Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Salih Mirzabeyoğlu: Bütün yönleriyle Kürt Meselesi

1992 yılında 'Kürt meselesi' çerçevesinde Salih Mirzabeyoğlu ile yapılan röportaj

13 Yıl Önce Güncellendi

2013-02-01 10:51:55

Salih Mirzabeyoğlu: Bütün yönleriyle Kürt Meselesi
ZENDPRESS- Sizce Kürt meselesi nedir? Türkiye ve Ortadoğu alanında neyi ifâde ediyor? Dünyadaki anlamı ve durumu nedir?


SALİH MİRZABEYOĞLU- Eşya ve hâdiseler, muhtevalarını kendilerine sorulan sorunun mahiyetine göre verirler; bu bakımdan, önce sorunun doğru sorulması ve mânâlandırılması gerekiyor... Rastgele sorunun baştan savma cevabı gibi olmasın diye, bunun belirtilmesini zarurî görüyorum; bu tavrımı, muhatabını mühimseyen ve ağzından çıkan sözün mesuliyetini duyan bir fikir adamının usűlü olarak kabul edin... Şimdi gelelim sorunuza: "Kürt meselesi nedir?" sorusu, bir "Kürt'ün meselesi nedir?" mânâsına, bir de "kime nisbetle?" ve "ne bakımdan?" soruları mânâsına alınarak cevablanabilir... Bu mânâlar çerçevesinde cevab verildiği ânda da, zaten Türkiye, Ortadoğu ve Dünya'daki anlamı ve durumu da belirtilmiş olur... Şayet "Kürt'ün meselesi nedir?" diye soruyorsanız, bunun malűm ve meşhur, "Kürt halkının horlanmışlığı, ezilmişliği, kimliğinin kabulü isteği, kendi kendini idare arzusu" gibi cevabları var ki, meseleye yeni bir bakış açısı getirmez... "Kime nisbetle?" ve "ne bakımdan?" mânâsına, meselâ Türkiye'ye, İran'a, Irak'a, Suriye'ye göre ve tarihî, coğrafî, siyasî veya iktisadî bakımdan muradıyla soruluyorsa, bu takdirde de mevzuun muhatabı o sahalarda aranmalıdır; çünkü meselenin bir yönü, mevzuuyla kayıtlı mahalli idrak olarak, kendi esas, usűl ve kurallarıyla iş gören ilim ve uzmanlık bahsidir... Bana gelince, beni "Kürt'ün meselesi nedir?" suâlinden çok, "Kürt'ün meselesi ne olmalıdır?" davası ilgilendiriyor... Meseleye bir dünya görüşüne nisbetle ve bir aksiyon mevzuu ve imkânı diye baktığım belli... Zaten böyle bir bakış, hem mahalli idrakın hakikatini murakabe edicidir, hem de "Kürt'ün meselesi nedir?" suâli etrafındaki açılımlarda yürüyücüdür.

ZENDPRESS- İslâmî açıdan Kürt meselesi nedir?..

SALİH MİRZABEYOĞLU- "Sizce Kürt meselesi nedir?" suâliyle aynı... Sorunuzun ne türlü anlaşılması gerektiğini biraz önce belirttim, buna göre cevaplayayım... Fikre nisbetle fert, sosyal sınıflar ve kavimler, zamanın tecelli ettiği mekân zaruretini ifâde ederler... Bildiğiniz gibi, hikemiyat ve felsefede ruha "zaman" ve maddeye de "mekân" izâfe edilir; BÜYÜK DOĞU İDEOLOCYASI'nın Mimarı Necip Fazıl'ın belirttiği üzere, keyfiyet, "zaman"ın ve kemmiyet de "mekân"ın ressamı... Bu çerçevede bakılınca, Kürt'ün meselesi de, Türk'ün meselesi de, Arab'ın meselesi de, Azeri'nin meselesi de birdir: Derinliğine ve genişliğine insan ve toplum meselelerini "İslâma muhatap anlayış"ın pırıldatıcısı olarak temsil etmek, İslâm'a nisbetle "zaman ölçüsü" tutturmak... Görülüyor ki, hem "kimlik" meselesini çok mühimsiyorum ve hem de "nasıl kimlik ve hangi kimlik?" sorusunun cevabını vermiş oluyorum; diğer bütün meseleler, buna nisbetle ele alınır ve mücadelesi verilir... Eğer dava bu şekilde ele alınmazsa, sözü geçen meselelere basmakalıp bir bakışın, hasta adama nazar edip de "bu adam hasta!" der gibi kaba tesbitten öte bir mânâsı yoktur!..

ZENDPRESS- Tarihî açıdan bakıldığında, İslâm, Kürt meselesine ne verdi, ne aldı?

SALİH MİRZABEYOĞLU- Bu sorunuzu da, bundan önceki sorunuzla bitişik olarak cevaplandırayım... Suyun başında oturan bir insan düşünün: Su, o adam için ihtiyacına cevab verecek bir imkânı temsil eder... Adam ondan faydalanmış veya suyun başında susuzluktan ölmek gibi bir garabete düşmüş, netice ne olursa olsun, "su açısından insan" diye bir soru şekli doğmaz; çünkü insan orada, kendi idrak ve aksiyonuna sunulmuş, onu yaşatacak bir imkâna muhatab... Doğrudan suyun zatî keyfiyetiyle ilgilenildiği yerde bile, o hakikati ifşâ eden insan sözkonusu; yâni, "insan açısından su", insana göre suyun zatî keyfiyeti... Bu çerçevede bakıldığı zaman, "İslâmî açıdan" veya "İslâm'a göre" ifâdeleri, İslâm'a muhatab olanın değerlerdirmesi şeklinde anlaşılmak gerekir... İzâh ettiğim husus, "tarihî açıdan bakıldığında, İslâm Kürt meselesine ne verdi, ne aldı?" sorusunun da cevabını teşkil ediyor... İslâm, insana, topyekűn insan ve toplum meselelerinin mutlak hakikat yönünden çözüm imkânını veriyor; o imkândan faydalanıp faydalanmamak, insana âit bir iş... Eğer İslâm ile Kürt meselesini, birbirinden ayrı ve birbiriyle karşılaştırılabilir iki unsur zannıyla ele alırsanız, "Türk-İslâm sentezi" gibi şişeyle suyun sentezinden bahsedercesine bir fikir kelliğine düşülmüş olur... Dikkat ediyorsanız, "İslâm ne aldı?" sorusunun geçersizliği açık... Ancak bu sorunun "İslâm'a bakış" bahsine vesile bir yanı var ki şu: İslâm, mutlak fikirdir... Bir şey söylemek için herşeyi söyleme, Kâinat'ın hen ân yeniliği içinde herşey söylenemeyeceğine göre de, "Mutlak Fikir"e nisbetle söyleme şartının cevabıdır bu vasıflandırma... Bu vasıflandırmanın kitablık bahisler hâlinde işlediğimiz ölçülendirmeleri bir yana, son tecritte iş, "ya İslâm veya hiç!" noktasına varır... Aynı soruyu, "Mutlak Fikir" ile "beşeri sistemler" arasındaki farkı gösterici diye de ele alabiliriz: Her beşerî sistemin kesinlikle kendisini belirleyen çevre şartlarına bağlı tarihî bir yanı vardır ve bu yüzden pörsümeye ve geçersiz kalmaya mahkűmdur... Eğer biz Kürt meselesinin yönlendirdiği böyle bir sisteme taraftar olsaydık, alâka nisbetleri içinde "ne verdiği" sorusuna muhatab olurduk... Gelelim "tarihî açıdan" meselesine: Tarihîlik, hâlihazır idrak keyfiyetinden, bu idrak keyfiyetine nazaran tarihi mânâlandırmağa, tarih felsefesinden, kronolojik tarihe ve vesika tesbitine kadar geniş bir yelpazeyi kapsar... Bu geniş yelpazede benim bulunduğum nokta, İslâm'a muhatab anlayışın dünya görüşünü temsil eden Büyük Doğu-İbda sistemi ve anlayışıdır; İslâm'a muhatab anlayışın idrak keyfiyeti ve bunun dünya görüşü mânâsına tarihîlik... Bu "tarihî-zamanî şuur"a nisbetle Kürt'ü tarihte seyretmek de, meseleyle ilgili tarihçilerin işi; ve kitablık meseleler... "İslâm, Kürt davasına ne verdi, ne aldı?" derken, şayet "almak" lâfını "Kürt'ün İslâm'a hizmeti ne oldu?" şeklinde mânâlı kılarsak, sadece hizmet davasını değil, İslâm'ın Kürt'e ne verdiğini hem de sözünü ettiğim idrak keyfiyetine nazaran tarihîlik bahsini de içine alacak şekilde misâllendirebilirim: İslâm'a muhatab anlayışı örgüleştiren Necip Fazıl'ın ve benim bağlı olduğumuz Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri, Kürt beldelerinde yetişmiştir... Bu harika yetmez mi? Türk'ün, Kürt'ün veya Arab'ın bürünmesi gereken hüviyetin remz şahsiyetleri bu soydan insanlardır!.. Haçlı seferlerini bozguna uğratan Selâhaddin Eyyűbî Hazretleri gibi bir serdar Kürt değil miydi?.. Alpaslan, Anadolu'ya geldiğinde Bizans ile savaşlarında, Malazgirt zaferinde İslâm ordusu safında yer tutan Kürtler?.. Yavuz Sultan Selim'in İran ve Mısır seferleri?.. Abdülhamid Han'ın, "Hamidiye Paşası" diye anılan Kürt Paşalarının yararlıkları?.. Moskof'a karşı Kürdistan müslümanlarının direnişi?.. Vesaire, vesaire...

