Akademik özgürlükten 'Girişim Özgürlüğü'ne
İstanbul Üniversitesi rektör adayı Prof. Tükel YÖK Yasa Taslağı'nı değerlendirdi. Üniversitelerde araştırmaların siyasi iktidarın ve piyasanın talepleriyle yönlendirildiğini, yeni sistemin iş güvencesini kaldırdığını, akademik özgürlükten söz edilemeyeceğini anlattı.
13 Yıl Önce Güncellendi
2012-12-17 18:25:28
Prof. Raşit Tükel, yeni hazırlanan YÖK Yasa Taslağı'nı değerlendirirken, devlet sektörünün giderek gerileyerek bilimsel araştırmaların özelleştirilmesinin bilimin yansızlığını tartışmalı hale getirdiğini söyledi, akademik özgürlüğe yönelik tehditleri vurguladı.
20 Aralık'ta yapılacak İstanbul Üniversitesi rektörlük seçimleri öncesinde, İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyeleri Girişimi'nin rektör adayı Prof. Tükel'den YÖK Yasa Taslağı'nın getireceklerini, üniversitelerin ve üniversite hastanelerinin geleceğini değerlendirmesini istedik.
Tükel akademik özgürlüğe, öğretim üyelerinin çalışma koşullarına değindi, sorularımızı özerkliğin gereklerinden performans sistemine uzanan bir yelpazede cevapladı.
Yeni kamu işletmeciliği anlayışının egemen olmaya başladığını anlatarak, üniversitedeki araştırmaların siyasi iktidar ve sanayinin talepleri doğrultusunda yönlendirildiğine dikkat çekti.
Yeni YÖK yasasıyla üniversiteler yeniden yapılandırılıyor. Somut olarak bu ne anlama geliyor?
Devlet üniversitelerinde, vakıf üniversitelerindeki mütevelli heyetinin karşılığı olarak üniversite konseyi adında bir kurul tanımlanıyor. Üniversite konseyinin görevleri arasında; rektör atamasının yanında, üniversitenin yatırım programı ve bütçe tasarısını hazırlama, satın alma ve benzeri mali konularda kararlar almak bulunuyor. Üniversite konseyi öğretim elemanlarını kadrolu veya sözleşmeli olarak işe alabilecek.
Üniversitenin idari teşkilat birimleri arasında Araştırma Geliştirme ve Yenilik Daire Başkanlığı da yer alıyor. Bu dairenin görev tanımının, üniversitenin sanayi ve iş dünyası ile olan ilişkilerini düzenlemek, geliştirmek, üniversitenin araştırma geliştirme faaliyetlerini koordine etmek olarak verildiği görülüyor.
Anonim şirket statüsünde kurulması öngörülen Bilgi Lisanslama Ofisleri, araştırmacı, uzman ve öğrencileri yapacakları bilimsel çalışmalarda ticari değeri yüksek konulara yönlendirme görevini üstleniyor.
Yasa taslağının bir diğer maddesinde, öğrenci ders değerlendirmeleri ile öğrencilerin mezuniyet sonrası istihdamına ilişkin, dış paydaşlar ya da diğer bir ifadeyle iş dünyasının temsilcilerinin diploma programlarına ilişkin değerlendirmelerinin alınmasına yer veriliyor.
Öğretim elemanları için yüz puan üzerinden yıllık akademik faaliyet puanı hesaplanacağı, 30 ve üzerinde puan alanlara akademik faaliyet ödeneği verileceği belirtiliyor.
Yükseköğretim kurumlarının gelirleri esas olarak; öz gelirler, devlet katkı payı ve hazine yardımından oluşmakta.
Ancak, yükseköğretim kurumlarına hazine yardımının, ancak yükseköğretim kurumlarının öz gelirleri ve tahsis edilen devlet katkı payı tutarının cari giderleri karşılamaması durumunda yapılabileceği belirtiliyor.
Araştırma görevlisi kadrosu kaldırılıyor. Ders vermeyen araştırmacı öğretim elemanları ve proje araştırmacıları görevlendirmeleri yapılıyor.
Sonuç?..
Özetle söylersek... Üniversitenin yönetimi üniversite dışından atanan ve iş dünyasını temsil eden üyelerin de olduğu üniversite konseyine bırakılıyor. Üniversite konseyi parayı idare etmenin yanında iş dünyası ile ilişkileri düzenleyen bir işleve sahip.
