Ölümü nasıl bilirsiniz?
Mehmet Ali Birand, Toktamış Ateş, Burhan Doğançay, Ahmet Mete Işıkara gibi ünlülerin peş peşe vefatı ‘ölüm korkusu’nu hatırlattı. Yazar Enis Batur şöyle diyor: Hayatımın geniş bölümü ölüm korkusu içinde geçti. Ölümümü düşünmeden geçirdiğim gün neredeyse yoktur.”
13 Yıl Önce Güncellendi
2013-01-29 16:01:02
TIMETURK / Haber Merkezi
‘Bugün öldüğüme inanasım gelmiyor.” Sevinç Çokum, musalla taşında kabre defnedilmeyi bekleyen öykü kahramanını böyle konuşturuyordu. Gerçekten de ölüm, habersiz, aniden ve ‘zamansız’ geliyor. Zamansız değil elbet; günü, vakti, saati dolunca her insan bu dünyadan göçüyor. Ama geride kalanlar için ‘her ölüm erken’ ve vakitsiz. Birkaç gün evveline kadar birlikte gülüp eğlendiği, yiyip içtiği dostlarının ölümüne inanmakta zorlanıyor insan. Geçen günlerde kaybettiğimiz usta gazeteci Mehmet Ali Birand’ın ölümünü de bu duygularla karşıladık. Vefatından 3-4 gün öncesine kadar ekranlardan ana haber sunan, ‘Aman kimselere randevu vermeyin’ diye veda eden Birand, vefatıyla ‘ölüm korkusu’nu gündeme taşıdı. Daha sonra peş peşe ünlülerin ölüm haberleri geldi. Prof. Dr. Toktamış Ateş, ressam Burhan Doğançay ve Türkiye’nin deprem dedesi Ahmet Mete Işıkara aynı hafta içinde vefat etti. Ve ölüm korkusunu daha çok duymaya ve konuşmaya başladık.
Peki, her gün binlerce insan ölüyor, niye şimdi bu korkuyu daha çok konuşmaya başladık? Bu soruyu Prof. Dr. Nevzat Tarhan şöyle cevaplıyor. “İnsanların sürekli gördüğü birinin ölümünü düşünmesi, onlarda bir yakınını kaybetme etkisi uyandırıyor ve çözüm üretme ihtiyacını doğuruyor.” Tarhan, geçmişte ölüm korkusu ferdi planda duyulurken, iletişim teknolojilerinin gelişmesiyle, küresel ölçekte yaşandığını söylüyor. Örnek olarak 11 Eylül olaylarından sonraki travmaya dikkat çekiyor.
Ölüm korkusunu önce Serdar Turgut taşıdı köşesine. “Bu gibi durumlarda insan keşke dindar olsaydım diyor.” ifadesini kullandı. Ertuğrul Özkök de “Dört gecedir çok kötü uyuyorum. Cuma gecesi ilaç alarak uyudum.” yazısını “Allah çok iyi fikirdir. Hem de çok iyi.” diye bitiriyordu.
Üç farklı ölüm korkusu
Hemen her insanda az ya da çok ölüm korkusu olur. Fakat ölüm korkusundan ne anlaşıldığı sorusunun muhtelif cevapları var. Prof. Dr. Erol Göka, şöyle tanımlıyor: “Ölüm korkusu diye çoğu kez artık yaşamamaktan, varlığımızın devamı olamayacağından duyduğumuz korkuyu kastediyoruz ve sıradan korkulardan çok farklı. Nesnesi yok bu korkunun. Neden korktuğumuzu anlatamayız, ölümden bahsederken. Bu yüzden herkes kendine göre bir şey anlatmaya çalışıyor.” Ölüm korkuları kabaca sınıflandırmayla üçe ayrılıyor. Birincisi olay olarak ölümün kendisinden korkuluyor. (Nasıl can verileceğinden, ölüm sırasında denetimin kaybedileceğinden, toprak altında ne yapılacağından...) İkincisi; ölümden sonra geride kalanlara neler olacağından veya öbür dünya hayatında neler olacağından, bilinmezlikten kaynaklanıyor. Son olarak ölümün gelmesiyle artık ‘var olunamayacağından’ patolojik bir durum ortaya çıkıyor. Modern tıpta ve psikiyatride ise ‘ölüm korkusu’ dendiğinde ne kastedildiği pek belli değil. Göka’ya göre ‘ölüm korkusu’ diye bir hastalıktan bahsedilemez. “Ölümden korkuyorum” diye hastanelere başvuranların çoğunda panik bozukluğu, endişe hastalığı gibi psikiyatrik rahatsızlıklara rastlanıyor. Ölümden herkes korkuyor. Doğu kültüründe yaşayanlarda Batı kültüründe yaşayanlara göre daha az ölüm korkusu oluyor. Dinî inanca sahip bireylerde inançsızlara göre daha az olduğu, genellikle araştırmaların işaret ettiği bir bulgu. Yine birçok araştırmaya göre çocuklu olanlar çocuksuzlardan, zenginler fakirlerden, güzelliğe ve yakışıklılığa çok önem verenler vermeyenlerden daha yüksek ölüm korkusuna sahip. Mensup olduğu dinin emir ve yasaklarını bilen fakat bunlara yeterince uymayanlar, inandığı gibi yaşayanlara göre daha çok korkuyor. Peki, ölüm kötü bir olay mıdır? Psikiyatri uzmanı Mustafa Ulusoy ölümü ‘acı bir olay’ olarak tanımlıyor. “Biz aslında ölümün bizatihi kendisini dert etmeyiz, ölümün sebep olduğu ‘ayrılık’ bizim için temel bir acı kaynağıdır.” diyor. Ölüm sonrasının nasıl algılandığı ölüme olan tavrımızı belirleyen esasların başında geliyor. Bütün dinî inanışlara göre, ölen yok olmuyor; başka bir âlemde, başka bir formda hayatına devam ediyor. Geçici bir ayrılık söz konusu. İslam filozofları ölümü bir kavuşma olarak görüyor; hatta Hz. Mevlânâ ölüm anını ‘düğün gecesi’ olarak adlandırıyor.