ZENDPRESS- İslâm ordularının Kürdistan bölgesine girişinin ilk yıllarında yaklaşık 130 bin kişi öldürüldü... Bu "tebliğ"e uyar mı?.. Yine bu irtibat içinde, Kürtlerin sık sık ilk dinleri olan Zerdüştlük'e irca etmelerini nasıl yorumlamak gerek?.. Benzer biçimde, Yezidilik'in durumu nedir?

SALİH MİRZABEYOĞLU- "Evet, tebliğe uyar!" veya "hayır, uymaz!" dememin pratik bir faydası yok... Aynı dilden konuşuyor ve aynı şeyden bahsediyor olmamız için, önce İslâmî ölçüleri ve sonra muhatab anlayış olarak ona nisbetle ölçülendirme ölçülerini vereyim; bu vesileyle mesele de konuşulmuş olsun... Önce "kavmin hakikati nedir?", bunun üzerinde duralım: Kur'ân'da, insanların kavimlere ayrılması hikmeti, "birbirlerini iyi tanımaları için" diye buyurulmuştur... Demek ki, insanların kavimlere ayrılması hikmeti, "varlık" ve "oluş" bahsini de kapsayıcı bir şekilde ifâde edersem, "aslın görünebilmesi için gerekli araz" hükmündedir... Hayat bu arazlardan yürür... Araz, "herşey zıddıyla kâimdir" hakikatinden "fark"a kadar sarkan bir mânâdadır; "ümmetimin ihtilâfı rahmettir!" buyuran Allah Resûlü'nün sözü dairesindeki binbir hikmetten biri hâlinde hem bu ikinci husus görülür, hem de kavim üstü "ümmet" esasına nisbetle "kavim" hakikatinin ne olduğu... Şu ölçü de O'nun: "Kişi, kavmini sevmekle kınanamaz!"... Kavim, fikrin tecelli imkânıdır; buna nisbetle de, İslâm'ın hakikatine yaklaşıldığı kadar kavim hakikati ortaya çıkar... Yâni Kürt, Türk veya Arab, ilkel bir psikoloji içinde kavmiyle kuru kuru böbürlenen değil, İslâm'ın hakikatini yaşatandır... İnsan veya kavim, bu hakikate yaklaştığı kadar azizleşir, uzaklaştıkça da süflileşir... Anlaşılıyor ki değer keyfiyettedir; şu veya bu kavme mensub olmak kimsenin kendi elinde değildir ve insan ancak kendi emeği derecesinde şereflenir... Bizim müslüman olarak Türk, Kürt veya Arab diye hiç kimseye sadece kavminden dolayı bir dalkavukluk tavrımız yoktur ve müslüman hangi kavimden olursa olsun, kavim üstü "ümmet" esasına nisbetle kardeşimizdir; müslüman olmayan da düşmanımız... Baştan beri yaptığım açıklamaların, aslında her fikir için geçerli bir yanı var... Biri de şu: Bir fikir kendini ortaya koyduğu ânda, zıddını da işaretlemiştir ve bu demektir ki, madde veya mânâda imha hedefini de belirlemiştir... Şimdi en başa dönersek: İslâm ordularının Kürdistan bölgesine girişinin ilk yıllarında 130 bin Kürt öldürülmüş olmasının, böyle bir vakıa var mı yok mu, 130 bin kişi mi 30 bin kişi mi diye üzerinde durulmasının fikrî bakımdan bir mânâsı yok... İslâm ordusu, Arab ile de, İran ile de, Azeri ve Çerkes ile de, Türk ile de savaştı; ve tarihî süreç içinde ordu da, bu kavim unsurlarından oluşuyor zaten... Lâfa lâf cevab isterseniz; aşiretlerin birbiriyle savaşmaları, Barzanî ile Talabanî'nin dalaşmaları, PKK'nın fikir ayrılığı veya "işbirlikçi, hain" vesaire diye öldürmeleri?.. Öte yandan, "halkların kardeşliği" diye kendi halkından olanı öldürenle, Türk milliyetçiliği için Türk komünistini öldüren?.. Bu çerçevede sonsuz misâl verilir... Kısacası; savaşların değerlendirilmesi, "neden" ve "niçin" şeklinde sebebler manzűmesinin kıymetlendirilmesine tâbidir... "Bu tebliğe uyar mı?" meselesine gelince; cevabı ortaya çıktı ama, üzerinde duralım... Bir takım İslâmcı geçinen iptidaî ahmaklarla, İslâm dışı çevreler, bu çerçevedeki ifâdeyi umumiyetle, gűya İslâmî bir şey anlatıyor zannını uyandırmak için kullanırlar; yâni ne dediklerini bilmeden, kartpostal ve aksesuar olarak... Meselâ anlattığım şu kadar şeyden bir şey anlamaz iptidaî bir mezhepsiz veya Şiî, bunu perdelemek için "bizim metodumuz tebliğ!" der, çıkar işin içinden... Oysa, "tebliğ-bildirme", "tebliğ metodun ne?" şeklinde, metoda mevzu olandır ki, bu durumda "metod" değildir... Tıpkı, "Ali'nin kalemi" dersin de, "kalemin Alisi" denemeyeceği gibi... Öte yandan; tebliğ, her fikrin kendini ortaya koyduğu ândan itibaren başlayan bir hâdisedir, çünkü fikir zaten "bildirilebilme" ve "bilinme" ile doğan bir keyfiyet olarak, onun hem sebebi ve hem de neticesidir... Her fikrin kendini ifâdeye dair bütün hareketleri, "tebliğ"in kapsamı içindedir... Bu çerçevede bakıldığı zaman, "tebliğ"in "metod" ifâde edici yanı görülüyor ki, "bizim metodumuz metod" gibi bir saçmalık... Sorunuza dönersek: Tebliğ, fikrin kıymetine ve bu fikre nisbetle hareketin değerlendirilmesine âit bir iş olduğuna göre, İslâm'da da savaşmanın yeri bulunduğuna nazaran, tebliğe uygundur!.. "Kürtlerin sık sık ilk dinleri olan Zerdüştlük'e irca etmelerini nasıl yorumlamak gerekir?" suâline gelince... "Zerdüştlük'e irca edilmeleri" mi denmek isteniyor, yoksa Kürtlerin kendilerini Zerdüştlük'e irca etmeleri mi?.. Birinci şıkta, tıpkı Batı'da Türkler'in İslâm'la alâkasını pörsütmek üzere Bizans artıklarından Frigya çanaklarına kadar herşeyi "Anadolu Kültürü" hikâyesiyle kaide yapmak gibi, Kürtler'in İslâm'la alâkasını perdelemek üzere şovenist, dinsiz taktik... İkinci şıkta ise; Kürtler'in, -bahse değmez azınlık hariç-, kendilerini Zerdüştlük'e irca etmelerine dair bir müşahede sahibi değilim... Aslında kibar cevab verdim, hakikatin incinmemesi için şöyle demem gerekir: İstisnanın kaide yerine konması gibi, bu çok uydurma bir genelleme olur... Eğer denildiği şekilde bir durum olsaydı, o zaman da cevabım şu olurdu: Bu, Kürt kavminin ahmaklığını gösterir ve ziyafet sofrasından kalkıp solucan atıştırmaya benzer bir hâldir... İşin en başında söylemem gereken de şuydu: Zerdüştlük putperest bir din, Kürt de kavim olduğuna göre, din ve kavim birbirine irca edilebilir unsurlar değildir... Yezidîlik?.. Maymun seyri kıymet derecesinde bir folklorik özellik olarak ele alınabilirse de, derinliğine ve genişliğine bahse değer bir keyfiyet değil!..

