Dolar

34,9531

Euro

36,6087

Altın

3.019,92

Bist

10.058,63

Kurtulmuş: 'Kendimize dönüyoruz'

Siyasete AK Parti çatısı altında devam edecek olan Numan Kurtulmuş, Yeni Şafak'a konuştu. Dış politikada Türkiye'nin 'ekseninin kaydığı' iddialarına da tepki gösteren Kurtulmuş, 'Tam tersi, bugün Türkiye AK Parti ile kendi varlık alanına dönüyor. Bu, büyük bir cihan devleti olmamızın çok doğal sonucu' dedi

13 Yıl Önce Güncellendi

2012-09-16 10:30:02

Kurtulmuş: 'Kendimize dönüyoruz'
Rahmetli Erbakan'la siyasi hayatınız başladı. Fazilet Partisi, ardından Saadet, HAS Parti şimdi de AK Parti'de yolunuza devam edeceksiniz. Milli Görüş çizgisiyle başlayan süreci değerlendirdiğiniz de Türkiye'de bu çizginin yaşadığı değişim, dönüşüm sizde de tekabül etti denebilir mi?

Türkiye'nin Milli Görüş hareketi sosyolojik bir tabana karşılık geliyordu. Onun için geçmişte Türkiye siyasetinde çok aktif bir şekilde var oldu ve Türkiye'nin gidişatını yakından etkiledi. Aslında meseleye daha geniş bir perspektifte bakmak lazım. Türkiye'nin 1950-2012; 62 yıllık çok partili bir siyasi hayatı var. 1946 seçimini saymayın çünkü o bir şike seçimiydi. Dolayısıyla demokrasi iyi-kötü Türkiye'de 1950 ile birlikte geldi. Beyaz devrim ya da 1. Demokratikleşme Dönemi dediğimiz süreç 1950-60 arasında çok etki oldu. 62 yıllık çok partili siyasi hayatımızın birkaç temel noktası oldu.

*Nedir ?

Bu millet, 62 yılda askeri vesayete ve askeri vesayetin sivil ayakları olarak gördüğü zihniyetin de, CHP'nin karşısında kimi gördüyse ona oy verdi. Türkiye'nin 62 yılının özeti budur. 1980'den sonraki süreçte ise, soğuk savaşın yavaş yavaş sona eriyor olması bütün dünyada değişim süreçlerini zorunlu kıldı. Türkiye de çok ciddi bir değişim, dönüşüm süreci yaşadı. Bu süreç aslında 1980'den günümüze kadar hızla devam ediyor. 1980'lerde başlayan hâlâ devam eden ve bundan sonraki 10 yıllarda da devam edecek olan Türkiye'nin dönüşüm, reform ve değişim süreçlerinde etkin olan üç temel toplumsal kesim vardır.

*Bunlar hangileri?

Bunlardan birincisi Türkiye'nin büyük çoğunluğunu oluşturan dindar kitleler. İkincisi Türkiye'de özgürlük taleplerini dile getiren liberal çevreler. Üçüncüsü de Kürtlerin taleplerini aktaran Kürt siyaseti. Aslında 1980'de rahmetli Özal'ı iktidara taşıyan da bu üç temel grubun bir yerde örtülü ittifakıydı. Bu grubun içinde toplumsal muhalefete öncülük eden büyük kitlesel gücü olan kesim dindar kitlelerdi. Özal'ın dindar kimliği de o süreçte çok etkili oldu. Bugün de bu böyledir.

*Neden dindar kesim etkin güç sizce?

Mesela liberaller fikir güçleri çok yüksek olmakla birlikte oy gücüne sahip olmadıkları için bu sürecin liderliğini yapamazlar ya da Kürt siyasetinin maksimum oy potansiyeli yüzde 5-6 civarında olduğu için sürece öncülük etmesi beklenemez. Yine 1991'den sonra Refah Partisi'nin yükselişi ve iktidara gelişinin ardında da yine bu temel dinamiklerin etkisi vardır. 1991 kampanyasını hatırlayın. Afişlerde başörtülü bir kız "başörtülüyüm ama üniversiteye gitmek istiyorum", bir Kürt vatandaş "Anadilimde konuşmak istiyorum" ya da bir işadamı "bürokrasiye takılmadan ihracat yapmak istiyorum" diyordu. İşte Refah Partisi (RP) bu taleplere öncülük ettiği için iktidara taşındı. Aynı şekilde 2002'de de AK Parti bu taleplerin üzerinden kendini ifade etti. AB süreçleri de o günkü Türkiye koşullarında çok etkin bir siyasal araç oldu ve AK Parti iktidar oldu. 2012'de halkın genel tercihleri değişmiş değil! 1980'den 2011 seçimlerine kadar olan süreç Türkiye'nin 2. Demokratikleşme dönemi olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle son 10 yılda Türkiye'de sivil-asker ilişkileri, vesayet sisteminin zayıflatılması konusunda önemli adımlar atıldı. Ama hâlâ yapılması gereken çok şey var.