Devletin üniversiteleri finanse etme olanakları azaltılırken, üniversitelerden bu olanakları kendilerinin yaratmaları bekleniyor. Araştırmalar ticari değeri yüksek konulara yönlendiriliyor. Performansa dayalı ücretlendirmenin esas olduğu, sözleşmeli çalışma düzenine geçilmeye hazırlanılıyor.
Sözleşmeli çalışma düzenine geçmesi akademik özgürlükleri ve öğretim üyelerinin çalışma koşullarını nasıl etkileyecek?
Yeni düzenlemeye göre, sözleşmeler iki yılda bir yeniden değerlendirilecek, sözleşmesi sona erenlerle tekrar sözleşme yapılıp yapılmayacağına oluşturulan kriterler çerçevesinde üniversite konseyi karar verecek.
Bu, sözleşmelerin tek taraflı olarak iptal edilebildiği; akademik özgürlüğün sınırlarının üniversite yönetimi tarafından belirlendiği bir çalışma düzeni anlamına geliyor. İş güvencesinin olmadığı bir ortamda akademik özgürlüklerden söz edemeyiz, oysa ki...
Üniversitede öğretim üye ve yardımcıları hiçbir baskı ve müdahaleye uğramadan, araştırma, eğitim ve hizmet işlevlerini yerine getirebilmeli.
Bilim insanlarının bilgi üretirken, bunu başkalarına aktarırken ve yayımlarken gelecek kaygısı duymaması gerekir. Üniversitede, öğretme, araştırma ve yayımlama gibi evrensel işlevleri, herhangi bir etki ve baskıya karşı güvence altına alan bir akademik özgürlük ortamı yaratılmalı.
Devlet sektörünün giderek gerilemesini takiben, bilimsel araştırmaların özelleştirilmesinin etkileri, bilimin yansızlığını tartışmalı hale getirmiştir.
New Scientist dergisinin yardımcı editörü olan Stephanie Pain, 1997'de, The Guardian'da bilim ve büyük işletmelerin, mevcut neoliberal çağda her zamankinden daha yakın bağlantılar geliştirdiğini belirtiyor. Bu yeni sistemde, araştırma sonuçları, doğru çıkarlara hizmet etmiyorsa, yönlendirilebilmekte ya da ortaya konmayabilmektedir. Ülkemizde bunun da ötesine geçildi.
Örnek vermek mümkün mü?
Uzun yıllardır Kocaeli bölgesinde yaşanan ciddi çevre ve sağlık sorunları üzerine çalışmalar yapan Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu örneğini hatırlayalım.
Kocaeli Üniversitesi'nde yürüttüğü bir araştırmada annelerin ilk sütünde ve bebeklerin ilk kakalarında bazı ağır metaller ve eser elementler saptandığı ve bu bilgiyi kamuoyuna açıkladığı için, 'haberin geniş halk kitlelerine ulaşmasını sağladığı, araştırma sonuçlarını halk arasında panik yaratmak amacıyla kullandığı" iddiasıyla yargılandı.
Bu örnek, bilim insanları üzerindeki baskının geldiği yönü göstermesi açısından önemli. Akademik özgürlük için tehdit oluşturabilecek güçler, yere ve zamana bağlı olarak değişse de, sermaye temsilcilerinin bu alandaki etkinliklerini giderek artırması bekleniyor.
Hatipoğlu'nun Profesör Hirsch'den aktardığı üniversite ve akademik özgürlük üzerine bir anektod var.
1851'de, F.D. Maurice adlı bir profesör Hıristiyan Sosyalist Hareketi'ne karışınca basın, bu profesöre ve üniversiteye saldırır. Üniversite yönetimi de bu saldırıya gazete duyurusu yoluyla yanıt verir: "Eğer bir üniversite, hocalarının sözlerini sansür etmeye kalkarsa, izin verdiği sözlerin sorumluluğunu da yüklenmiş olur. Bir bilim kurumundan böyle bir sorumluluğu istemek doğru bir hareket olmaz."
Stephanie Pain, The Guardian'daki yazısında daha zararlı olanın, sözleşmeleri garantiye almak için bilim insanının öz-sansüre kayması olduğunu tartışır. İş dünyası ile bilim arasındaki daha önce formal olmayan bağlantıların kurumsallaşmasından sonra hayatta kalma için hayati bir çabadır, bu aslında.