ZENDPRESS- Hazret-i Ali döneminden başlayarak Kürtler, İslâm devletlerine çok az destek oldular?.. Buna karşılık o dönemden sonra Emevi ve Abbasi dönemlerinde, devlete karşı hemen her türlü isyan ve zıddı olaylarına, hemen hemen istisnasız katıldılar?.. Nasıl açıklarsınız?..

SALİH MİRZABEYOÐLU- Sorunuzu değil de, sorunuzun muradını anlayabilmiş değilim... Ama tarihî gerçekleri aksettirdiğini farzederek cevablandırayım... Tek tek insanlardan meydana gelen kavim, her devirde, içine çiş de, süt de doldurulabilecek, her ikisini de kabule müsait bir kaptır; idrak ve iradesi hangisini kabul ederse... Ve herbiri kendi nefsinden ve zaman diliminden mesul... Eğer Hazret-i Ali devrindeki durumlarını bir İslâm karşıtlığına nişâne diye görüyorsanız, bu o devirdekilerin istidatsızlığını gösterir... Dikkat ediliyorsa, söyleneni doğru değerlendirilmiş farzederek cevabladım... Oysa, meselâ Hazret-i Ali mutlaka haklı ve Hazret-i Muaviye ise haksız değildi... Bunun yanında, genellemelerden kaçınmak lâzım: Meselâ, Hazret-i Hasan veya Hazret-i Hüseyin'in Kerbelâ'da kendilerine imdat için yola çıkan -fakat yetişemeyen- Kürtler hakkında, Allah'ın soylarını yüceltmesi için duası vardır... İşin ötesini tarihçilere havale ediyorum!..

ZENDPRESS- İslâm'ın İlâhi nizâm ve dolayısıyla ebedî bir nizâm olduğu, üstelik Cihanşumul bir özellik taşıdığı ileri sürülüyor. Ama bir de olaylara bakıldığında, İslâmiyet'in ilk dönemlerinde (Asr-ı Saadet denilen Hazret-i Muhammed dönemi) bile kavmiyetçiliğin bir çeşidi veya evveli olan esbetçilik (Kabilecilik-aşiretçilik)i bile önleyemediği, daha sonraki dönemlerde, özellikle Emevî devrinden başlayarak, adım adım kavmiyetçilik karşısında gerilediği, neredeyse İslâmî özün kavmiyetçi biçim ve özlerle karıştığı görülüyor. 19. ve 20. yüzyılda ise İslâmiyet, kavmiyetçilik karşısında büyük bir gerileme gösterdi. Osmanlı gibi bir toplumda, Arap, Kürt, Ermeni, Türk, Çerkes, Arnavut unsurları ön plâna çıktı. Bunun anlamı nedir?.. Bugün bile İslâmiyet, bir İran kavmi niteliği veya Arap kavmi niteliğini aşamıyor?..

SALİH MİRZABEYOĞLU- İslâm İlâhî bir nizâm olduğuna göre, "üstelik Cihanşumul bir özellik" eki gereksiz; "üstelik" mânâsız... Bahsedilen özellikleri "taşıdığı ileri sürülüyor" diyorsunuz... Yerinizi belirtmek için soruya soruyla karşılık vereyim: Siz buna katılmıyor musunuz? Herşeyden önce, eşya ve hâdiselerin her ân yeniliği içinde gelişen veya değişen insan faaliyetinin ürünü fikir ve sistemle, "Mutlak Fikir" arasındaki farkı dikkate almak ve "Bütün Fikrin Gerekliliği" hakikatinin idrak edilmesi lâzım... Aynı çerçeve içinde, "Mutlak Fikir" olduğuna inanılsın veya inanılmasın, "Mutlak Fikir" iddiasındaki bir fikre yaklaşabilmek için gerekli fikrî meseleler ve ölçülendirmelerin ne olduğunun bilinmesi lâzım... Bunları binbir yönden ve binbir kere kitaplar boyu izâh ettiğim için, hem lüzum ve hem imkân bakımından burada ifâde şartlarından uzağım... Şunu da ilâve edeyim: Muhatabını, onun söylediği mânâda anlamadan, yâni ne dediğini bilmeden yapılan bir eleştiri, yanlıştır... Bu dava, "Asr-ı Saadet devri" için söyledikleriniz hususunda da geçerli; "sahâbe"nin rolü ve mânâsı hakkında hiçbir ölçü ve ölçülendirme sahibi olmadan o dönemden bahis, uçma müşterekliğinden dolayı kartalın vasıflarını sineğin özellikleri ile açıklama gibi bir yanlışa varır... Meseleye her fikir için geçerli bir başka yönden de bakalım: Doktorun, hastanın ihtiyacına karşılık olması gibi, insan ve toplum meselelerinin hâlli iddiasındaki bir sistem de, insan ve toplum meselelerinin hâlli ihtiyacına bir cevab teşkil eder... Dikkat edilsin: Meselelerin hâlli ihtiyacı... Bu ihtiyaç, mihrakında insan bulunan geniş mânâda hayatın tezahürlerinden doğuyor... Zaten, ihtiyaçlar arazdır ve araz olmasa hayat yürümez, donar... Neticede bu iş, son tecritte "her şey zıddıyla kaimdir" hakikatine çıkar... Ve bir daha tekrara lüzum kalmasın diye, yine sorunuzla ilgili olarak şu ölçülendirmeyi söyleyeyim: Bir sistemin uygulamaya geçirilişinde, şüphesiz o sistem adına yapılan yanlış uygulama, o sistemin yanlışlığını ortaya koymaz... Ancak, hayatın çok yönlülüğü yüzünden, pratik sistemin dışında görüntüler vermesi ve yeni tatbik ve tecrübe neticeleriyle değişen bilgi ile, sonuçta sağlanacağı söylenen yapının gerçekleşebilir olmadığı gösterilebilir; çağımızda yaygın uygulama alanı bulan beşerî sistemlerin yanlışlıkları da, sistem adına yapılan yanlış uygulamadan değil, sınırlı tetkik ve tecrübe neticelerinden elde edilen bilgilerle kurulmuş düşünce sistemleriyle "mutlak prensipler"in elde edilemeyişinden ileri gelmektedir... Bu ölçülendirmeye nisbetle, tenkit İslâma mı, yoksa uygulanışına mı; bunun belirtilmesi gerekir... İslâm'ın kavmiyetçilik karşısında gerilemesi meselesine gelince... Çok genel bir hükümle, hem ayrı ayrı ele alınması gereken devirler hakkında tarihî bir çarpıtma sözkonusu, hem de bu mevzuda Büyük Doğu'nun tarih muhasebesi bilinmediği için, bizzat İslâm'ın suçlanması... Önce şuna dikkat çekeyim: "Emevi devrinden başlayarak" diyorsunuz ama, bir sürü milleti içinde barındıran Osmanlı Devletini unutuyorsunuz... Ne isminde, ne idare yapısında -ki Osmanlı'nın sonuna kadar bütün İslâm devletlerinin umumî çizgisi budur- kavim davası yoktur... 19. ve 20. yüzyıldaki perişanlığa gelince, şöyle bir misâl vereyim: Toprak, su ve havayı bir fikir terkibinin unsurları farzedersek, baba varlık ve bolluk içinde yaşamışken, aynı unsur şartlarına malik oğlu yoksulluk ve züğürtlüğe düşmüş... Bu neyi gösterir?.. Oğulun ahmaklığını, istidatsızlığını, tembelliğini vesaire... Sanıyorum "bunun anlamı" ortaya çıktı... "Bugün bile İslâmiyet, bir İran kavmi niteliğini yahut Arap kavmi niteliğini aşamıyor" şeklindeki ifâdenize gelince, bunu çok baştan savma karşıladığımı belirtmeliyim: Her şeyden önce "bugün bile" ne demek?.. Bugün İslâmî tatbikin tekâmülünde bir zirve değil ki!.. Yemyeşil bir ağacın kuruma safhalarından geçtikten sonra oduna dönmüş hâline bakıp, sanki bu bir tekâmül imiş gibi, "bugün bile yeşil değil" dercesine!.. Üstelik, hırdavatçı dükkânının üstüne "eczahâne" levhası asmakla nasıl içindeki malzeme değişmezse, bugün "İslâma muhatab anlayış"ın sistemini ifâde eder bir devlet yok ki; zaten İslâmiyet'in bir İran ve Arab kavmi niteliğini taşıdığını söylerken, bunu farkında olmadan siz belirtmiş oluyorsunuz... Eğer sözünüz bir fikir kastı ile söylenmiş ise, sözü daha fazla uzatmadan kendimi örnek vereyim: "İslâma muhatab anlayış"ın dünya görüşüne mensub ben varım karşınızda... Biz, Büyük Doğu-İbda olarak, kuru odun cinsi oluşumların sahiblenicisi ve avukatı değil, o oluşumların, kendi fikir ve aksiyon imkânımız bakımından muhasebecisiyiz!..