‘Ahbaplar âlemi’ne göçmek
Bediüzzaman Said Nursi de Risale-i Nur’da ölümü yüzde 99 ahbabının yaşadığı berzah âlemine gitmenin bir vesilesi sayıyor. Eğer kişi diğer âleme iman etmiyorsa, işte gerçek sorun burada başlıyor. Mustafa Ulusoy’a göre, o insan için ölüm artık ‘ebedî bir ayrılık’ nedenidir. Ölen bir insanı hiç görememe, onunla bir daha iletişime geçememe düşüncesi insanın ruhunu karartır. Çok göz ardı edilen başka bir ayrılık da insanın kendisinden ebedî kopuşudur. Ölünce yok olacağını düşünen insan kendi varoluşunu kaybedecektir. Bir daha kendisi olmayacaktır. Bu dayanılması güç bir ayrılıktır. Çünkü insan varoluşu bir kere tatmıştır. Artık ruhu ve vicdanı için yokluk, seçenek olmaktan çıkmıştır. İnsanın kendinden ebedî ayrılacağı fikri iç karartıcı, ruhu boğan bir inanış. Yazar Enis Batur, öldükten sonra her şeyin sıfırlanacağına inananlardan. Bir yazısına şöyle başlıyordu. “Hayatımın geniş bölümü ölüm korkusu içinde geçti. Yıllar yılıdır birlikte yaşıyoruz. Az ya da çok, herkesi yoklar o korku, benim gibilerin durumunda bir tür hastalıktan, hasta-oluştan söz edebiliriz sanırım: Ölümümü düşünmeden geçirdiğim gün neredeyse yoktur.” Üç yıl evvel kendisiyle yaptığım bir söyleşide de yaşadığı korkuyu şöyle ifade ediyordu: “Ölüm olgusu karşısında, öteki dünyaya inanç duymamanın yarattığı boşluğu aşmak kolay değil. Ölünce öleceğiz. Bitecek. Sıfır... İnanmayan, bütün bunlar karşısında tabii ki çok zor durumda olan biri.” Gerçekten ölünce her şey sıfırlanıyor mu? Kutsal kitaplara baktığımızda ölüm yokluk değil. Ölüm de hayat kadar gerçek ve sonsuz hayatın başlangıcıdır. Ve insan uzun bir seferdedir. Said Nursi bunu şöyle özetler: “İnsan bir yolcudur. Sabâvetten (çocukluktan) gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder.” Bizler yolculuğun dünya safhasındayız. Hz. Mevlânâ insanı çekirdeğe benzetir. Toprağa giden beden bir gün yeniden çıkacaktır. Son olarak bu konuda İslam âlimi, mutasavvıf İmam-ı Gazali’ye kulak verelim: “İnsan uykuda iken rüyada görülen birtakım şeylerin varlığına inanır. Rüya esnasında onlardan şüphe etmez. Sonra uyanınca rüyada gördüklerinin hiçbirinin aslı olmadığını anlar. Dünya hayatı ahirete nisbetle bir uyku hâli sayılabilir. Öyleyse içinde bulunduğumuz hayat, rüyadan başka bir şey değildir, ölünce uyanacağız.” Kur’an’da ve hadislerde de ölümün hatırlanması tavsiye ediliyor. “Ölmeden önce ölünüz” ya da “Lezzetleri yok eden ölümü çokça hatırlayınız” gibi.