*Mesela?

Milli Güvenlik Kurulu (MGK) artık eski oturma düzeni kalktı. Cumhurbaşkanının başkanlığından sivillerle, askerlerin karışık oturduğu bir düzen var. Ya da Yüksek Askeri Şura'da (YAŞ) Başbakan'ın başta oturduğu ve herkesin ona göre hizaya girdiği bir oturma düzeni var. Değerli bir eski Valimiz Muammer Türker MGK Genel Sekreteri oldu. Bunlar güzel adımlar. Ama hala MGK bir anayasal kuruluştur. Neredeyse paralel bir hükümet gibi konumlanmıştı. Şu andaki siyasi koşullar buna müsait değilse de, şartlar değiştiğinde siyasete müdahale imkanına da sahiptir. Önümüzdeki dönemde MGK'nın Başbakanlığa bağlı Güvenlik İstişare Kurulu haline dönüştürülmesi gibi bir takım somut adımların atılması gerekir. 2010 referandumunda halkın gösterdiği çerçevede 3. Demokratikleşme döneminde yapısal değişimi sağlayacak adımlar gerçekleştirilmelidir.

*3. Demokratikleşme Kuşağı'ndan ne anlamalıyız?

Bu sadece kadroları yenilemekle olmaz. Bunun ötesinde sistemi değiştirecek, kayıtsız-şartsız milletin egemen olacağı adımların atılması gerekir. Hem çevremizde hem de dünyada 1980'e benzer şartlar söz konusu. Bütün Arap dünyası hatta dünya siyaseti yeniden şekilleniyor. Diğer yandan 1990-2012 arasındaki 22 yıllık süre maalesef dünyada kutuplaşmadan uzaklaştığımız bir dönem olmadı. Yeni iktidar, yeni kavga alanları ortaya çıktı. Bu nedenle dünya siyaseti gibi Türkiye siyaseti de yeniden yapılanma ihtiyacı içinde. Yapılanma eksenini de millet gösteriyor.

*Halk yapılanmada neye dikkat çekecek dersiniz?

Türkiye'nin Müslüman kimliği ve medeniyet değerleri ile özgürlüklerin geliştirilmesi talebi belirleyici olacak. Ayrıca Kürtler, Aleviler ve azınlıklar gibi bütün toplumsal kesimlere barışın getirilmesi, bu kesimlerdeki her bir ferdin "bu ülkenin sahibi benim" diyeceği "Yeni Türkiye'nin" kurulması için adımların atılması gerekir. Önümüzdeki dönemi bu anlamda bir 3. Demokratikleşme süreci olarak görüyorum. Bu anlamda AK Parti'nin tarihi bir misyonu var. Bu adımın da gerçekleşeceğini umuyorum.

* Bir ustalık dönemi tanımlaması sizin için de yapılabilir mi?

AK Parti'de 2002-2007 arası sistemi tanımakla geçti. Gerçekten büyük zorlukların da yaşandığını gördük. Balyoz, Ergenekon, 27 Nisan Muhtırası, hatta AK Parti iktidara geldiğinde hâlâ 28 Şubat'ın rüzgârı ciddi şekilde esiyordu. Çok zor bir 1. Dönem geçti. AK Parti'de 2. Dönemi sistemin içinde kadroların değiştirilmesi, yenilenmesi olarak görüyorum. 3. Dönem ise güçlü bir demokratikleşme dönemi olacak. Beni sorarsanız, 14 senedir aktif olarak siyasette bulunuyorum. Hep en zor şartlarda hizmet etmeye çalıştım. "Hep yokuş yukarı tırmandım" diyebilirim. Fazilet Partisi İl Başkanı olduğumda Türkiye'de bir fırtına ortamı vardı. Saadet Partisi'nde de çok güçlü bir iktidarın olduğu dönemde düzgün bir muhalefet anlayışı geliştirmeye çalıştık. HAS Parti'de tüm imkânsızlıklarla, olumsuz konjonktür şartları ile boğuştuk. Tüm bunlara rağmen toplumun geniş kesimleri sözlerimize kulak verdi ama Türkiye'deki kutuplaşmanın varlığı dolayısıyla bize yeterince oy vermedi. Böyle bakınca artık yeterince tecrübeli olduğumu düşünüyorum.

* Başbakan Erdoğan'ın birçok kez sizi AK Parti'ye davet ettiğini biliyoruz. Son davete olumlu cevap vermenizde ne etkili oldu. Mesela 12 Eylül referandumu ya da Davos'taki 'one minute' çıkışı partiye bakışınızı değiştirdi mi?