ZENDPRESS- İlginç değil mi, İslâm'ı ezenlerin hepsi de İslâm ülkeleri?.. Dün de öyleydi bugün de?.. İran, Irak, Suriye, Türkiye vesaire.

SALİH MİRZABEYOĞLU- "Dün" demeniz?.. İlginçliği şurada: Her dağın, yüksekliğince çukuru olur... Bugün İslâm ülkelerinin rejimleri -İran ayrı fasıl-, Büyük Doğu Mimarı'nın "tersine mucize" diye vasıflandırdığı sırrı ifşâ edicidir... Allah'a ve Kâinat'ın Efendisi'ne bağlılığın nurlu idrakına malik iken, aksiyon fezasında yaşayanlarla, o nuru kaybettikten sonra kütleşen bünyenin düştüğü perişan hâl; nur gitti, pil bitti... Pilin neden bittiğinin idrakı da kalmadığı içindir ki, dediğiniz hâl... Fakat bunun yanında, gerek ihtiyaç ve gerekse çözüm sırasında bugün meselenin idrakı safhasında yaşandığı, bunun sancılarının çekildiğini söyleyebiliriz!..

ZENDPRESS- Derginizin bir sayısında Yavuz Sultan Selim'in mirasını sürdüreceğinizi söylüyorsunuz, bir yandan da Kürt meselesine sahib çıkmaya çalışıyorsunuz?.. Oysa Yavuz, Dersim'li Kürtleri kesip asan birisi değil miydi?.. Yine aynı Osmanlı 1830'lardan başlayarak Kürt prensliklerini (Bedirhan, Bâban vesaire) tasfiye etti?

SALİH MİRZABEYOĞLU- Yavuz Sultan Selim'in mirasının sürdürüleceğini haykıran dergi Taraf isimli dergidir... İbda Fikriyatı'nı, kendi hususiyetine ve oluş mizacına göre yürüten bir cephe... Adresi böylece belirtmemin sebebi, fikri benimsediğim, fakat ifâdecisi ben olmadığım bakımındandır; yâni dergiyi ben çıkarmıyorum... Benimsiyorum, çünkü dergide belirtildiği üzere Yavuz Sultan Selim, İslâm birliği davasının sahibi adamdır; bu davanın büyük aksiyoncusu, remz şahsiyetidir... Bu davanın önüne kim çıktıysa, bertaraf etmiş ve etmeye çalışmış bir kahramandır; kendi kardeşinden tutun da, Şiî sapıklarına ve Mısır seferine kadar hep bu gaye ile tepelemiştir... Daha önce de belirttiğim gibi, Osmanlı bir kavim değil, kavimlerin harman olduğu bir "ümmet" devletidir; İslâm'ın hakikatini temsil eden Sünni Kürtler de, bu davada Yavuz Sultan Selim'e özellikle yardım etmişlerdir... Aslında doğrudan doğruya şunu söylemem gerekirdi: Öldürmenin kendi başına "iyi-kötü" değerlendirmesi olamaz... Yeri gelir, Üstad'ımın söylediği gibi, "mikroba merhamet, hastaya merhametsizliğe varır!"... Yavuz'un tepelediği, Şiî Kürtlerdir; şimdi kontrgerillanın Hizbullah diye meşreblerinde örgütlendikleri ve düzen adına PKK'ya karşı çıkan zümre... Söz PKK'dan açılmışken, "sözde Kürt'ün meselesine sahip çıkıyor ama, hep Kürtleri öldürüyor" desek?.. Üstelik Yavuz Sultan Selim ve Ulu Hakan Abdülhamit Han, Kemalist rejim adına kalem yürütenlerin "Kürtlere yüz verdi, Kürtçülük şuuru bunlarla uyandı!" diye buğz ettikleri iki isimdir... Aynen, "Kürtlere yüz verdiler!" derler; "Kürt diye diye, bu Türkleri ayrı kavim zannettirdiler!"... Altını çizdiğim bu husus, "Kürt meselesine sahip çıkmaya çalışıyorsunuz" ifâdenizin çeşitli yanlışlıklarından birini de göstermiş oluyor!.. Sorunuzun son faslına gelince... Yavuz Sultan Selim'den sonra Osmanlı genellemesine atlayarak 1830'lardaki tasfiyelerden bahsetmenizi, hâdiselerin muhasebesi yönünden bir zaaf olarak görürüm: "İyi adamın kelek oğlu" hesabı, oğulun vasfı babanın mümtaz şahsiyet olduğu hakkındaki hükmü bertaraf etmez... Osmanlılar, ümmet olarak -ki Kürtler de buna dahildir- İslâm'ı temsil ettikleri kadar yükselmiş, temsil liyakatini kaybettikleri nisbette de gerilemiş ve çökmüşlerdir... Dikkat ediliyorsa, sözü geçen tasfiyelerin şartları üzerinde değil de, muhakeme usûlünüz üzerindeyim... Başka bir yönden: Meselâ, Anadolu birliğinin sağlanması safhasında, bir sürü Türk beylikleri de tasfiye edilmiştir... PKK'nın, "gayeye o türlü değil de, bu türlü ulaşılır" diye, metod ayrılığından dolayı -hem de Kürtçü olmasına rağmen- tasfiye etmeye çalıştığı Kürt örgütleri?.. Demek oluyor ki, haklılık-haksızlık değerlendirmesi ayrı şeydir, gücün haklı kullanılıp kullanılmaması ayrı şeydir, bayrağın gücü olanda kalmasının tabiîliği ayrı şeydir, herkesin kendi yönünden haklı olup da gücün tayin edici rol oynaması ayrı şeydir!.. Gelelim, verdiğiniz tarih (1830) dönemine:

- "19. yüzyılın başlarında problem hâline gelenlerden Vidin'de Pazvantoğlu, Rumeli'nde Tirsinikli oğlu İsmail Ağa ve Dramalı Mahmut Paşa, Yanya'da Tepedelenli Ali Paşa, Tırhala'da Tıfılboz, Manisa'da Kara Osmanoğlu, İzmir'de Kâtibzâde, Yozgat'ta Çapanoğlu, Sivas'ta Kadıkıran, Trabzon'da Tuzcuoğlu, Muş'ta Emin Paşa, Ravanduz'da Mehmed Paşa, Cizre'de Bedirhanîler, Süleymaniye'de Babanlar vb. olmak üzere sayısız mütegallibe ve derebeyi sayılabilir. Bu bölünmeyi, dağılmayı durduran, imparatorlukta otoriteyi ve devlet nizâmını hâkim kılmak için amansız bir çabaya girişen Sultan 2. Mahmud olmuştur."