Böylece, akademik özgürlüğü kısıtlayıcı unsurlar ya da özgürlüğe yönelik tehditlerin, sadece üniversite dışından gelmediğini, üniversitenin ve akademisyenin kendisi tarafından da yaratılabildiğini görürüz.
Akademik özerklik açısından bakarsak üniversitelerin konumu nasıl olmalı?
Üniversite akademik olarak özerk olmalı; karar verme ve verdiği kararları uygulamada bağımsız davranabilmeli ve dış baskılardan etkilenmemeli.
Genel bütçeden kaynak aktarımı kısıtlanmadan, kendi gelişim planı doğrultusunda bütçesini oluşturma ve kullanabilme özerkliğine sahip olmalı.
Eğitim ve araştırma süreçlerinde, bilimsel iç denetim mekanizmaları esas olmalı; bilimsel denetimin yerini, performans çıktıları üzerinden mali denetim ve özel kurum ve kuruluşlara hesap verme almamalıdır.
Üniversite, akademik özerkliğin bir koşulu olarak, neyi öğreteceğine, neyi araştıracağına ve araştırma ve öğretimin kimin tarafından yapılacağına kendisi karar vermelidir.
Ancak, akademik özgürlüğünü kullanırken, toplumun gereksinimleri ve önceliklerini temel almalı, araştırma alanlarını bilimsel gelişmeler doğrultusunda, eğitim ve öğretim programları ve müfredatlarını akademik gelişmelere uygun olarak, bilim insanlarını liyakatı temel alarak seçmelidir.
Üniversite öğrencilerinin eleştirel düşünmeyi öğrenmeleri, yaratıcılıklarını geliştirmeleri eğitimin temel amaçlarından olmalı. Araştırma ve öğretim çalışmaları ve bu alanlardaki karar süreçleri, ekonomik ve siyasi güçlerden bağımsız olmalıdır.
Üniversitelerden beklenti ne yönde?
Üniversitelerde öğretim ve araştırma süreçlerinde yeni kamu işletmeciliği anlayışının egemen olmaya başladığını söyleyebiliriz. Bu anlayış, üniversitedeki araştırmaları siyasi iktidar ve sanayinin talepleri doğrultusunda yönlendiriyor.
Üniversitelerden piyasada değişen taleplere hızla uyum sağlayacak esnek işgücü piyasalarına destek olma beklentisi ön plana çıkıyor. Üniversite eğitimi piyasanın taleplerine açık hale geliyor.
Öğretim üye ve yardımcılarının eğitim verdiği öğrenci sayısı giderek artıyor. Üniversiteler arasında daha çok öğrenciye eğitim vermek için kıyasıya bir rekabet yaşanmaya başlıyor. Bu süreçte öğrenciler müşteri olarak algılanırken, bir yandan da sadece ekonomik önceliklerle hareket eden bireyler yetiştirilmeye başlanıyor.
Öğretim elemanları ise, sözleşmeli olarak güvencesiz koşullarda çalışan bilim işçilerine dönüşüyor.
Üniversite kavramı değişiyor mu?
Yeni YÖK yasa taslağında, bir yükseköğretim kurumuna verilecek devlet katkı payı belirlenirken diğer yükseköğretim kurumlarına kıyasen akademik, mali ve idari performansı esas alınacak kriterler arasında sayılıyor.
TÜBİTAK öncülüğünde hazırlanan Girişimci ve Yenilikçi Üniversite Endeksi, üniversiteleri "ekonomik katkı ve ticarileşme"nin de içinde yer aldığı çeşitli ölçütler açısından sıralıyor.
OECD, üniversitelerin özerkliğini belirleyen faktörlerden arasında borçlanarak fon yaratabilmeye de yer veriyor.
TÜSİAD da benzer şekilde fon bulma kapasitesini, kurumsal özerkliğin kilit unsurları arasında sayıyor. Yeni fon ve kaynaklar bulabilen "Girişimci Üniversite" kavramı ile birlikte, akademik özgürlük kavramı yerini girişim özgürlüğüne bırakıyor.
Sayıştay'ın yetkisi de kısıtlandı...