Sayın Başbakan ile hukukumuz sadece siyaset dolayısıyla değildir. Tanışıklığımız çok daha öncesine dayanıyor. Karşılıklı sevgi, saygı içinde yıllardır tanışıyoruz. Siyaseten farklı yerlerde dursak bile birbirimizin hukukunu korumaya özen gösterdik. Ben İl Başkanı iken Sayın Başbakan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı'ydı. Kısa bir dönem de olsa birlikte çalıştık. Taa Pınar Hisar'da siyasi yasaklı olduğu dönemden itibaren Başbakan Erdoğan samimiyetle kendisiyle siyaset yapmamızı teklif etti.

*Madem öyle neden siz de AK Parti'de yer almadınız?


Dışarıda doğruları millet adına söyleyen, gerektiğinde uyaran, yol gösterici, yapıcı bir muhalefete de ihtiyaç vardı. Biz de bunu tercih ettik.

*Yani partinizi "yapıcı bir muhalefet" olarak tanımlıyorsunuz?

Türkiye siyasetini yazacak olanlar "Türkiye'ye böyle bir parti de geldi ve yapıcı bir şekilde yol gösterdi" diyecektir. Birileri de muhalefette millet adına doğruyu söylemeliydi. İşte geçmişte hem Saadet hem de Has Parti'de bunu yaptığımızı zannediyorum. Şimdi ise 3. Demokratikleşme sürecinde AK Parti'ye destek olmak gerektiğini düşünüyorum. Bu süreçte millet adına "Yeni Türkiye"nin inşası istikametinde yaptığımız katkılara birkaç örnek vermek isterim. 12 Eylül referandumunda muhalefet partisi olarak yaptığımız "evet" kampanyasının sürece büyük desteği oldu. İktidar-Anamuhalefet kapışmasının dışında, Türkiye'nin geleceğini kurmayı hedefleyen bir adım olduğu şeklinde ciddi bir algı oluştu. Yine demokratik açılım sürecinde büyük bir sorumluluk anlayışı ile hazırladığımız "Gönüllü Birliktelik" projesi ile sürece samimi ve olumlu katkı sınduk. Ayrıca 16 Ocak 2012'de, 28 Şubat hakkında suç duyurusunda bulunduk. Bu Türkiye'de bir ilkti. MİT krizinde yine açık bir şekilde görüşlerimizi ortaya koyduk. Bu faaliyetlerle atılan doğru adımlara katkıda bulunduk.

* Eşiniz Sevgi Hanım'ın da kararınızda etkisi oldu mu?

Biliyorsunuz, 28 Şubat'ta eşim üniversiteden uzaklaştırıldı. Hemen arkasından ben siyasete girdim. İki oğlumun ve kızımın yetişme dönemlerinde çocukların bütün yükü Sevgi Hanım'ın üstüne kaldı. Siyasetin içinde eşimin büyük desteği olmasaydı hakikaten zor ayakta dururduk. Beni tek kişilik bir ordu gibi destekledi. O da en az benim kadar yoruldu. Tüm bu süreçte alınan kararlarda Sevgi hanımın desteği büyüktür. Sayın Başbakanımızın bu teklifte son derece samimi, iyi niyetli olduğunu da görüyor. O nedenle eşim de "Yeni Türkiye"nin inşası istikametinde hükümete destek olunması, katkı sunulması konusunda hemfikir.

* Rahmetli Erbakan'ın İslam Ülkeleri Birliği gibi hayata geçirmeye çalıştığı projeler, kamu kuruluşlarına merkezi bütçe gibi yenilikler ve çok merkezli dış politika stratejileri düşünüldüğünde, AK Parti'nin de benzer adımlar attığı görülüyor. AK Parti'ye geçme kararınızda de bunun etkisi oldu mu?

Aynı kültürü, aynı medeniyet değerlerini paylaştığımız ülkelerle işbirliği, yakınlaşma ve dayanışma içinde olmamız son derece doğal bir şey. Türkiye bundan kaçamaz. Bu hem büyük bir tarihi sorumluk hem de ülkenin gelişmesi için önemli bir imkân ve aynı zamanda risk. Bütün bunları göze alarak Türkiye bölge ülkelerinin hepsiyle iyi ilişkiler geliştirmek durumunda. Eski dönemin Türkiye algısı neydi? Komşularımızın hepsi düşmandık. Yeni-Eski Türkiye arasındaki en temel fark bu olmalıdır. Sanki bir dış politika konusu gibi görünüyor ama esasında Türkiye'nin iç sistemini dizayn etmeye dönük bir farktır. Eski Türkiye, Türkiye'nin tüm komşularını düşman olarak görüyordu. Soğuk savaş da bu düşmanlığı körüklüyordu. Suriye ile aramızda mayınlar vardı. Bu mayınlar kimi ayırıyordu? Türkiye ile Suriye'yi değil Amerika ile Rusya'yı? Etrafı demirperde ile örülmüş bir Türkiye vardı. Bu durum içerde daha baskıcı, daha içe kapalı bir sistemin kurulmasına müsaade eden bir dış politika algısı oluşturdu. Soğuk savaşın sona ermesiyle tüm bu demirperdeler tek tek kırılmaya başladı. Bugün ise endişemiz Suriye'de yaşanan olaylar nedeniyle birtakım dış güçlerin Türkiye'yi bölge ülkeleri ile savaştırmaya çalışması. Maalesef komşu ülkelerle problemler giderek artıyor ve ileri seviyelere geliyor. Aslında birileri Türkiye'nin etrafına yeniden demirperde örmeye çalışıyor.