Altını çizdiğim bu husus, ısrarla Osmanlı ile Kürt'ü karşı karşıya gösterme çabasının sakatlığını gösterir; dikkat edilirse, -haklılık, haksızlık davası bir yana-, devlet ve devlet içi çeşitli bölgelere âit meseleler karşılaşması var... Aynı eserden:

- "Çıkarları ve şahsî nüfuzları kırılan mahalli Bey ve ağalar, bu kez İbrahim Paşa ile devlete karşı anlaşmaya giriştiler, ne var ki, yıllardan beri yerli beylerin, ağaların, şeyhlerin nüfuz ve otorite kavgasında oyuncak olan, fakat gerçek selâmetin devletin yüce hâkimiyetinde olduğunu sezen halk, bu yaklaşmalara seyirci kaldı. Halktan gerçek desteğini bulamayan mütegallibenin bu teşebbüsleri de bir sonuç vermedi. 1848 ve 1850 yıllarında yapılan harekât sonunda Cizre'den Bedirhanî, Süleymaniye'den Baban ve Hakkari'den de Nuri Bey'in despotluklarına son verilerek Osmanlı devlet nüfuzu İran hududuna kadar yayılmış oldu."

İsmet Parmaksızoğlu'nun resmi görüş doğrultusunda yazılmış "Tarih boyunca Kürt Türkleri ve Türkmenler" isimli kitabından altını çizdiğim husus, Bedirhaniler ve Babanların 1830 değil de 1848-1850 yıllarında tasfiye edildiklerini gösteriyor ki, bildiğiniz gibi 1839 Tanzimat Fermanı, hâlen solun ilericilik adına şakşakladığı bir hâdisedir... M. Salih San tarafından yazılan "Doğu Anadolu ve Muş'un İzâhlı Kronolojik Tarihi" isimli kitabtan:

- "1839 yılında Büyük Mustafa Reşit Paşa, Gülhane Hattı Humayunu ile Tanzimat devrini açtı. Tanzimat idaresi kurallarına göre, beyliklerin kaldırılması lâzımdı. Bu arada Muş'taki bağımsız Beylerbeyi Alâaddin Paşa'nın evlâtlarının da saltanatına son verilecekti."

Aynı eserde, Alâaddin Paşaların tasfiyesinin civar aşiretler tarafından memnuniyetle karşılandığı da belirtiliyor... Henüz gerçek anlamda Kürtlerin tarihi yazılmamış olduğu için, bazı olayların ve gerçeklerin saptırılması, Kemalist görüş çerçevesinde bir takım -Osmanlılar için de olduğu gibi- uydurma yorumlar bir yana, Alâaddin Paşalardan bahsetmemin sebebi, Mirzabey'ler ile akraba, bir şecere kopyasına nazaran da aynı kökten olmaları... Bu husus size iki bakımdan çok şey söylemeli... Birincisi; İslâm davasının kavgacısı olmam bir yana, sizin ölçünüzle de "meseleye sahib çıkmaya çalışıyorsunuz" sözünün muhatabı değilim... İkincisi; hak ve hakikat kaygısını her türlü şoven duygudan üstün tutmam ki, değerlendirmelerime ayrıca kıymet katsa gerek... Bu hususlar gözönünde tutulursa, Kürt aşiretlerin birbirlerini tasfiye hareketleri yanında, sözünü ettiğiniz tasfiyelerin bir Osmanlı karşıtlığı olarak kullanmada sözünün bile edilemeyeceği gerçeğini belirtmemin, tartışma götürmeyeceği açıktır!..

ZENDPRESS- Kemalizm ve Kürt meselesini nasıl izâh edersiniz?

