Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Devlet içinde güçlenen İslâmcılar, radikal söylemden uzak duruyor

Asım Öz, 'Kemalist Modernleşme ve İslâmcı Gelenek' kitabının yazarı Hasan Şen'le Türkiye İslamcılığını seyrini konuştu.

13 Yıl Önce Güncellendi

2012-07-31 11:59:19

Devlet içinde güçlenen İslâmcılar, radikal söylemden uzak duruyor
Asım Öz *

Gerek dünyada gerekse Türkiye'de İslamcılık hakkında farklı tartışmaların yapıldığı görülmektedir. Bu tartışma bazılarınca İslamcılığın ölümüne bazılarında İslamcılığın dönüşümüne hamledilerek sürdürülmektedir. Yapılan tartışmalar farklı kesimler arasında zaman zaman gerilimlere yol açmaktadır. Söz konusu hareketin yükselişine ve düşüşüne yol açan gerilimi besleyen birçok faktörün olduğu öne sürülebilir ve konu ile ilgili olarak çeşitli tahliller yapılabilir. Hasan Şen, Kemalist Modernleşme ve İslâmcı Gelenek adlı kitabında yaşanan sürecin gerisinde yer alan faktörleri, tarihsel ve sosyolojik bir bakış açısıyla analiz edilmeye çalışılmaktadır. Sözü edilen kitap, "muhalif bir hareket olarak Türk İslâmcılığının, genel olarak Türk modernleşmesinin fakat özel olarak Kemalist modernleşmenin antitezi olduğunu ve Cumhuriyet modernleşmesinin esas olarak farklı dünya tasarımına dayanan iki geleneğin mücadelesi şeklinde sürdüğü" iddiasına dayanmaktadır. Şen'le Türkiye İslamcılığının bazı yönlerini konuştuk.

Sosyal bilimler İslâmcılığı nasıl ele alıyor? İslâmcılığa farklı yaklaşım biçimleri var mı bu alanda?

Kuşkusuz sosyal bilimlerde bu konuya yaklaşan disiplinlerin bakışı farklıdır. Bunlara girmek niyetinde değilim. Fakat alanım olan sosyolojiye dair bir şey söyleyebilirim. Sosyolojide benimsediğiniz teorik tavrınız konuya bakışınızı önemli ölçüde etkilemektedir. Şöyle ki mevcut paradigmalar içinde olguları açıklamaya giriştiğinizde veya anlamaya yöneldiğinizde aynı olgudan farklı sonuçlara ulaşabilirsiniz. Bugüne kadar Türk modernleşmesi üzerine yapılan çalışmaların çoğunda, modernleşme ve modernleştirici aktörler merkeze alınarak analizler yapıldı, önemli ve değerli sonuçlara ulaşıldı. Ben çalışmamda şunu tercih ettim. Modernleştirilmek isteneni, modernleşmeye maruz kalan yani İslâm'ı, İslâmcılığı ve İslâmcıları merkeze alarak, onları anlamaya çalıştım. Türk modernleşmesine muhaliflerinin gözünden bakmaya gayret ettim.



OSMANLI'DAN CUMHURİYET'E TÜRKİYE İSLAMCILIĞI

Osmanlı İslâmcılarının Osmanlı modernleşmesine katkıları ve karşı çıkışları konusunda neler söylenebilir? Türk modernleşmesi ile İslâmcılığın oluşumu ve gelişimi arasında nasıl bir bağ vardır?


Her şeyden önce şunu söylemek gerekir ki İslâmcılık değil İslâmcılıklar, İslâmcı değil İslâmcılar vardır. Bu durum da aynı konuya neden farklı tepki veren İslâmcıların olduğunu bilmemiz açısından önemli. Bunu belki birazdan açarız. Ama genel olarak İslâmcılık ve modernleşme arasındaki olumlu ya da olumsuz bir ilişki vardır ve burası daima tartışılagelmiştir. Ben bu ilişkiyi negatif kuruculuk olarak adlandırıyorum. Bundan kastım şudur: Tıpkı Batıda özellikle modernleşmenin beraberinde getirdiği seküler yaşama, gerek felsefi gerekse ideolojik bir düşünce olarak karşı şekillenen muhafazakâr düşünce gibi İslâmcılık da Osmanlıda başlayan modernleşme hareketine karşı bir tepki olarak doğmuştur. Kuruluşunda negatif, savunmacı bir pozisyon vardır. Belki sert bir tabir ama önceleri kendisini ortadan kaldırmaya çalıştığını düşündüğü bir harekete karşı tesis edilmiştir. Fakat yine kaçınılmaz bir sonuçla, karşı çıktığı şeyden de etkilenmiştir. Ama sorunuzdaki dile getirdiğiniz nokta son derece önemli. Osmanlıdan itibaren hayata geçirilen modernleşme hareketleri sertleştikçe İslâmcıların muhalefetleri de sertleşmiştir. Nitekim Osmanlı modernleşmesine verdikleri tepkiler ile Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde hayata geçirilen uygulamalara karşı gösterdikleri tepkiler aynı olmamıştır.