*Peki komşularla sıfır sorun için ne yapılabilir?

Yapılması gereken bölge ülkeleri ile süratle iyi ilişkiler geliştirmeye çalışmak, sorunları çözmeye yönelmek ve Orta Doğu'daki savaş tamtamlarını susturmaktı. Çoğunluğu İslam ülkeleri olduğu için doğal olarak onlarla ilişkilerimiz çok daha ileri bir seviyede olmalıdır. Birtakım jakoben zihniyetlerin yanıldığı nokta bu sadece siyasi bir ilişki değil. Zaman zaman "Türkiye istikametini mi kaybediyor?" tartışmaları yapıldı. Tam tersi Türkiye kendi varlık alanına dönüyor. Bu bir büyük cihan devleti olmamızın çok doğal bir sonucu. Burada yeni bir perspektifle dış politika kurgusunu yapmamız lazım. Tabii ki İslam ülkeleriyle yaklaşacağız. Bu husus maalesef "ya batıya ya doğuya döneceksiniz " diye düşünen birileri tarafından çarpıtılıyor. Türkiye'nin böyle bir seçeneği yok. "Türkiye nereye dönsün?" diye sordular. Türkiye aslında kendine dönüyor.

*Jakoben zihniyetlerden kastınız, kemikleşmiş Kemalist düşünce savunucuları mı?

Belki içeridekilerin bir kısmı böyle ama dışarıda da birtakım çevreler aynı düşüncedeydi. Bu aynı zamanda "aman bak ekseninizi kaydırıyorsunuz, bildiğimiz sınırların dışına çıkmayın" uyarısıydı. Türkiye'nin böyle bir tuzağa düşmesi mümkün değil!

*Suriye krizi hükümetin en çok eleştiri aldığı konulardan. Sizin bu konudaki görüşünüz ne?

Özellikle dış politikada "keşke hükümet şöyle yapsa" dediğiniz oluyor mu? Suriye'nin bu noktaya geleceğini 1 yıl önceden söylemiştik. Bu büyük bir kehanet değil görünen gidişattı. Bugün Suriye üzerinden verilen savaş da aslında sadece Suriye'nin bir iç savaşı olmanın çok ötesinde. Sayın Başbakanımız da söylemişti, eğer Suriye'nin petrolü olsaydı, şimdiye kadar bu gidişata çoktan müdahale ederlerdi. Büyük güçler Suriye üzerinden Türkiye'ye yön vermek istiyorlar. Ama aynı zamanda bu işe fiilen bulaşmak da istemiyorlar.

*Büyük güçlerden kastınız ne?

Bugün Akdeniz'de, Körfez'de kimin gemileri, askeri varlığı varsa onlar. Amerika, Rusya, Çin, Fransa vs. Suriye konusunda 3 tehlikeye hep dikkat çektik. 1- Suriye'de iç savaş çıkar. 2- Sünni-Şii ayrılığını getirecek bir bölgesel savaşın kapısı açılır. 3-Küresel bir savaşın adımları atılabilir. İşte bu nedenle Suriye meselesinin çözülmesi zorunludur. Bugün maalesef iç savaş çok ciddi bir şekilde devam ediyor ve maalesef Sünni-Şii ekseninde bir gerilim oluşturulmaya çalışılıyor. Bunun için de Türkiye, İran, S. Arabistan, Mısır gibi bölgenin ülkelerinin bir araya gelerek ortak bir çözüm bulması gerekiyor. Mısır yeni Cumhurbaşkanı'yla artık tekrar o geleneksel, güçlü Mısır reflekslerini yakalıyor. Bu Mısır adına önemli bir gelişme. Şunu açıklıkla söylemeliyim ki, çözümü sadece bölge içinde bulabiliriz.

*Neden sadece bölge içinde?