Yasalara göre, kamuda denetleme yetkisine sahip tek kurum olan Sayıştay'ın denetim yetkisi, 4 Temmuz'da kabul edilen torba yasaya eklenen bir maddeyle kısıtlandı.
6353 sayılı yasaya eklenen maddeyle, Sayıştay'ın kamu idarelerinin takdir yetkisini sınırlayacak veya ortadan kaldıracak şekilde rapor düzenleyemeyeceği, yapılan işlerin gerekliliği, ekonomikliği, etkililiği, verimliliğini denetleyemeyeceğini öngörüldü.
Sayıştay'ın denetim yetkisindeki sınırlama, doğal olarak üniversiteleri de ilgilendiriyor. Yeni şirket yapılanması içinde, üniversitelerin denetimleri yakın gelecekte özel denetim kuruluşlarına bırakılırsa, çok da şaşırmamak gerekir.
Ezgi Başaran'ın 12 Kasım 2012 tarihli Radikal'de yaptığı söyleşide, Laval, neoliberal yaşam tarzını açıklarken, dönüşmeye başlayan kurumların başında, giderek birer şirket gibi işlemeye zorlanan eğitim ve sağlık kurumlarını sayıyor.
Burada söz konusu olanın özelleştirme değil, devlet kurumlarının bir şirket gibi davranmaya başlaması olduğunun altını çiziyor. Bu tür bir yapılanmada, kişi artık rekabet ve performans üzerinden tanımlanmaya başlanıyor.
Üniversite hastanelerinde uygulanan performans sistemini nasıl değerlendiriyorsunuz?
30 Ocak 2011'den itibaren yürürlüğe giren Tam Gün Yasası ve 18 Şubat 2011'de YÖK tarafından çıkartılan "Yüksek Öğretim Kurumlarında Döner Sermaye Ek Ödeme Yönetmeliği" ile tıp fakültelerinde, "performans sistemi" olarak bilinen, daha fazla işlem yapılarak döner sermaye gelirlerinin artırılması esasına dayanan bir "ek ödeme" sistemine geçildi.
Söz konusu performansa dayalı ödeme sisteminde, öğretim üyeleri yaptıkları işlemlerin karşılığında puan toplamakta ve bu puanlar o dönem alacakları ücreti belirlemekte. Ancak, bu ücret emekliliğe yansımadığı ve sağlık kurumunun gelirine koşut olarak her an değişebildiği için bir güvence taşımıyor.
"Ek Ödeme Yönetmeliği"nde, ödemelerde gelir gider dengesi gözetilerek döner sermaye kaynakları uygun olduğu takdirde ek ödemenin yapılacağı hükmünün yer alması; sonuçta kaynaklar yeterli değilse ek ödemenin yapılmayacak olması, üniversite çalışanlarını nasıl bir geleceğin beklediğini ortaya koyuyor.
Performans sisteminin sonuçları ne olabilir?
Performans sisteminin, hizmet sunumunda niteliğin kaybına neden olduğu, eğitimi ihmal ettiği, hekimlerin motivasyonlarını, mesleki saygı ve doyum duygularını olumsuz etkilediği, hastaların muayene süresinde azalmaya, tedavi maliyetlerinde artmaya yol açtığı biliniyor.
Bu sistemde, tıp fakültelerindeki öğretim üyelerinin öncelikli görevinin eğitim ve araştırma olduğu, hizmetin ise eğitimle iç içe verildiğinin dikkate alınmadığını görüyoruz.
Bu tür bir düzenleme öğretim üyelerini eğitim ve araştırmadan uzaklaştırıp, daha çok sağlık hizmeti sunmaya yönlendiriyor.
Daha fazla kazanma vaadiyle, hekimleri daha çok işlem yapmaya, daha çok hasta bakmaya yönelten bu sistemde, maddi karşılığı olmayan ya da maddi karşılığı hizmete oranla düşük olan araştırma, eğitim gibi faaliyetlere ayrılan zamanın giderek azaldığı görülüyor.
Bu noktada, daha çok kazanmaya bir açıklık getirmek gerekiyor. Performans olarak dağıtılan para, döner sermayenin kasasındaki para olduğu için, siz daha çok hasta bakarak, ancak meslektaşınıza göre daha fazla kazanmış oluyorsunuz. Kasa tükendiğinde ise, dağıtılacak bir para da kalmamış oluyor.