Rabıta-i mevt alıştırması
İslam inancına göre insan dünyadaki hayatını gelişigüzel, amaçsız, kendisine ve çevresine karşı sorumsuzca yaşamamalı, her an öleceği gerçeğini aklından çıkarmadan Yaratıcı’nın huzuruna utanmadan, çekinmeden çıkabileceği şekilde bir hayat yaşamalıdır. Bundan dolayı, ölüm bilincini canlı tutmak için sufiler, ‘rabıta-i mevt’ adı verilen bir alıştırmayı da sık sık yapar. Bu alıştırmada sufi veya sufi olma yolundaki öğrenci (mürid), kendisinin öldüğünü ve ailesinin, yakınlarının, sevdiklerinin kendisine ağladıklarını, cenazesinin yıkanıp kefenlendiğini ve kabre götürüldüğünü, kabirde sorgu meleklerinin sorularına cevap verdiğini düşünür, hayal etmeye çalışır, hatta bazen kabre konulma işlemini, bir çukura girerek tecrübe eder. Bu minvalde Erdem Bayazıt’ın şu dizelerini hatırlayabiliriz: “Ölüm bize ne uzak ne yakın bize ölüm/Ölümsüzlüğü tattık ne yapsın bize ölüm.” Günümüze baktığımızda ise insanların bir kısmının ölüm fikrini ötelediklerini, ölümü unutmaya çalıştıklarını görüyoruz. İki yıl evvel medyada çıkan tartışmaları burada anmak gerekiyor. Zincirlikuyu Mezarlığı kapısındaki “Her canlı ölümü tadacaktır” yazısını CHP Milletvekili Binnaz Toprak ‘sinir bozucu’ bulmuştu. Yine 20 Temmuz 2003’te Ruhat Mengi şöyle diyordu: “O mezarlığın önünden her gün geçen binlerce insanın gözü bu yazıya ilişiyor ve her ilişmede tüyleri ürperiyor. Genç orta-yaşlı ve yaşlı bazı okurlarımıza oradan geçerken yazıyı gördüklerinde ne hissettiklerini sordum, istisnasız hepsi ‘Korkunç geliyor. Yazıya bakarken sinirlenip kaza yapmak bile mümkün’ cevabını verdiler. Özellikle gençlerin fena halde siniri bozuluyor.” Yine aynı tarihlerde Deniz Arman şöyle yazmıştı: “Böyle bir densizlik böyle bir düşüncesizlik olur mu? Oradan her gün geçen yüz binlerce kişiye durduk yerde ‘ölüm’den söz etmenin onların moralini bozmanın Allah için ne anlamı var?” Ölümden söz ötmenin ne anlamı var, sorusuna Prof. Dr. Hayreddin Karaman şu cevabı veriyor: “Ahirete inanan insanlar üzerinde müspet tesir yapar, unutulması zararlı olan bir gerçeği hatırlatır, mü’minin dünyaya dalarak ahiret hazırlığını ihmal etmesini engeller. Ahirete iman etmeyen insanlar üzerinde iyi ve kötü iki tesirinden söz edebiliriz: İyi tesir, insanın hırsını frenlemesi, fâni dünya için yapılacak şeylerin dengesini sağlamasıdır. Kötü tesir, karanlık bir geleceğin hatırlanması sebebiyle kişinin mutsuz ve huzursuz olmasıdır.” Ölüm en nihayetinde hayatımızın en büyük gerçeği. Ölümden de ölüm korkusundan da kaçamıyoruz. Onu unutarak yaşamak gerçeği değiştirmiyor. İnsan ölümsüz bir hayat yaşasa, zor durumda kaldığında ya da bir yakınının ölümü karşısında Allah’a sığınıyor. Tıpkı Cahit Sıtkı’nın yaptığı gibi “Olmuyor seni düşünmemek Tanrım/Ummamak medet senden.” Yazımızı 35 Yaş şiirinin son kıtasıyla noktalayalım: “Neylersin ölüm herkesin başında, Uyudun uyanamadın olacak/ Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında/Bir namazlık saltanatın olacak/Taht misâli o musalla taşında.”
Erol Göka ( Psikiyatrist, Prof. Dr.): Biz ölülerimize bile ‘Rahmetli’ diyoruz
Ölüm konusunda insanın bilgi ve bilinç sahibi olması, ölümü düşünmesi ve gerçekçi bir bakışla bakabilmesi, ölüme ilişkin düşünce ve tutumlarının iç dünyasında uzlaşmış bir konumda bulunması, ölüm korkusunu azaltıcı etki yapıyor. Ölümü dışarıdan değil de içimizden, varlığımızın niteliğinden gelen bir olgu olarak gördüğümüzde, ölüme-doğru varlık olduğumuzun bilgeliğiyle donandığımızda ve bu bilinçle yaşama daha sıkı sarıldığımızda, pek doğal olarak, ölüm bizi fazla korkutmayacaktır. İslam’da korkunun yanında onun şiddetini azaltmak için umuttan da bahsedilmiş, Allah’ın rahmetinden hiçbir zaman umut kesilmemesi gerektiği belirtilmiştir. Hz. Muhammed (sas) ölmek üzere olan bir gence “Kendini nasıl hissediyorsun?” diye sormuş, gencin “Allah’tan ümidimi kesmiyor ve günahlarımdan dolayı korkuyorum.” demesi üzerine “Bu gibi durumlarda bu iki haslet (korku ve ümit) bir kulun kalbinde çok zor bir araya gelir. Ama geldikleri takdirde Allah o kula ümit ettiğini verir ve korktuğunda da emin kılar.” diye karşılık vermiştir. Kur’an-ı Kerim’de “Allah’tan ümidinizi kesmeyiniz (Zümer 39/53)” denmesi, Allah’ın kendisinden bahsederken “Rahmetim gazabımı aşar (Araf 7/156)” diye buyurması ve değişik ayetlerde kullarına şefaat edeceğini bildirmesi de her zaman umutlu olmak gerektiğini gösteriyor. “O kendi üzerine rahmetli yazdı (En’am 6/12)” şeklindeki ayetlere dayanılarak ne kadar günahkâr olsa da ölen her kimsenin Allah’ın rahmetine emanet edildiğini vurgulamak için kültürümüzde ölenlerden bahsederken ‘rahmetli’ deniyor.