Çünkü bölgede Amerika, Rusya, Çin gibi ülkeler gelip geçici. Bölgede her şey olabilir; rejimler, hükümetler değişebilir. Ama Irak, Suriye, Türkiye, İran, Ürdün, Suudi Arabistan halkı kıyamete kadar bu bölgede yaşacak. Dolayısıyla bölgenin barışını sağlayacak ortak kararlılık ancak bu ülkelerin işbirliğiyle ortaya konulabilir. Diğer yandan biz ne zaman yönümüzü batıya çevirirsek büyüyoruz ve güçleniyoruz. Osmanlı daha kuruluş aşamasında Rumeli'ye adım attı. 1453'de İstanbul fethedildi.1463'de Saray Bosna Müslümanlaştı. Bizim gelişme aksımız yüzümüzü batıya çevirmekle oluyor. Ne zaman biz doğunun karışıklıkları içine çekilirsek, aynı zamanda ayaklarımızdan da aşağıya doğru çekiliyoruz. Böyle bir tarihi gerçekliğimiz de var.

*Yani dünya devleti olmak için ülkenin yüzünü batıya çevirmesi gerekir mi diyorsunuz?

Anlatmaya çalıştığım; Türkiye ancak doğuda güçlü kardeşlikler oluşturursa Türkiye ancak dünya devleti olur. Ama doğudaki savaşların tarafı haline döndürülürsek, zannediyorum yapılmak istenen de bu, o zaman hep kaybederiz. Tarih de bize bunu öğretiyor.

*Erbakan'ın gerçekleştirmek istediği projeler, 28 Şubat'ın nedenleri olarak gösterilir. Mesela ekonomi politikalarının faizden beslenen büyük sermayeyi harekete geçirdiği söylenir. Katılır mısınız?

Aslında çok açık bir şekilde ismini koymak lazım. 28 Şubat da aynen 12 Eylül, 12 Mart ve 27 Mayıs gibi dış eksenli bir müdahaledir. Türkiye'nin büyük halk kitleleri, alt kesimi, "zencileri" iktidara geliyordu. Bu da içerde sistemin nimetlerinden faydalanan siyasi ve iktisadi elitleri rahatsız etti. 28 Şubat'ın iç destek bulmasının ana sebebi buydu. Diğer yandan dış güçler bugün AK Parti'ye yapılan eleştiri gibi o günlerde yine "Türkiye'de eksen kayması mı yaşanıyor?" tartışmasının yapılmasını sağladılar. Bu iki olay örtüşünce 28 Şubat olayının patlak vermesi kaçınılmaz oldu. 28 Şubat iç ve dış odakların birlikte kurduğu bir tezgahtı.

*Milli görüş çizgisi, muhafazakarlık ya da siyasi anlamda İslamcı siyaset tarzı adına ne dersek diyelim AK Parti'yle iktidara geldiği düşünülürse, darbeyle alaşağı edilen Refohyol'daki gibi bir başarısızlık neden 10 yıldır yaşanmadı?

AK Parti de 10 yıl içinde benzer sorunlarla karşı karşıya kaldı. Balyoz, Ergenekon, gibi bir çok darbe girişimi oldu. Ama iç konjonktür, uluslararası camiadaki gelişmeler, dış konjonktür bütün bunların hepsi Türkiye'de bir askeri ihtilal yapılmasına müsaade etmedi. Eğer müsaade etmiş olsaydı örneğin 27 Nisan Muhtırası'yla çok daha keskin bir müdahale olabilirdi. Zaten şu anda yurtdışında olan bir generalin medyaya sızan konuşmaları eğer doğruysa "kardeşim siz bunları yapacaksınız ama nasıl? Dışarısı onay vermiyor" diyor. Her şey çok açık. Dış güçler yeşil ışık yaksaydı tüm bu girişimler Türkiye'de darbeye dönerdi. Tabii AK Parti'nin bu süreçte çok net olması, özellikle 27 Nisan Muhtırası'ndaki dik duruşu takdir edilecek bir siyasi tavırdı. Bir de tabi AK Parti'nin 28 Şubat ile kıyaslandığında şöyle bir avantajı var.

*Nedir o?

28 Şubat'ta Refahyol Hükümeti'nin bıçak sırtında bir çoğunluğu vardı. Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarının desteği olmasa zaten iktidarda durması mümkün değildi. İktidar ortağı olan Doğru Yol Partisi (DYP) de kendi içinde farklı kanatlara sahipti. Nitekim 28 Şubat da öyle gerçekleşti. DYP'den belli sayıda milletvekili, tehditle, şantajla, parayla istifa ettirildi ve 28 Şubat parlamentoda hükümetin çoğunluğu kalmadığı için sonuç aldı. Ama şimdi 2002'de halk 28 Şubat'a cevap olarak AK Parti'yi büyük bir çoğunlukla iktidara getirdi. AK Parti, parlamentonun yüzde 65'ine sahip olan, tek başına iktidar koltuğunda oturan bir parti idi.