Maddi kazanç üzerinden oluşturulan rekabet sistemi çalışma barışını bozmanın yanında, etik sorunlara da neden oluyor.
Performans sisteminin bir diğer sonucu, tıp fakültelerinde eğitim ve araştırmaya verilen ağırlığın, hasta bakımına kayması, tıp fakültelerinin hızla akademik niteliklerini yitirmeleri olarak karşımıza çıkıyor. Bu da, tıp fakültelerinin en yüksek düzeyde tıp eğitimi verme ve yeni bilgiye araştırmalar yoluyla ulaşma görevinden uzaklaşmaları anlamına geliyor.
Üniversite hastaneleri bu sisteme direnip kendisi olmayı sürdürebilir mi?
Bunu yaptığınızda, hizmeti eğitimle iç içe yürüttüğünüzde, araştırma işlevlerinizi yerine getirdiğinizde, zor vakaları tedavi etmeye, güç ameliyatları yapmaya yöneldiğinizde, bunun karşılığını zarar ederek alıyorsunuz.
SGK, birçok tıbbi uygulamaya maliyetinin altında geri ödeme yapıyor ve ek kaynak da yaratmadığı için bu durum üniversite hastanelerini iflasa sürüklüyor.
Kendi alanımdan örnek vereyim: İstanbul Tıp Fakültesi'nde psikiyatri kliniğine yatırdığınız bir hasta için SGK'nın geri ödemesinin kliniğe kalan miktarı günlük yaklaşık 30 lira. Bunun 18 lirası yatak ücreti. Diğer tüm psikiyatrik değerlendirme ve tedaviler için hasta başına günlük 12 lira ödeme yapılmış oluyor.
Hasta yatırmadığınız, tetkik istemediğiniz, kısa sürelerle çok sayıda ayaktan hasta baktığınızda, kar edebilme şansına sahipsiniz. Tabii ki, bu durumda üniversite hastanesi olmaktan çıkmayı; semt polikliniğinden farkınızın kalmamasını göze almanız gerekiyor.
Her ay, başhekimlikten gönderilen kliniği ne kadar zarara uğrattığınıza ilişkin raporlara muhatap olmak da işin diğer bir yönü.
Yapılan çalışmalara, her bir üniversite hastanesinin yıl içinde ürettiği sağlık hizmeti bedelinin yaklaşık yüzde 30'u oranında bir ek kaynağın ayrılması gerektiğini ortaya koyuyor.
Bunun nedeni de, hem lisans hem de uzmanlık eğitiminin yapıldığı tıp fakültelerinde, eğitimi sırasında hem hizmet sunumu, hem eğitim, hem de araştırma fonksiyonlarının bir arada ve çoğu kez de birbiri ile iç içe geçmiş bir şekilde yürütülüyor olmasıdır.
Üniversite hastanelerinin birçoğu sağlık bakanlığı hastaneleriyle birleştirildi. Bu uygulamanın sonuçlarını değerlendirir misiniz?
Üniversite hastanelerinin geleceğini belirleyecek en önemli gelişme, "Birlikte Kullanım ve İşbirliği Yönetmeliği" diye bilinen yönetmelikle oldu.
Bu yönetmelikte, toplam nüfusu 850.000'e kadar olan illerde eğitim ve araştırma hizmetlerinin, bakanlık eğitim ve araştırma hastanesi veya üniversite hastanesinden yalnızca birisi tarafından verilebileceği; bu illerde Bakanlık ve üniversite tıp lisans eğitimi ve/veya tıpta uzmanlık eğitimi için ortak kullanım ve işbirliğine gideceği hükmü yer alıyor.
Nüfusu 850 binin üzerinde olan yerlerdeki tıp fakülteleri ile eğitim ve araştırma hastaneleri ise, şimdilik mevcut halleriyle faaliyetlerine devam edecekler; "isterlerse" bir protokolle işbirliği yapabilecekler.
Yönetmelikle ilgili şu konulara dikkat çekmek gerekiyor: Tıp fakültelerinde eğitim hizmetlerinden dekan, sağlık hizmetlerinden ise başhekim sorumlu olacak, her anabilim dalında Sağlık Bakanlığı'nın atadığı sağlık hizmeti sorumlusu bulunacaktır.