Mustafa Ulusoy (Uzman Psikiyatrist): Ölüm, melek eşliğinde yaşanan bir tecrübe
Ölüm korkusu son derece işlevseldir, hayırlı bir korkudur. Çünkü bize ahiret âlemlerinin hakikatini anlamak için bir saik işlevi görür. Ebedî dünyada kalacakmışçasına yaşayan insanlardan müteşekkil bir dünya şu ankine göre binlerce kat daha karmaşık, adaletsiz, merhametsiz olurdu. Ölüm sonrasına dair endişelerimizin dünyevi hiçbir çözümü olduğuna inanmıyorum. Dünyevi çözümler mezarlıkta ıslık çalmadan öteye gidemez. Ölüm sonrasına dair endişeler ancak Mutlak Varlığa, ahirete, meleklerine, kitap ve peygamberlere ve elbette kadere imanla çözümlenir. Mesela nasıl? Ölüm endişesinin giderilmesinde meleklerin ehemmiyeti büyüktür. Ölüm sonrası kadar, ölüm anında ne olduğu hepimizin dert ettiği bir sorudur. Azrail bir melektir ve bize önemli bir iyilik yapar. Nasıl? Ruhumuzu kabzeder, yani ruhumuzu korur ve kollar. Ölüm, imani bakış açısı olmayanlar, özellikle felsefeciler tarafından hep yalnız yaşanan bir deneyim olarak düşünülmüştür. Bu ölümü çok vahşi kılar. Bir mümin içinse, Ölüm Meleği’nin arkadaşlığıyla yaşanan bir deneyimdir. Kesinlikle yalnız yaşanan bir deneyim değildir.
Metin Karabaşoğlu (Yazar): Mü’min de ölümden korkar
Mü’min ölümden korkmaz, gibi bir cümlenin doğru olmadığını düşünüyorum. Korunma duygusu, Allah’ın insana vermiş olduğu en temel duygulardan. Çünkü, vücudumuz ve hayatımız bizim değil; Allah’ın bize bir emaneti. Bu emaneti yerli yerinde kullanmak, anlamsız bir gözü karalıkla heba ve heder etmemek için, ölüm karşısında bir uyanıklığı, bir tedirginliği ve korkusu olmalı insanın. Tâ ki, hayatımız açısından riskli durumlara karşı dikkatli olalım, akıllı olalım, hikmetli olalım; riski, gerekiyorsa alalım. Bu mânâda bir ölüm korkusunun her insanda olması gerektiğini düşünüyorum. ‘İki dünyalı’ ve ‘iki hayatlı’lar için de gerekli ve geçerli olan bu ölüm korkusunu, ‘tek hayatlı’ların ölüm korkusundan ayırmamız gerekiyor. Hayatı sadece bu dünyadan ibaret gören, ölümden başka bir düzlemde korkar. Çünkü ölüm, kavuşmak üzere bir ayrılık değildir onun için. Bir daha asla kavuşmamak üzere ayrılmak ve bir daha asla var olmamak üzere yok oluştur. Bir de, ölümden öte bir diyar olduğunu kabul etse de, o diyarı düşünmeden anlık zevklerin veya dünyevî çıkarların peşinde koşanların korkusu var. Yahut, Allah’a karşı isyan, Allah’ın kullarına karşı ise zulüm işler hâlde yaşayanların ölüm korkusu. Keşke daha da fazla korkabilse böyleleri… Ölüm hayatın ikiz kardeşidir; tıpkı Azrail’in İsrafil’in ikiz kardeşi olduğu gibi.
Evde hiç ölüm konuşmuyoruz
Kabirden önceki son durak gasilhane. Zincirlikuyu Mezarlığı’nda görevli üç gassalla konuştuk. Herkesin ürpertici bulduğu bu iş onlar için sıradan: “Biz de normal insanlarız; güler, eğlenir, şakalaşırız. Ama evde hiç ölüm konuşmuyoruz.”
Gassallarla görüşeceğiz… Zincirlikuyu Mezarlığı’nın “Her canlı ölümü tadacaktır” yazılı kapısından içeri adımımızı attığımızda iklim değişiyor sanki. Yol boyunca gidip gelen yeşil cenaze arabalarıyla, sahibini bekleyen boş tabutlarla, gözü yaşlı insanlarla karşılaşıyoruz. Dışarıdan farklı bir koşturmaca var ve bambaşka bir dil... Ölülerin yıkanıp kefenlendiği gasilhaneye doğru yürürken mezar taşlarında ‘dünyanın fâni’liğini okuyoruz. Başımızı kaldırdığımızda ise mezarlığın bitişiğinde yeni gökdelenlerin yükseldiğini görüyoruz. Gasilhanenin hemen yanında Sakıp Sabancı’nın kabri var, başında da sade bir mezar taşı.