SALİH MİRZABEYOĞLU- Kemalizm ile Kürt meselesinin karşılaştırılması, ikisinin de ne olduğu malűm farzedilerek, yâni iki malűmun karşılaştırılması şeklinde olur ki, bugün için böyle bir anlayış ortalamasından bahsedilemez... Farklı bakış içinde, ortada bir sürü uydurma tasvir var... Evvelâ, bir dünya görüşü ve sistem olarak Kemâlizm nedir?.. Hemen söyleyeyim ki, insan ve toplum meselelerinin hâlline dair bir Kâinat muhasebesi ve "yaşanmaya değer hayat hangisi?" ıstırabının mahsulü bir dünya görüşü ve sistem haysiyeti yok ortada; eğrisi-doğrusu bir yana, böyle bir sistem yok ortada... Necip Fazıl'ın dediği gibi, 6 ok diye sıralanmış bir pusulacık... Kemâlizm'i ancak, neye taraftar olduğuyla değil de, neye karşı olduğuyla malűm bir anlayış çerçevesinde mütalâa edebiliriz: Meşhur "lâiklik" ilkesi, yâni İslâm düşmanlığı... "Lâiklik din düşmanlığı değildir!" cinsinden tekerlemelere gelince; bunlar ne lâikliğin ne olduğunu biliyorlar, ne de İslâm'ı tanıyorlar... Nedir lâiklik?.. Beylik tarifiyle, "din ve vicdan hürriyeti"... Demek ki lâiklik, "hürriyet" bahsi içinde bir kategori... Mesele konuşalım: Hak ve hürriyetler, mükellefiyet ve zorunluluğun olduğu yerde sözkonusudur... Mükellefiyet ve zorunluluk da, hakikati belirttiği yerde, kendisine uyulduğu nisbette hürriyetin ifâdesi olur; çünkü bu mânâda "zorunluluk", angarya değil, insan varlığının "oluş" şartı ve imkânıdır... Necip Fazıl'ın ifâdesiyle, "hürriyet, hakikate esaretten sonra hürriyettir!"... Demek ki, bir dünya görüşü, hürriyetin hem gayesi ve hem de neticesidir... Şimdi sormak lâzım: Güneş olmadan ışığından bahsedilemeyeceğine göre, olmayan dünya görüşüne ve sisteme nisbetle lâiklik neyin nesi?.. Batı'da lâiklik, "Yunan aklı, Roma nizâmı ve Hıristiyan ahlâkı" diye formüle edilen bir hayat tarzının tarihî seyri içinde ortaya çıkmış bir dava... Herşeyden önce Hıristiyanlık, dünya nizâmı vazetmeyen bir ahlâkî prensipler manzumesi; dünya nizâmı vazetmedikten sonra, zaten "inanç ve vicdana" hükmedilemeyeceğine göre?.. Bu şartlar altında "din ve vicdan hürriyeti", sadece Hıristiyanlığı aslî yerine oturtma mânâsı taşır; ve zaten kilisenin dünyalık iktidar hırsı, cemiyete tasallutu, ilme tahakkümü ve vicdana hükmetmeye yeltenme garabeti yüzünden doğmuştur lâiklik... Bizde ise, işi biraz daha süslemek için, "ibadete karışan mı var?" tekerlemesi eklenir... Bilmek lâzımdır ki, İslâm aynı zamanda bir dünya nizâmıdır ve bütün mükellefiyetleri ve zorunlulukları ibadetler cümlesindendir... İslâmî düzen kurulur, bu düzenin statükosu içinde de, "dinde zorlama olmaz" ölçüsü çerçevesinde, ister müslüman olursun-ister kâfir... Bütün mesele, kâfir düzen içinde müslümana yer gösterme ile, müslüman bir düzende kâfire yer gösterme davasıdır... Lâfın kısası: Lâiklik, İslâm karşıtlığıdır... "Kürt meselesi" davasına gelince: Kürt meselesini bir keyfiyet davası olarak gördüğümü belitmeme nazaran, Kemâlizm ile Kürt meselesinin alâkası, baskın nüfusuyla müslüman olan Kürt milletinin, Türk milletiyle aynı akıbeti paylaşması sürecindedir... Tarihî açıdan, kısa kısa birkaç tarihî hâdiseyi nakletmek istiyorum: 1938 senesinde, ölümünden bir ay önce Mustafa Kemâl'in İngilizlere yazdığı bir mektub var... 1977-1978 senesinde, Milliyet gazetesindeki 5-10 sayı devam eden bir yazı dizisinde, hasta yatağından yazdığı bu mektubun fotokopisi yayınlanmıştı; "beraberce kurduğumuz Cumhuriyeti, beraberce yaşatacağız!" diyor... Lâik Cumhuriyeti... Bir başka sahne: Mutki'li Hacı Musa Bey, Erzurum Kongresine davetli... İsmi murahhaslar arasında geçer... Kongreye gitmeden önce Muş valisini değiştiriyor... Şark âdetleri uyarınca, yanında Kürt aşiretlerinden 500-600 atlı var; ve toplanan aşiret mensuplarının kâtibliğini Şeyh Selâhaddin (Kâmuran İnan'ın babası) yapıyor... Varto'nun Kaymakamı, Erzurum Kongresine şöyle bir telgraf çekiyor: "Musa Bey, sizi tedibe, bertaraf etmeye geliyor!"... Ve Musa Bey Varto'ya vardığı zaman, Kongrenin dağıldığı duyuluyor; bunun üzerine geri dönüyor... Mustafa Kemâl'in, Erzurum Kongresi başlamadan önce Musa Bey'e, "Anadolu harekâtı başarısız olursa, yanınızda yerimiz var mı?" tarzında bir telgrafı sözkonusu; bu telgrafın 1960'a kadar, oğlu Medenî Bey'de olduğu biliniyordu, fakat ondan sonra kimde olduğunu bulamadım... Başka bir dava: Hoybin Cemiyeti, Musa Bey'in tesbit ettiği isim listesine göre kurulmuştur... Mustafa Kemâl ile bu cemiyetin ilişkileri, demokratik(!) rejimin kanun duvarlarına çarpmadan belirtilemez... Şu işaretlediğim birkaç çizgi, meseleye yeni değerlendirmeler getirecek niteliktedir... Umumi hüküm şudur: Kemâlizm ve Kürt meselesi, meselenin kendine mahsus şartları gözönünde tutulmak üzere, Kemâlizm ve Türk meselesinden ayrı değildir... Kemâlizm'in İslâm düşmanlığı, Kürt ve Türk halkının müştereken yaşadığı bir hâdisedir!.. Şunu bilhassa gözönünde tutmak lâzımdır: Batı dünyası için aslolan, hilâfetin tasfiyesi ve İslâm dünyası içinde İslâmî bir dirilişin engellenmesiydi... Nedir hilâfet?.. İslâm birleşmiş milletlerini temsil eden bir müessese... Türkiye'nin bugünkü durumuna ışık tutucu, tarih mevzuunu da içine alan bir parantez açarak 1979'da altını çizdiğim bir mevzuu hatırlatayım: Sakarya'da Yunanları yendikten sonra -ki, yenilişlerinde asıl sebeb, çizmeyi aşan Yunanistan'a müttefiklerin yardımı kesmesi ve iç olaylarıdır-, İngiliz, Fransız ve İtalyan kuvvetlerinin niçin çıkıp gittiğini, açık açık tarihî gerçek olarak ortaya koymaksızın kazanılmış bir bağımsızlıktan bahsetmek... Aşağılık bir devrin propogandasına göre ayarlanmış bir tarih yerine, gerçek bir tarih ilmi ve tarih felsefesi ortaya konulmadıkça, günün ruhî ve sosyal meselelerine gerçekçi bir yaklaşım mümkün değildir... Bu çerçeve içinde, Kurtuluş Savaşı'ndan sonra kurulan düzenin kademe kademe İslâm düşmanlığı çehresini göstermesine nazaran; şayet Türkiye Cumhuriyeti şu veya bu sebeble kurulmasaydı, Anadolu harekâtı öncesi sözkonusu olan Kürt devleti kurulması gündeme gelecek, bugün Türkiye Cumhuriyeti'nin Ortadoğu'da yüklendiği rolün düzeni, kademe kademe Kürdistan'da gerçekleştirilecekti... Antiemperyalist mücadeleden bahseden bazı ilerici(!) çevrelerin, bugün hâlâ İslâm düşmanlığı sözkonusu olurolmaz düzenin gönüllü maşası rolüne bürünmeleri, ibrete değer ayrı bir mevzudur!..

ZENDPRESS- Cumhuriyet ayaklanmaları döneminde İslâm'ın tavrı hiç de olumlu değildi?.. Şeyh Said'e tutum daha çok İslâmî temeldeydi. Ama gerek Bediüzzaman'ın tavrı açık ve onaylayıcı değildi, gerekse İslâmcı kesimler devletle işbirliği durumundaydılar?.. Nasıl açıklanır?..

SALİH MİRZABEYOĞLU- Cumhuriyet ayaklanmaları döneminde İslâm'ın tavrının olumlu olmadığını söylerken, bu ayaklanmaların bir kısmının İslâmi bir cehdle yapıldığnı örtüyorsunuz ki, bu doğru değil... Bu yanlışlığı, Şeyh Said'den bahsederken bir tevil kaydırmasıyla başka bir yanlışlığa düşerek sürdürüyorsunuz: Şeyh Said isyanı İslâmi bir ayaklanma olduğuna göre, İslâmî tavrın olumlu veya olumsuz oluşundan bahsetmek abes... İslâmî bir ayaklanmaya, İslâmcı kesimin tavrının daha çok İslâmî temelden dolayı olumlu bakması da gayet tabiî ve bunun menfi bir edâda beyanı yine abes... Sorunuzun kaygusu İslâmî olmadığına göre, Said-i Nursî'nin İslâmî niyetli politik ayrı bakışının sözkonusu edilmesi, sanki Şeyh Said isyanı İslâmî değilmiş gibi yorumlanırsa tekrardan abes; eğer iki İslâmî politikanın ayrılığı dikkate alınırsa, bu mevzuun sorunun niyetinde yer alması bir daha abes... Üstelik bilinmesi gereken başka bir husus da, Şeyh Said hakkında Said-i Nursî, "biraderim Şeyh Said'e katılmadığım için pişmanım; bundan sonra kendimi sadece imân ve İslâm davasına vereceğim!" tarzında ilânda bulunmuştur... "İslâmcı kesimler devletle işbirliği durumundaydılar!" genellemesine gelince: Bu ifâdenizin bir yönü, belirtmiş olduğum yanlışlıkları pekiştirmek için kullanılmış olmasından dolayı, pekişmiş bir yanlıştır... İşin diğer yönüne gelince, onun da birkaç bakımdan ele alınması gerekir... Birincisi: Şayet İslâmî ayaklanmalar sözkonusu ediliyorsa, genel olarak İslâmcı kesimin bunları değerlendirebilecek ve destekleyebilecek bir gücü ve politikası yoktu. Nitekim, Menemen provakasyonundan sonra gelişen müslüman kıyımından tutun da, öncesi ve sonrasındaki tek tek sayılamayacak sayısız zulüm örnekleri boyunca bu boynu büküklük son dönemlere kadar sürmüştür. Üstelik Şarktaki ayaklanmalarda, bazı aşiretler devletle işbirliğine girerek, aşiretler arası rekabet durumundan dolayı ayaklanmaların kırılmasına hizmet etmiştir... Yâni ayaklanma İslâmî olsun veya olmasın, İslâmcı kesim dairesine sokulamayacak hareketlerin İslâmî tavır gibi anılması abestir... Bunun yanında, bazı yerde Kürt ve İslâmı karşılıklı iki rakib keyfiyet gibi değerlendirmek, bazı yerde de İslâm'la Kemâlist rejimi işbirliği içinde gösterip Kürt'ü bundan sıyırmak, hileli bir tavırdır: Belirttiğim gibi, Şeyh Said isyanı, İslâmcı tavrın olumsuzluğu hükmünüzü çeliyor. Bunun yanında, Said-i Nursî de Kürt idi... İkincisi: "İslâmcı kesimler devletle işbirliği içindeydiler" derken, bunun aynıyla muhataba tatbik edilebileceği meselesi... Cumhuriyet tarihi boyunca yüzde 99'u ile baskı altında tutulan ve binlercesi hapis, işkence ve ölüm cezasına çarptırılan Türk ve Kürt müslüman halk madde ve mânâda törpülenirken, Türk ve Kürt şövenistleri ve solcuları, doğrudan veya dolaylı biçimde resmî ideolojinin âleti mevkiinde değil miydi?.. Üçüncüsü: İş, hududu belirsiz bir genelleme içinde ele alınırsa, bırakın işbirliğini, Kemâlist rejimin doğrudan temsilcisi "Demokratik SOL Parti" ve "SOSYALİST HALKÇI Parti" için ne demeli?.. Hem de dünden değil de bugünden bahsederek, "sol, Kürt meselesine böyle bakıyor!" diye hükümlendirirsek?..