*AK Parti'nin 10 yıllık iktidarında 367 krizi, 27 Nisan muhtırası, darbe planları gibi dönüm noktaları olan gelişmelerde hep demokrasinin kazandığını görüyoruz. AK Partiyle demokrasi gerçek anlamda oturmaya mı başladı Türkiye'de, ne dersiniz?

Şu anda İslam dünyasındaki gelişmelere bakınca Türkiye'nin 62 yıllık çok partili siyasi hayatı iyi ki var, diyoruz. Türkiye'de demokrasi hiç şüphesiz bölge ülkelerinin hiçbiriyle kıyaslanmayacak kadar ileri bir noktada. Ve bu 62 yılda 5 kez olağanüstü dönem teşebbüsü olmasına rağmen -bunların içinde açık ihtilaller de var- sonuçta halk elindeki demokratik imkânları kullanarak her seferinde ihtilale cevap verdi. 27 Mayıs ihtilali oldu, sonrasında halkımız "sen bunları mı istemiyorsun?" dedi, DP'nin devamı olarak görülen Adalet Parti'yi iktidara taşıdı. 1983'ü hatırlayın, Evren Paşa kalktı "Sakın ha, Özal'a oy vermeyin!" dedi. Millet "öyle mi diyorsun, al sana yüzde 43 oy" dedi ve Özal'ı başa getirdi. 27 Nisan'da AK parti'nin oylarının yüzde 28-30 civarında olduğu telaffuz edildiği bir ortamda "biz bu iktidarı istemiyoruz" diye askerler muhtıra yazdı. Peki Millet ne yaptı? "Al sana yüzde 47 oy" dedi, AK Parti'ye reyini verdi. Türkiye'de halkın çok temel reflekslerinden birisi ihtilal ve olağanüstü dönem yandaşlarının karşısında kimi görürse ona oy vermek. Bu Türkiye demokrasisinin önemli bir zaferidir. Çok şükür o jakoben tek parti zihniyeti geride kaldı. Eğer öyle olmasaydı, Türkiye'deki değişim süreci Arap ülkelerinden çok daha sancılı olabilirdi.

*Biliyorsunuz yerel seçimler yaklaşıyor AK Parti'nin performansı sizce nasıl olur?

Gördüğüm kadarıyla önümüzdeki 3 yıl niteliği itibariyle zorlu geçecek. Türkiye'nin bundan sonraki 10 yılları bu seçimlerde gelişecek havayla şekillenecek. Ama "En önemlisi hangisi?" derseniz, bence Cumhurbaşkanlığı seçimi. Çünkü Türkiye'deki alışkanlıklar ve eski sistemin birtakım çevreleri her cumhurbaşkanlığı seçiminde ortalığı karıştırırlar. Bu cumhurbaşkanlığı seçimi bu nedenle şimdiye kadar yapılanların hepsinden daha önemli. Türkiye'de ilk defa halk kendi Cumhurbaşkanını seçme hakkına sahip olacak ve bence AK Parti'nin 10 yıllık süreçte attığı en doğru adım da bu. Bu sistemin emniyet siboblarından birisinin milletin eline geçmesi demektir. Terörün ve dış baskıların artmasının bu süreçlerle de ilintili olduğunu düşünüyorum. Öte yandan AK parti'nin somut projelerle seçimlerde farkını göstermesi gerekecek.

*Mesela?

Örneğin; seçilmiş il meclisleri vasıtasıyla illerin kendi kararlarını vereceği bir yapının adımının atılması. Esasında reform mahiyetindeki büyük atılımlar gerçekleşirse zaten AK Parti 10 yılları şekillendirecek olan siyasi bir hareket olur. Ben başarının sadece yerelde sorunları çözmenin çok ötesinde, "Yeni Türkiye'nin" temel parametrelerini anlatmakla mümkün olduğu kanısındayım. Bunun da yapılacağını ümit ediyorum.

*Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde en çok adı geçen siyasi, Başbakan Erdoğan. Sizce nasıl bir Cumhurbaşkanı olur?

Başbakan Erdoğan'ın liderlik vasıfları ve yönetim becerisi ortada. Bu anlamda milletle kurduğu bağ ve sıcak ilişki herkes tarafından da biliniyor. Tabii şuan ortada böyle bir şey yok ama eğer Sayın Başbakan, Cumhurbaşkanı olmak isterse bu son derece doğaldır ve hakkıdır. Şimdiye kadar siyasette ortaya koymuş olduğu performans, Cumhurbaşkanlığı makamında da Türkiye'nin önünü açacaktır. Ama şimdiden bunları konuşmanın lüzumsuz olduğunu düşünüyorum.