Gasilhanenin önü kalabalık. İçeride bekleme odasının koltuğunda için için ağlayan genç bir kadın var, annesini kaybetmiş. Onu teselli etmeye çalışıyor arkadaşları. Erkekler daha metin görünüyor. Biz de bu arada röportaj yapacağımız gassallarla tanışıyoruz. Röportaja geçmeden boş bir odaya giriyorum. Kabin iki kişinin rahat hareket edebileceği büyüklükte, uzun bir mermer taş hemen göze çarpıyor, havlular, kefen odanın bir ucunda. Tam konuşmaya geçecekken yeni bir cenaze getiriliyor, yıkama sırası gelen Harun Kibar ve Emrullah Kılıç 20 dakika sonra buluşmak üzere işlerine dönüyor.
Zincirlikuyu Gasilhanesi’nde 7 erkek gassal görev yapıyor. Günde ortalama 20 ölü yıkanıyor. Her gassal günde 3 ölünün yıkanması, kefenlenmesi işlemini gerçekleştiriyor. Bir ölüyü iki kişi yıkıyor. Cenaze yakınlarından içeri girmek isteyen olursa itiraz edilmiyor. Ölüm şekline göre yıkama süresi uzuyor da kısalıyor da. Eğer normal bir ölümse yıkama işlemi yaklaşık 20 dakika sürüyor. Eğer cenaze bekletilmişse ya da Adli Tıp’tan getirilmişse bu işlem yarım saati geçebiliyor. Yine trafik kazası sonucu ya da yanarak ölenlerin yıkama işlemi uzayabiliyor. Gassallar eldiven, önlük ve maskeyle çalışıyor. Haftada bir, yılda da on beş gün izin kullanabiliyorlar. Mesai 08.00’de başlıyor, 17.00’ye kadar sürüyor. Mezarlıkta görevli 20 imam var. Bunlar da cenaze namazlarının kıldırılması, defin ve dua kısmını yerine getiriyor.
Zafer Ertemiz’le sohbete başlıyoruz. “Bize yürüyerek geldiniz, iyi oldu, omuzlarda da gelebilirdiniz!” diyor gülümseyerek. 2006 yılından beri bu işi yapıyor. Zor bir görevi var ama işini seviyor. Gassallığın onun yakînini (bilinç, inanç) artırdığını söylüyor. Ailesi de çevresi de mesleğini biliyor. Ama evde iş konuşmadığını vurguluyor: “Burada yaşadıklarımız burada kalır. Evde pek ölüm konuşmayız.” İnsanların bu işi ürpertici bulduklarını ifade ediyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor: “Kimse korkmasın, biz normal insanlarız. Bizim de çoluk çocuğumuz var. Biz de televizyon seyrediyor, helal dairede gülüyor, eğleniyoruz. Belki diğer insanlardan farkımız ölüme yakın duruşumuz. Ölüm fikriyle daha içli dışlıyız. Bu da iyi oluyor. Öldükten sonra ahrete iman etmişiz. Yapıp ettiklerimizden hesaba çekileceğiz. Ona göre ölçülü yaşamak lazım.” Zafer Ertemiz birçok ünlü ismi de yıkayıp kefenleyenlerden. Hemen hatırladıklarını sıralamaya başlıyor. Geçen yıl kaybettiğimiz usta tiyatrocu Müşfik Kenter’i o yıkamış. Yine Coşkun Özarı, Aykut Oray, politikacı İsmail Cem son yolculuğa uğurladığı ünlü isimler.
Koku sürüp kefenliyorlar
Yarım saat sonra Emrullah Kılıç ve Harun Kibar katılıyor sohbetimize. Emrullah Kılıç gasilhanenin en eskilerinden. 55 yaşında ve 16 yıllık gassal. Kimi yıkadıklarını soruyorum, “Pek tanımayız, geçenlerde bir ölüyü yıkarken yüzü tanıdık geldi. Yıkarken fark etmiyoruz. Sonra öğrendim ki ünlü bir ressammış.” diyor. “Burhan Doğançay mı?” diyorum. “Evet, dünyaca meşhur bir ressammış.” diye ilave ediyor. Geçen yıla kadar eşinin bile ne iş yaptığını bilmediğini söylüyor. Geçmişte imamlık da yaptığı için daha çok imam olarak bilirlermiş Emrullah Bey’i. Bir ölünün nasıl yıkandığını soruyorum, o sakin sakin anlatıyor: “İslami usullere göre yıkıyoruz. Taharet ve boy abdesti aldırıyoruz. Sabunla temizliyoruz. Daha sonra da iki temiz havluyla kuruluyoruz. Koku sürüyor ve kefene koyuyoruz. Hemen götürülen de oluyor, morga aldığımız da.” Emrullah Kılıç izne ayrıldığında yaptığı işi unuttuğunu söylüyor. Gassallık onun için normal bir iş. Fakat ona kattığı şey az değil; çünkü ‘her an ölecekmiş gibi’ yaşamaya çalışıyor. Ona göre “Mü’min ölümden korkar, korkmalı da. Çünkü kabir var, ahiret var, sırat var. Bunları düşünerek yaşamalı.”