ZENDPRESS- Kemalistlerin tekke ve tarikatları yasaklamasıyla birlikte Türk müslümanları, bundan yararlanıp, Kürt tarikat ve zaviyelerinin asimile edilme programını ve Türkleştirme siyasetini benimsediler. Nasıl açıklarsınız?..

SALİH MİRZABEYOĞLU- "Tekke" ve "tarikat" bahsi, umumiyetle İslâmcılardan bahsedilirken, mefhum ve mahiyeti bilinmeden, aksesuar ve dekor unsuru olarak kullanılır... Önce bu meselede "Büyük İrşad Kutbu" Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin hükmünü bildireyim: "Hükümet tekkeleri kapatmadı; onlar zaten kendi kendilerini kapatmışlardı. Hükümet boş mekânları kapattı!"... Yine, uydurma Menemen hâdisesinden sonra şeyh ve şeyh bozuntusu kim varsa toplayıp Menemen'e gönderdikleri zaman, Efendi Hazretlerini de, ne tarikat, ne siyaset, dış dünyaya sızan hiçbir faaliyetleri olmadığı hâlde yakaladılar ve oralara sürdüler. Binbir çile içinde dimdik, tevekkülle İlâhî iradeyi bekledi ve "Divan-ı Harb" huzurunda olanca müdafaasını şu harikulâde cümleye sığdırdı: "Ben şeyh değilim ve o yüce mertebeye lâyık olmaktan uzağım; yok, eğer şeyhlik devrimizde gördüklerimin hâli demekse ona da tenezzül etmekten münezzehim!"... Ve Necip Fazıl'ın hükmü: "Hükümetin yasak edebildiği de, sahtekârlarca dış plân maskesi olarak kullanılması gayet kolay ve kökünü kaybetmiş merasim şekilleri. Efendi Hazretlerinde ise, yolun öz hakikati olarak gizli kök nisbeti öyle yerindeydi ki, bazı zarurî dış alâmetlerin büsbütün silinip ortadan kaldırılmasıyla müteessir olmuyor; ve bu nisbet, ışığı suda kepçeyle yakalamak gibi, kanunun tutabileceği birşey olmaktan münezzeh kalıyordu!"... Demek oluyor ki, hükümetin kapattığı tekkeler, üstünde "Kuyumcu" tabelâsı asılı içi boş dükkânlardı... İşaret ettiğim hususlara dikkat edilirse, tarikatler dünya hırs ve tamahı veya politika sahnesinde bir unsur olarak ele alınabilir bir nasib çizgisi değildir... Bu meseleyi böylece tesbit ettikten sonra, bilinmesi gereken diğer hususa geçeyim: Bir ağacın meyvesi, içinde barındırdığı çekirdekten dolayı nasıl ağacın devam gayesi ise, nasıl ki ağaç bütüne dair ise ve nasıl ki ağaç ile birbirinden ayrı şeyler gibi değerlendirilemezse, Şeriat'e nisbetle tarikat de odur... Bir ağaçta kök, gövde, dal ve meyve, nasıl ki birbirinden farklılıkları içinde ağaç bütününde bir ise, Şeriat ve tarikat de birdir... Bu nisbet içinde bilinmek üzere tarikat, Allah'ta fâni olma gayesiyle, her türlü dünyevî murad ve telâşe dışı bir "oluş" rejimidir... Belirttiğim hakikatlere nazaran ortaya çıkan neticelerden birincisi: Kemalistler boş mekânları kapatırken, bunda Türk-Kürt ayırımı da yapmamıştır... İkincisi: "Türk müslümanları bundan yararlanıp Kürt tarikat ve zaviyelerinin asimile edilme programını ve Türkleştirme siyasetini benimsediler" sözü çelişkilidir... Kafa kâğıdında "müslüman" yazılı nice ahmağın Şeriat'a ve tarikata karşı olduğunu söylemesini de dikkate alarak, hiçbir gerçek müslümanın ne hakikatiyle tarikatın yasaklanmasını (zaten yasaklanamaz, çünkü ruhtan ruha bir davadır), ne asimile edilmesini tasvib etmesi (zaten asimile olmaz, çünkü dış dekora mahkûm bir iş değildir), ne de Türkleştirme siyasetini benimsemesi mümkündür... Sanıyorum sorunuzu mânâlı kılma çabamın farkındasınız: Ne müslümanda öyle bir dilek olur, ne tarikat asimile etme ve Türkleştirme faaliyetine mevzu olur, ne de tarikat asimile olur ve Türkleştirilir, ne de "al birini vur öbürüne hesabı" Kemalist-Türkçü veya Kürtçü tarikatten bahsedilebilir... İşin tarihî çehresine gelince: 1839 Tanzimat Fermanı'ndan sonra, merkezî idareye karşı imparatorluğun çeşitli bölgelerindeki kaynaşmalara karşı yürütülen hareketler sırasında, Şarktaki Beylerin nüfûzunu kırmak üzere sözünü ettiğim düzmece şeyhlere nüfûz verilmiş veya Beylerin ve aşiret reislerinin nüfûzu kırıldıkça onların yerine düzmece şeyhler kaim olmuş, (hiç babadan oğula geçen bir müessese mi şeyhlik), Cumhuriyet'ten sonra da, bunların nüfûzu artan ve devlete tâbî olmayanları tırpanlanmıştır... Üstelik, "Türk müslümanları" ifâdesiyle fatura İslâm'a çıkarılırken, Türkçülük davasının fikir babasının bir Kürt olan Ziyâ Gökalp olduğu da unutulmamalıdır... Şu Kürt'ün ettiğine bak!..

ZENDPRESS- İslâmcılar açısından Kürt meselesi gündemin neresinde?..

SALİH MİRZABEYOĞLU- İslâmcılar içinde çeşitli gruplar olması bakımından, kendi açımızdan kaydıyla açıklamak durumundayım... Bizim daimi gündemimiz, kendi iç oluşumuzu tamamlamak ve bunun tabiî neticesi merkezden muhite doğrudur; bir hâdise kendini çözüm için teklif ettiği ve "iş içinde eğitim" hikmetine denk geldiği kadar, muhitten merkeze doğru bir merkez gayeye hizmet edici cebhe teşkil eder ki, Kürt meselesi etrafındaki hâdiseler bu mevzuda pek verimlidir... "Kendi iç oluşumumuz" dedim; âlemde kendi kendi için olmadan başkası için olabilen hiçbir şey bulunmadığına göre, "iç oluş" ve "dış oluş" ifâde eden her durumda mücerret olarak Kürt meselesinin de bulunması tabiîdir, çünkü bu hem genel olarak müslümanın, hem de Kürt müslümanının kendi "varoluş"unu tamamlarken hâl tabiîliğinde bulunan ümmet davasıdır... Şunu açıkça belirtmek isterim: Biz, İslâm dışı çevrelerin eylemlerini bile kendi kâr hânesinde eritmenin tılsımına ermiş, merkezî tecelli plânının mekânını "Anadolu" diye işaretlemiş sahici fikrin hareketçisiyiz... Bu çerçeve içinde Şark hareketlerini son derece dikkatle takib ve için için el ovuşturmamız tabiîdir!..

