıkarları için biraraya gelebilmesi gerekiyor herşeyden önce. Buna balıkçılar da dahil. Günübirlik kaygılar bir yana bırakılıp uzun vadeli ve geleceğe dönük bir yaşam biçimi tahayyül edilmeli.


“Ben tutmazsam Yunan tutacak balığı" argümanı



Gidişattan balıkçıların da memnun olmadığı aşikar. Kendileri de bir bakıma bindikleri dalı kestiklerinin farkındalar. Peki, balıkçıları bu noktaya ne itiyor? Onların yaşadığı sorunları da gözlemleyebildiniz mi?

Endüstriyel balıkçılar, kabzımalların da dahil olduğu bir sistem içinde büyük maliyetlerin altından kalkabilmek için büyük oynamak zorunda. Sezonluk çalışan tayfalar, giderek büyüyen tekneler ve artan maliyetleri daha çok kazanca dönüştürme derdi söz konusu.

Yerel balıkçılık can çekişse de devam ediyor, ama bu alanda da ciddi bir kooperatif ataleti sorunu var. Tabi bu keşmekeş içinde balık çiftliklerinin ve küresel tekellerin rolünü de dikkate almak gerekiyor. Çiftlikler ile birlikte pazar ve fiyat kontrolünden bahsediyoruz.

Filmde bu meseleye kendimizi Boğaz ile sınırladığımız için değinmedik. Yerel balıkçılık hep devam edecek ama balık türlerinin endüstriyel olarak avlanması artık kar getirmez hale gelecek. Bu yüzden büyük balıkçılar “ne kadar kaldıysa hepsini ben tutayım” derdinde. Hatta bir de evlere şenlik argümanları var: “Ben tutmazsam Yunan tutacak bu balığı.”


Son yıllarda bilinçsiz balık avcılığı ve tüketimi konusunda toplumun bir kesiminde de olsa artan bir duyarlılık göze çarpıyor. Bunun olumlu yansımaları olduğunu düşünüyor musunuz?


Elbette. Küçük adımlar atılsa da önemli. Greenpeace’in “seninki kaç santim” kampanyası bir bilinç yaratma konusunda oldukça önemliydi. Fikir Sahibi Damaklar’ın lüfer koruma timleri artık bir Lüfer Bayramı’na sahipler, İstanbul’a armağan ettikleri bir bayram bu.

Çocuklara dönük daha fazla çalışma yapılması gerektiğini düşünüyoruz. Küçük yaşlardan itibaren bir bilinç ve duyarlılık oluşturabilmek çok önemli. Biz de ilk fırsatta belgeselimizin DVD’sini ve kitabını çıkarttıktan sonra oluşturduğumuz tüm bu deneyimi çocuklarla paylaşabilmek için yeni fikirlere kafa yoruyoruz bir yandan. Keşke daha fazla çalışma yapılsa bu konuda. Açıkçası filmde ele aldığımız her konuda ayrı birer belgesel film yapılabilir. (Bianet / Ekin Karaca)

SON VİDEO HABER

Iğdır'da AK Parti İl Başkanlığı binasına molotoflu saldırı

Haber Ara