Birand mütebessim gitmiş
Harun Kibar en yenileri. Bir yıl önce başlamış gassallığa. Daha evvel 5 yıl imamlık yapmış, başka işlerde de çalışmış. İşe nasıl girdiğini soruyorum. “Karar vermem kolay olmadı. Artık eskisi gibi değil. Bir nevi sınav yapıyorlar, mülakat var. Bu iş için ağzının Kur’anlı olması, İslam’ı yaşaman gerekiyor. Başka türlü de olmaz zaten.” diyor. Sohbet sırasında üç gassal da genç ve çocuk ölülerin kendilerini duygusallaştırdığını söylüyor. “Ne kadar etkilenmemeye çalışsan da genç ölümler yaralıyor insanı. İnsanların acısından etkileniyorsun.” diyor Harun Kibar. Gassallara Anadolu’da yaygın olarak kullanılan “Allah teneşir güzelliği versin” duasını hatırlatıp “Ölüden ölüye fark var mı?” diye soruyorum. Zeki Ertemiz “Olmaz mı!” diyor ve devam ediyor: “İnsanın yaşantısı vefat anında da, öldükten sonra da yüzüne yansıyor. Bazı ölüler gülümsüyor, bembeyaz parlıyor. Geçenlerde böyle yaşlı bir amca yıkadım. Nur gibiydi. Yakınları ‘Teheccüd namazlarını bile kaçırmazdı’ dedi.” Mehmet Ali Birand’ın son yolculuğuna Zincirlikuyu Gasilhanesi’nden uğurlandığını hatırlatıyorum. Arkadaşları yıkamış Birand’ın naaşını. Onların anlattıklarına göre, Birand’ın yüzü teneşirde de mütebessimmiş.
“Ölü yakınlarının yanında değil ama cenazeyi yıkadıktan sonra kendi aramızda güler, şakalaşırız bazen.” diyor Zafer Ertemiz. Sürekli somurtarak gezmediklerini söylüyor. Vurgulu bir tonla normal insan olduklarını yineliyor. Çevreden “İşler bugün nasıldı?” şeklinde esprili sorular yöneltildiğini anlatıyor. Ve bu sorunun cevabını şöyle veriyor: “Kriz bizi etkilemez. İş olmadığında seviniyoruz!”
İstanbul’da ölüm sayısı da artıyor!
İstanbul’da 333 mezarlık var. Her gün ortalama 250 kişi vefat ediyor. İstatistiklere göre sonbaharda ölümler artıyor. Geçen yıl toplam 60 bin 79 kişi ölmüş, bir önceki yıl bu rakam 57 bin 63. 2010 yılında ise 54 bin 747. Cenaze ve defin işlemleri ücretsiz yapılsa da mezar yeri fiyatları konumuna göre değişiyor. Mesela Zincirlikuyu ve Karacaahmet Mezarlığı’na bir yakınınızı defnedecekseniz bunun fiyatı 5 bin lira. Eyüp Mezarlığı ve Edirnekapı’da fiyat bin liraya düşüyor. Eğer yakınınızı şehir merkezinden uzakta bir yere gömmek isterseniz fiyatlar daha makul. Ayazağa, Kilyos, Büyükçekmece gibi mezarlıklarda 100 TL ödeyerek defin işlemlerini gerçekleştirebiliyorsunuz. Bu para sadece toprak bedeli olarak alınıyor. Yıkama, kefen, tabut, defin işlemleri ücretsiz.
Evliler bekarlardan zenginler fakirlerden daha çok korkuyor
Ölüm korkusu üzerine doktorası olan Doç. Dr. Murat Yıldız’a göre, bu tamamen fıtrî bir his. Ancak çaba gösterilmesi hâlinde rahatlıkla üstesinden gelinebilir. Bunun yolu da ölümü unutmaktan değil, sık sık hatırlamaktan geçiyor.
Doç. Dr. Murat Yıldız, ölüm korkusu üzerine yüksek lisans ve doktora yapmış bir akademisyen. ‘Ölüm Kaygısı ve Dindarlık’ adında bir de kitabı var. Yıllardır bu konuyu çalışıyor. Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Din Psikolojisi Anabilim Dalı öğretim üyesi olarak çalıştı. Şimdilerde Sivas Cumhuriyet Üniversitesi’nde Edebiyat Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü Başkanı olarak görev yapıyor. Kendisiyle ölüm korkusunu ve bu korkuyla baş etmenin yollarını konuştuk.
-Ölümden korkmak doğal bir davranış mı, fıtri mi ölüm korkusu?