ZENDPRESS- İslâmî kesim Kürt meselesinde hatalı davrandığını (geçmişte) kabul ediyorsa, bunun muhasebesini yaptı mı?.. Örnek çıkışlarınız var mı, olgular temelinde neler konuşuldu?..

SALİH MİRZABEYOĞLU- Kesim muhasebesi?!! Nasıl ki Kürt kesiminden bahsedildiğinde içinde İslâmcı kesim, solcu kesim, şövenist kesim, Kemâlizm'e hizmet eden kesim varsa ve bunlar arasında "kesim" genellemesiyle müştereklik kurulamazsa... Nasıl ki, Marksizm'den ortanın soluna kadar binbir çeşit görüş "sol" genellemesine mevzu olsa da, "sol"dan bahsederken bunların hangisinin kastedildiğinin anlaşılması gerekiyorsa... Nasıl ki, birbirinden ayrı ve aykırı yollardan hareket eden Marksist kesimdeki örgütler ve örgütlenmeler "kesim" genellemesine muhatab olarak iştirak etmediği fikir ve hareketlerin müsebbibi addedilemezse... "Kürt meselesi" davasına gelince, bundan ne anlaşılması gerektiğini daha önce izâh ettim: Bu izâhlar çerçevesinde de, Şeyh Said isyanı misâlinde görüldüğü gibi, ister aşiret, ister solcu ve isterse kuru şövenist olsun, Kürt kesimi seyirci ve tepeleyiciler safında yer almıştır... Şimdi ben sorayım: Geçmişte müslüman Kürtlere karşı yapılanları seyirci veya alkışçı olarak karşılayan "Kürt kesimi"ndekilerin diğerleri, hatalı davrandıklarını kabul ediyorlar mı, yoksa meşreblerinin tabiî tezahürü olarak mı görüyorlar?.. Bahsettiğim hususlar gözönünde tutulmak, Kürt meselesinin "İslâmcı Kürt" yönü dikkate alınmak üzere, "benim gözümde" İslâmcı kesim ve İslâm dışı kesimin karşılıklı durumlarını ele alabilir, bu meseleler içinde de sorunuza bir başka yönden mânâ getirebilirim: İslâmcı kesim, Kemâlist rejimin adlî, idarî, askerî, polisiye ve eğitim sahasındaki bütün hatlarıyla tasallutuna maruz kalmış, ilmiye sınıfındaki ekâbirleri ezilmiş, sindirilmiş, öldürülmüş veya zındanda çürütülmüş, dava cahil ve masum bir sürü tarafından temsile dönmüş... Böyle bir çerçeve içinde, din adına dini tepeleyici tezahürler; din simsarları, sapık anlayışlar, düzene yamananlar, kafa kâğıdı müslümanları... Bunun yanında, düzenin hâlâ istismâr ettiği, devlete bakış yanlışlığı; asırlarca devlet, İslâm devleti olmuştur... Teşkilât, ruhun "ifâde"si, yetişeceği ortam değil mi?.. İslâmî ruha uygunluğunca uyulması ve pörsüdükçe düzeltilmesi gereken... Diğer taraftan da, bu ruhu yetiştirme ve yaşatma çerçevesi olan teşkilât... Ruh pörsüdükçe teşkilât ve teşkilât pörsüdükçe ruh pörsümesi; ki, bizim Büyük Doğu-İbda anlayışının tarih muhasebesi bilinmeden, neyin nerden nereye, nasıl ve niçin geldiği bilinemez... Bu ilgi nisbetleri içinde, asırların oluşturduğu bir devlete itaat yapılanması ve şartlanması... Savaşlarda yitirilen erkekleriyle, erkek kıtlığına düşmüş Anadolu; dul kadın yetiştirmesi bir nesil... Bu nesil üstüne çökmüş Kemâlist rejim ki, her şeyi bir tarafa, eğitim sistemi İslâm düşmanı yetiştirmeye memur; güç, okuyup mevki sahibi olanda ve devri daim makinesi gibi, rejimin yetiştirdiği rejimi idame ettiriyor... Böylesine ezilmiş ve cahil insanların, rejimin devletin karakteri olduğu, devleti koruyorum diye rejimi koruduğu meselesini anlamasını bekleyemezsiniz... Bugün bile, kelli felli makam sahibi olmuş olmasına rağmen ordu çapındaki sürüyle ahmak, hem de müslüman geçinmesine rağmen, devleti koruyorum diye Kemâlist rejimi koruduğunu anlamıyor... İslâmcı kesim, "devlet-rejim-düzen"in ne olduğunu bilmezlik içinde Kemâlizm'e gûyâ düşmanken âlet oldu ve oluyor ya; buna mukabil İslâm düşmanı -umumiyetle sol- çevreler de, gûyâ rejimi değiştirme kavgası yapma adına, rejimin İslâmî kesimi sindirme, saptırma ve kullanma adına geliştirdiği fikir ve hareketlere âlet ve destek olmuşlardır... İslâm'ın sözkonusu olduğu her yerde, hemen resmî ideolojinin seviyesiz motiflerine sarılarak onunla paralellik belirtmişler, ortamı daha garabet hâle sokmuşlardır: Müslüman "gerici", Kemâlist "ilerici", sol ondan daha "ilerici" ya; solcu, bir müslümanın gözünde "daha kâfir"; müslüman, bir solcunun gözünde "daha gerici"; neticede de Kemâlizm, (mevcut düzen), hem müslüman ve hem de solcu için, daha ehven-i şer(!)... Müslüman geçinen salak, devleti koruyorum derken Kemâlizm'i yaşattığını anlamaz, solcu geçinen ahmak da rejim değiştirme iddiasındayken, rejime âlet olduğunu anlamaz... Büyük Doğu-İbda olarak bildirelim ki, bu durum, idrakın iğdiş edilmiş olmasından başka bir şey değildir; mücerret fikir haysiyeti adına belirtilmesi gereken dava, Kemâlizm'in asıl buğz edilmesi gereken tarafı, ne İslâm karşıtlığı, ne dış yüz devrimleri, sadece idrakı iğdiş etmiş olmasıdır... İncitici olmamak için, komedi diliyle fikir kelliğini gösterir misâller vermiyorum; ama fikir kelliğinden kurtulmak ve ulvî dava dilinden anlamak için gerekli adresi de verdiğimi sanıyorum... Şunu da memnuniyetle ifâde edeyim: Bahsettiğim olumsuzluklar, karşısındakinin ne olduğunu farketme ve Kemâlist rejimin dolmuşuna gelmeme şeklinde bugün aşılmaya başlanmıştır... "Örnek çıkış" meselesine gelince: Daha önce de belirttiğim gibi, âlemde kendi kendisi için olmadan başkası için olabilen hiçbir şey yoktur... Güneş olmadan, ışığından bahsedilebilir mi?.. Ne oldun ki, ne olunmasını istiyorsun?.. Dikkat ediliyorsa, fikre bağlı harekette gözüm... "Hani fikir, hangi fikir?" davası... Bizim dünya görüşümüz, topyekûn insanlığa yapılmış bir teklif olan "Mutlak Fikir"den hareketle örülü olduğuna göre, Kürt meselesi için de örnek çıkış, bizim mensub olduğumuz fikir varlığımızdır, kendi çıkışımızdır... Kanun sınırı zedelenmeden söylenemeyecek olanlar bir yana, siyasî mücadele plânında, sözünü ettiğim keyfiyet ağacının bir cebhesi niteliğinde olma ve oluşturma işinin üzerinde olduğumuzu söyleyebilirim... Bahsettiğim mânâlar çerçevesinde bakarsanız: Olgular temelinde sadece ne konuşulduğunu değil, neler konuşulabileceğini de, Büyük Doğu-İbda kütübhânesi adresini vererek belirtmiş oluyorum... Sizi de iştirakçi görme umuduyla!..

RÖPORTAJIN İKİNCİ BÖLÜMÜ YARIN

SON VİDEO HABER

Iğdır'da AK Parti İl Başkanlığı binasına molotoflu saldırı

Haber Ara