*Malum, Başkanlık Sistemi tartışması önümüzdeki süreçte en çok tartışılan konulardan olacak. Sizin bu konudaki görüşünüz nedir?

İdeal bir demokraside en son gelinen nokta başkanlık sistemidir. Başkanlık sisteminin taşıdığı avantaj seçilenden milletin bir sonraki seçimde hesap sorabilme imkânıdır. Ancak Türkiye'nin başkanlık sistemi öncesinde kendi sistemini en ileri demokrasiye getirebilmesi gerekir. Bunun için de çok ciddi bir altyapı değişikliğinin yapılması lazım. Mesela 12 Eylül'ün getirdiği anayasadan kurtulmak şart. Sonra Askeri Şura, Milli Güvenlik Kurulu, yargıdaki çift başlılık, yerel yönetimler reformu, siyasi partiler yasası vs. bütün bunlarda anti-demokratik bir sürü husus var. Bunların hızla demokratikleştirilmesi gerekir. Bunlar hayata geçirilebilirse işte o zaman Türkiye'de ideal olan başkanlık sistemi olur. Ama önce demokratikleşmenin tam manasıyla sağlanması şart.

* Terör sorununun bitirilmesi için Demokratik Açılım gibi önemli adımlar atıldı. Başbakan'ın değişiyle "Asimilasyon politikalarına son verildi" ve 1990'lardaki karanlık dönemle hesaplaşma başlatıldı. Buna rağmen saldırılar sürüyor ve her gün şehit haberleri alıyoruz. Darbe girişimleri, ekonomi, dış politikada dirençler kırıldığı halde terörle mücadelede aynı başarı gösterilemiyor. Bunun nedeni bazı devletlerin bölgedeki hesapları olabilir mi?

Türkiye'nin en temel zaaflarından birisi, terörü sadece "terör" olarak tanımlaması. Biz ise yıllardır terörü "uluslararası terör siyaseti" olarak tanımladık. Bugün biliyoruz ki; terör maalesef uluslararası siyasetin bir aracı haline geldi. Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir terör örgütü tek başına eylem yapamaz. Çukurca, Aktütün saldırıları, bütün bu hadiselere bakın! Yani mümkün müdür, 300 terörist dağlardan katırlarla, sırtlarında silahlarla gelecek ve bu baskınları yapacak? Mutlaka bu terör olaylarının arkasında büyük devletlerin istihbarat, lojistik ve silah desteği vardır. Bir de Suriye meselesi gibi bölgenin açık yarası tazeyken, bölge ülkelerinin de teröre destek verdiği aşikârdır. Baştan beri en temel yanılgımız terörü sadece terör örgütüyle ilgili görmek oldu. Unutmamalıyız ki, terör örgütü sadece terörde kullanılan bir araçtır.

*Terör eşittir Kürt meselesi gibi bir algı oluştu. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Türkiye maalesef başından itibaren terörle Kürt meselesini içiçe soktu. Hâlbuki terör başka bir mesele, Kürt meselesi başka bir meseledir. Ve son 1,5 yılda hükümetin bu konuda attığı hakikaten olumlu adımlar oldu. Fakat bu defa uluslararası güçler terörü Türkiye'nin şehirlerine dönük bir sorun haline getirdiler. Gaziantep saldırısı gibi. Dolayısıyla iki faktörün birbirinden ayırt edilmesi çok önemli. Asıl olan dağdaki teröristi indirmek değil, bu ülkenin hiçbir çocuğunun dağa çıkmayacağı tedbirleri almak, ortamı hazırlamaktır. Bugün dağa çıkan teröristlerin hayatını bir inceleyin. Bunlar 8 yaşından beri taş atıyorlar. Öncelikle, sokaklarda taş atan çocukların huzurlu yaşayacağı bir ortamı kurmamız lazım. Bunun yolu da Türkiye'de Kürt meselesinin üzerine cesaretle gidilmesi, terör örgütünün dış desteklerinin sonlandırılarak örgütün fiilen çökertilmesinden geçer. Meselenin bu kısmı bir güvenlik işidir. Ama Kürt sorunu sadece güvenlik yaklaşımı ile götürülemez. Kürt halkının hakkını - hukukunu koruyacak ve Türk halkının da onurunu, gururunu zedelemeyecek bir çözüm projesi yapılmalıdır. "Gönüllü Birliktelik Projesi" olarak sunduğumuz proje de işte böyle bir projeydi. Kürt meselesi ne dağlarda, ne sokaklarda, ne de genelkurmay karargâhında çözülebilir. Bu sorunun çözüm yeri TBMM'dir.

*O zaman çözümü BDP ile masaya oturarak mı aramak gerekir?