Korkmak insanın yaradılışının bir parçası. Yerinde ortaya çıktığında doğal ve insanın hayatını koruyan önemli bir heyecan türüdür. İnsanın doğumundan itibaren bütün hayatı boyunca çabasının hayatta kalabilmeyi başarmak olduğunu biliyoruz. Aç kalmaktan, susuzluktan, hastalıktan, karanlıktan, yaralanmaktan korkmamızın ve bunların hemen üstesinden gelmek için çok çetin mücadeleler vermemizin asıl sebebi, bu mücadelelerden birini kaybettiğimizde öleceğimizi bilmemizdir. Sonuç olarak ölüm korkusunun temel bir korku türü olduğunu, diğer korkularımızın ölüm korkumuzun türevleri olduğunu söyleyebiliriz.
-Ölümden en çok korkanlar kim? Gerekçeleri değişiyor mu?
Ölüm korkusuna sebep olan etkenlerin başında ölümün ne zaman ne şekilde gerçekleşeceği ve ölüm anına yönelik belirsizliklerin olması gelir. Diğer korku sebepleri olarak, sevdiklerinden ayrılma, dünyada sahip olduklarından ayrılma, ölürken acı çekme, mezarlık ve bedenin çürümesi, yok olma düşüncesi gibi etkenleri sayabiliriz. Araştırma sonuçları, evlilerin bekârlardan, çocuklu olanların çocuksuzlardan, zenginlerin fakirlerden, güzelliğe ve yakışıklılığa çok önem verenlerin vermeyenlerden, mensup olduğu dinin emir ve yasaklarını bilen fakat yeterince bunlara göre yaşamadığını düşünenlerin inandığı gibi yaşadığını düşünenlerden daha yüksek ölüm korkusuna sahip olduğunu gösteriyor. Kendini yeterli düzeyde dindar olarak algılamayanların ölüm korkularının sebepleri ise eğer kendine çekidüzen vermeden ölürse, ölüm sonrasında karşılaşacağı sıkıntılar, acılar, cezalar, cehennem azaplarıdır.
-Ölüm korkusunun Batı ve Doğu’da yansıması farklı mı oluyor?
Ölüm olgusu evrensel ve varoluşsal olduğu için, bireylerde ortaya çıkmasında değil de bu korkularla baş etme yolları kültürden kültüre, dinden dine değişebilir. Burada kastedilen toplumsal düzeyde, törensel, dinsel, halk inançları unsurlarını içeren toplumsal tepkilerdir. Dünyayı çok önemseyen, zamanla yarışan ve bu dünyaya bir daha gelmeyeceğine inanan Batılı birey, kendisini bu koşuşturma çarkına kaptırıp ölüm düşüncesini bastırabilir. Fakat bir Hintlinin tekrar tekrar dünyaya gelme inancından dolayı, dünyayı algılayışı ve dünyayla ilişkisi farklı olduğu için ölümü kavramlaştırması da farklıdır. Bu çerçevede ölüm korkusunun düzeyi ve niteliği de farklı olmaktadır.
-İslam’da ölümün sık sık hatırlanması öğütleniyor. Ölümü sık hatırlamak hayata ne katıyor. Bu uyarı ne anlama geliyor?
Hem İslam’da ölümün sık hatırlanmasına yönelik tavsiyeler ve tasavvuf kültüründeki ‘rabıta-i mevt’ uygulamaları hem de varoluşçu psikoterapinin ölüm korkusuyla baş etme yollarından biri olarak her fırsatta ölüm üzerine düşünmeyi ve kişinin kendisini ölmüş olarak hayal etmeyi içeren terapi teknikleri bireye öncelikle ‘olumlu ölümlülük bilinci’ni kazandırıyor. Bu bilinç, bize ölümün kaçınılmaz, evrensel ve geri dönülemez bir süreç olduğunu öğretmekle birlikte kendimizin de her an öleceği gerçeğinin farkındalığını kazandırır. Bu da hayatımızı ve dünyayı algılayışımızı etkiler. Hayatımızın belli bir zamanla sınırlı olduğunun bilincinde olmamız, hayatı daha nitelikli, daha değerli, faydalı işlerle dolu geçirmeye ve insanlarla olan ilişkilerde daha hoşgörülü, sevecen, daha olumlu olmamız yönünde, diğer bir ifadeyle ‘hayatın gerçek anlamını bulma’ diye ifade edebileceğimiz sürece katkı yapar. ‘Olumlu ölümlülük bilinci’nin, bugün yaşanan birçok bireysel ve toplumsal sorunların önlenmesinde ve çözümünde önemli bir katkı sağlayacağını düşünüyorum.
-Ölüm korkusu gündeme gelince mutlaka ‘din’ devreye giriyor. Başka sistemler bu korkuya cevap veremiyor mu?