Birlikte kullanıma geçilen sağlık kurumları, Bakanlığın tâbi olduğu mevzuat uyarınca işletilecek ve kurum, bakanlıkça atanan başhekim tarafından yönetilecektir.
Sağlık Bakanlığı'nın atayacağı başhekim, hizmet sunumu ile ilgili konularda üniversite öğretim üyeleri dahil tüm fakülte personelinin amiri olacaktır.
Üniversite sağlık birimlerinin SGK'dan alacakları payın Sağlık Bakanlığı için belirlenen "Götürü Hizmet Bedeli"ne eklenecek olması nedeniyle, sağlık hizmet bedeline ilişkin üniversite payı Sağlık Bakanlığı'na geçecektir.
Bunlar bizi nereye götürür?
Açık olarak ifade etmek gerekirse, Sağlık Bakanlığı'na bağlı sağlık kurum ve kuruluşları ile üniversitelerin ilgili birimleri arasında, işbirliği ve olanakların birlikte kullanımına yönelik bir düzenleme getirme iddiasındaki bu yönetmelikle, özerk bir yapılanmadaki üniversite hastanelerinin Sağlık Bakanlığı'na bağlanarak ortadan kaldırılmasının yasal koşulları oluşturulmaktadır.
Üniversitesi hastanelerinin, yeni açılanlardan başlanarak, yönetsel olarak Sağlık Bakanlığı'na bağlanıyor olması, tıp fakülteleri ile üniversite hastaneleri arasındaki bir ayrışmaya işaret ediyor. Bu gelişmeler, tıp fakültelerinin yüksek okul statüsüne ineceğine ilişkin öngörüleri doğrular nitelikte.
Tüm bu gelişmelerden çıkarılacak en önemli sonuçlardan biri, önümüzdeki dönemde tıp fakültelerinin yüksek okul konumuna doğru gerileyeceği ve tıp fakülteleri ile üniversite hastaneleri arasındaki ayrışmanın, tıp ve uzmanlık eğitimi, araştırma ve nitelikli sağlık hizmet sunumu açısından ağır ve telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğuracağıdır.
"Birlikte Kullanım ve İşbirliği Yönetmeliği", üniversite hastanelerinin küçük ölçekli olanlarının Sağlık Bakanlığı'na bağlanmasını zorunluluk haline getirmiştir. Kendi başına ayakta kalabilmenin koşullarının giderek ortadan kaldırıldığı günümüzde, finansal kriz içindeki üniversite hastanelerinden büyük ölçekli olanlarını da bekleyen geleceğin farklı olmadığı açık olarak görülüyor.
Bu konuda bir dava açılmıştı...
Farklı üniversitelerden yaklaşık 500 öğretim üyesinin açtığı bir dava.
Sonucunda, Danıştay 10. ve 11. Dairelerinden oluşan müşterek kurul, yönetmeliğin dayanağı olan 3359 Sayılı Yasanın Ek 9. Maddesi'nin Anayasa'ya aykırı olduğuna, iptali için itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına ve Anayasa Mahkemesi'nce karar verilinceye kadar yönetmelik maddelerinin yürütmesinin durdurulmasına karar verdi.
Danıştay'ın yürütmeyi durdurma gerekçeleri bir ders niteliğinde.
Danıştay söz konusu yönetmelikte şunları belirliyor:
* Sağlık Bakanlığı'na bağlı sağlık kurum ve kuruluşlarının sağlık hizmeti sunma işlevi ile tıp fakültelerinin hizmet işlevinin birbirinden farklı niteliğe sahip olduğunun dikkate alınmamasını,
* Tıp fakültelerinin temel işlevinin eğitim ve araştırma olduğunun gözetilmemesini,
* Anayasa'nın 130. maddesinde belirtilen güvenceler sağlanarak üniversitelerin bilimsel özerkliğini tanıyan yasal düzenlemelerin yapılmamış olmasını,
* Üniversiteler ve üniversite öğretimi konusunda karar almaya yetkili organın YÖK olmasına karşın, yönetmelik çıkarma yetkisinin Sağlık Bakanlığı'na verilmiş olmasını hukuka uygunsuz buluyor ve yürütmeyi durdurma kararı alıyor. (Bianet)
SON VİDEO HABER
Haber Ara