Kürt halkının tamamını sanki BDP temsil ediyormuş gibi yanlış bir algı da var. Evet, BDP bölgeden önemli oranda oy alıyor. BDP'nin varlığı aslında Kürt sorunun çözümü için bir şans ama BDP'nin bir türlü terör örgütüyle arasına mesafe koyamaması büyük bir sorun. BDP'nin artık bu meseleyi sadece parlamentoda çözecek noktaya gelmesi lazım. Parlamentodaki diğer partilerin de BDP'nin varlığını bir imkân olarak görmeleri gerekir. Sonuçta bu sorunu çözeceksek oturup konuşarak çözeceğiz. Hükümetin bu meseleyi çözmesini istemeyen iç ve dış güçler de olacak. Bunu önlemenin yolu da konuyla ilgili herkesin açık bir şekilde görüşünü sunarak elini taşın altına koymasından geçer. *Peki PKK ile görüşmenin bir çözüm yolu olduğunu düşünüyor musunuz? Oslo görüşmelerinde hükümet bu diyaloğun kapısını açtı. Dünyanın her yerinde terör örgütünün kendisiyle değil belki, ama ona siyasi anlamda yakın duran gruplarla birtakım müzakereler yapılır. Devletlerin istihbarat örgütleri de bunun için vardır. Ama bence bu noktaya gelmeden çok daha kolay bir yol var. O da parlamento içinde bu konuyu görüşmekten geçer. Mecliste sadece BDP değil diğer partilerde de Kürt milletvekili var. Bu arkadaşlarımızı da seçenler Kürt halkı değil midir? Kürt meselesi aslında öncelikli olarak Türk meselesidir. Türk kardeşlerimiz, "kardeşim bir kısmını verin kurtulalım" noktasına getirilmeye çalışılıyor.

*Güneydoğu'yu gezerken bölge halkı tarafından güvenilir bulunan ve adı en çok zikredilen isimlerden biri olduğunuzu gördüm. Bu güveni nasıl oluşturdunuz?

Bu potansiyeli kullanarak Kürt sorunun çözümü için AK Parti'ye katkılarınız olur mu? Hakkâri ne kadar benimse, İstanbul da o kadar Hakkâri'deki kardeşimindir. Bu ülkenin bütün insanları eşittir. Hiç birimizin bir diğerinden farkı yok. Örneğin geçenlerde Kars-Kafkas Üniversitesi'nde konferansın bir yerinde "Göklerin ve yerin yaratılması, renklerimizin ve dillerimizin farklı olması Allah'ın varlığının ayetlerindendir" dedim. Salondaki herkes -çoğunluk Kürttü- alkışladı. Çok hoşlarına gitti. Şunu söylemeliyim ki, çözümün adresi barış ve adalete dayalı kardeşliktir. Buna inanıyorum ve bu; sözlerime, yüzüme, ifade şeklime sanırım yansıyor. Oluşmuş bir güven varsa da bundan dolayı olduğunu düşünüyorum.

*19 Eylül'de gerçekleşecek HAS Parti kongresinde yanınızda olanlar ve olmayanlar netleşecek mi?

Bendeniz siyasi hayatım boyunca, hiçbir sözü "laf olsun" diye söylemedim. Çok işler yaptım; doğrular kadar yanlışlarım da olmuştur. Ama benim için HAS Parti çok farklı bir yerde; kendi evladım gibi. Çünkü her kelimesinde, her pankartında, A'dan Z'ye her şeyinde emeğimiz var. O kadar büyük imkânsızlıklarla hareket ettik ki! Kendi çocuklarımızın rızkından, zamanlarından vererek büyük mücadele ettik. Ama Türkiye'nin içinde bulunduğu siyasi şartlar HAS Parti'nin devam etmesine imkân tanımadı. Benim için de aslında son derece duygusal bir süreç. Ama bir partiyi kurmak kadar kapatmak da bir iradedir. Seçimler de bize hep şu söylendi: "Biz sizi seviyoruz, beğeniyoruz ama lütfen Tayyip Bey'le beraber olun" Şimdi milletin bize gösterdiği istikamette ilerleyeceğiz. HAS Parti'nin hukuki varlığının devam etmesinin zorluğunu biliyoruz. 19 Eylül'de bu amaçla kongreyi topluyoruz. Ama partiyi açmak nasıl tek başıma verebileceğim bir karar değilse, kapatmak da aynı şekilde olmayacak. Kararı partiyi birlikte kurduğumuz arkadaşlarımızla vereceğiz. HAS Parti'de bize omuz veren, destek olan arkadaşlarımızın hepsi, bu konudaki kararları ne olursa olsun benim kardeşlerim, dostlarımdır.
SON VİDEO HABER

Polis memuru, ölümüne neden olduğu gencin ailesinden af diledi

Haber Ara