Ölümü anlama ve ölüm korkusuyla baş etmede insanın elindeki en önemli, en güçlü reçeteyi dinî sistemler sunmaktadır. Ölüm sonrası hayat, bir inanç alanıdır, İslam dini açısından bakıldığında ahiret inancı, en temel inanç prensiplerinden biridir. İnanan bireyin, ölüm gibi hem varoluşsal hem de ölüm sonrası hayat gibi boyutları olan konuyla ilgili sorularına, kutsal kitap ve onu açıklayan kaynaklardan, peygamberinin sözlerinden cevaplar bulması bu çetin konudaki sorgulamada işini oldukça kolaylaştırmaktadır. Sonuç olarak her dinî sistemin ölüm ve ölüm sonrasıyla ilgili yoğun açıklamaları bulunmaktadır. Ölümden sonraki durumunuz sizin ne kadar dindar olup olmadığınızla ilintilidir. Ayrıca dini ne olursa olsun her toplumda cenaze törenleri aynı zamanda birer dinsel törendir. Sevdiği birisini kaybeden kişinin bu acıyla baş etmesinde de dinsel açıklamaların önemli işlevleri olduğu bilinmektedir.
-Materyalistlerin ölüm korkusu daha mı farklı? Onlar neye sığınıyor?
Dinsel bir inanca sahip olmayan birey, ölüm ve ölümden sonra ne olacağı konusundaki sorgulama sürecinde, kendisine yakın filozofların açıklamalarına ve kendi aklına başvurmaktadır. Örneğin ‘Ölümden niye korkayım ki, yaşıyorken ölüm yok, öldüğümde de ben yokum’ ifadesinde kendisini gösteren bu felsefi yaklaşım, birçok kişi için sempatik gelebiliyor. Ancak bu bakış açısı sorunu temelden çözüyor mu? Ölümden sonra bir hayatın olmadığı fikri bireyleri gerçekten rahatlatıyor mu? ‘Evet’ demek kolay değil. Çünkü o zaman bu dünyaya gelişlerini, yapıp etmelerini anlamlandırma güçlüğü ortaya çıkıyor. Ölümle yok olacaksam, dünyada bu kadar çalışmamın, dürüst olmamın, çocuk sahibi olmamın, sürekli okuyup yazmamın, sıkıntılara acılara katlanmamın anlamı ne? Belki gerçekten felsefi dayanaklarını güçlü oluşturarak ölüm korkusunu azaltmış insanlar olabilir ama sayılarının çok olduğu söylenemez. ‘Düşen uçakta ateist bulunmaz’ bağlamında ölüme yaklaşan bireylerde farklı arayış ve tepkilerin ortaya çıktığı söylenebilir. Bir bilim adamının pozitif bilimin ölçütleri çerçevesinde ölümden sonra bir hayatın olduğunu kabul etmediğini, bununla birlikte ölümden sonra bir hayatın var olmasını arzu ettiğini ifade etmiş olması, korkusuz, kayıtsız yaşamanın hiç de kolay olmadığını gösteriyor.
-Ölüm korkusunu yenmek mümkün mü?
Mümkün ama çaba istiyor. Mümkün olduğunu tarihî şahsiyetlere baktığımızda görüyoruz. Mevlânâ ölmeyi, Sevgili’ye (Allah’a) kavuşmaya vesile olan ‘düğün gecesi (şeb-i arus)’ olarak değerlendirmektedir ki bu, Mevlânâ’da ölüm korkusu olmadığını gösterir. Peki, bizler ölüm korkusunu azaltmak için neler yapabiliriz? Ölüm korkusunu azaltmak için, tatmin edici bir hayat yaşamak, ölümü sık düşünmek, bunu için hasta ziyaretlerine, cenaze ve taziye törenlerine katılmak, mezarlıkları ziyaret etmek, ölme sürecindeki yakınlarıyla ilgilenmek, öldüğünü hayal ederek arkasından nasıl anılmak istediğini düşünmek ve ona göre hayatı yaşamak, inançlarına göre yaşamak, insana faydası olan işler yapmak, ölümün mahiyeti hakkında okumak, bilgilenmek gibi uygulama ve faaliyetleri sıralayabiliriz.
-Modern insan hayatında ölümü öteleyerek yaşıyor. Ölümü unutmak bir çözüm mü?
Şüphesiz çözüm olmuyor. Ayrıca ölümü nereye kadar, ne zamana kadar unutabilirsiniz? Modern insan ya günlük işlerine kendini vererek ölümü düşünmeye, kendini tanımaya ve sorgulamaya fırsat vermemeye çalışmaktadır ya da ölümü bilinçli bir şekilde düşünmekten kaçınmaktadır. Ölümü unutmak için kendini alkole, uyuşturucuya ve aşırı eğlenceye verenlerden de söz edilebilir. Fakat çevresinde yakınlarının, sevdiklerinin veya başkalarının ölümleri ister istemez hatırlatıcı olacaktır. Cenaze törenlerine katılacak, üzülecek, kaybın acısını hissedecek ve ölenin gitmesiyle sosyal ilişkiler ağı değişecektir. Belki bunlardan da kaçmaya, olanları unutmaya çalışacaktır ama yaşı ilerledikçe, yaşlandıkça akranlarını sıklıkla kaybetmeye başladıkça unutmak ne kadar mümkün olacaktır acaba? Ölümü düşünmeden ve hesaba katmadan geçirilen bir ömür, tatminsizlikler, pişmanlıklar ve hayal kırıklıkları içinde mutsuzluk ve umutsuzluk içinde noktalanabilecektir. (Aksiyon)
SON VİDEO HABER
Haber Ara