Kıta Avrupa'sı ülkelerinde yaşanan deneyimlerden hareketle oluşturulan modernleşme teorilerinin zaaflarına değiniyorsunuz. Bu zaaflar nedir?

Öncelikle modernleşme deneyimlerinin nasıl ele alınacağı konusunda önemli değişikliklerin olduğunu belirtmek gerekir. Klasik modernleşme teorileri modernleşmeyi çizgisel bir ilerleme olarak ele almışlardı. Bu modernleşme anlayışı bütün toplumların aynı aşamalardan geçeceğini öngörüyordu. Bu da toplumların kendi özgül deneyimlerini görmeyi zorlaştırıyordu. Örneğin doğuda kapitalizmin yeşeremeyeceğine dair bir önermeye sahip ve zaman zaman oryantalist tonların hâkim olduğu tezlerin yetersizliği görüldü. Çünkü kendi deneyimlerinden türeyen bir kapitalistleşme ve buna bağlı olarak farklı bir modernleşmenin ortaya çıktığı görüldü. Yine modernleşme ile birlikte dinlerin zayıflayarak çözüleceği öngörülüyordu. Sekülerleşme deneyimini yaşamış Batı toplumları için doğru bir tezdir bu. Fakat söz konusu deneyime sahip olmayan Müslüman ülkelerde modernleşme ve kapitalizm İslâm'ı zayıflatmak şöyle dursun daha da güçlendirmektedir. Klasik teorilerin anlamakta zorlandıkları noktalar var. Ama bu demek değildir ki klasik modernleşme teorisinin tezleri tümüyle yanlıştır.

Çoklu modernlikler kavramı İslâmcılık açısından ne ifade eder?

Çoklu modernleşme kavramı, toplumları analiz ederken kendi iç dinamiklerini önemli ölçüde hesaba katan bir anlayıştır. Şöyle ki klasik modernleşme teorisinde siyasal modernleşme kavramı sadece açıklama tarzlarından biriydi. Oysa çoklu modernleşme teorisinden bakıldığında, Rus modernleşmesi, Japon modernleşmesi ve Türk modernleşmesi gibi siyasal modernleşme yaşamış toplumlar kendine özgün nitelikler taşımaktadır. O halde toplumların ve modernleşme deneyimlerinin farklı yanları vardır ve bunları analiz etmek yararlıdır. Örneğin Kemalist modernleşme Osmanlı modernleşmesinin bir ürünüdür ve sonucudur. Yani buradaki toplumsal yaşam düşünüldüğünde, bir İngiliz modernleşmesinin geçtiği aşamaları birebir beklemek anlamsız ve gereksizdir. Çünkü yukarıda sözünü ettiğimiz ülkelerdeki modernleşmenin ortak yanı, devlet merkezli bir siyasal modernleşme yaşamaları ve karizmatik liderlerin bu modernleşmenin taşıyıcıları olmalarıdır. Bu kavram tabi ki İslâmcıları anlamak açısından da elverişlidir. Çünkü İslâmcıları kavramak için onların içinde çıktığı özgül kültürel koşulları, siyasal etkileri ve geleneklerinden gelen güdüleri tahlil etmek son derece önemlidir. Türk İslâmcılığının diğer İslâmcılardan farkını da bu bakış açısıyla irdelemek gerekir. Sömürgeciliğe maruz kalan ülkelerdeki İslâmcılıkla bundan kısmen uzak kalan İslâmcılık arasında farklılıklar vardır. Yine Osmanlı'da ve Türkiye'deki İslâmcılar arasında farklılıklar vardır. Bu farklılıklara yol açan farklı geleneksel ve özel durumlar vardır.

Nedir bu durumlar?

Bence ilk farklılıkları siyaset karşısındaki konumlarıdır. Şöyle ki Osmanlı dönemindeki İslâmcılarının politikaya ilgisi teorik olarak daha fazla pratik olarak daha azdır. Yani entelektüel olanla ilgileri daha fazladır. Siyaseti de teorik çerçevede ele alıp tartışıyorlar. O nedenle Osmanlı İslâmcılarını daha derinlikli bulurum. Cumhuriyet döneminde ise siyasetle ilgileri entelektüel alandan pratik alana kaymıştır. Çünkü hayata geçirilen devrimlerle hesaplaşmayı daha acil görmüşlerdir. Burada aslında ulemadan beri var olan, "kendilerince acil gördükleri durumlarda entelektüel üretimi bırakıp halkın arasına girmek ve bildikleri İslâm'ı, yine bildikleri dille anlatmak geleneğini" devreye sokmuşlardır. Yine aktüel siyasete giren İslâmcılara bu dönemde rastlamaktayız. İkinci farklılık psikolojiktir. Osmanlı döneminde İslâm'ı temsil eden örneğin halifelik gibi bir kurum ve bu kurumun devlet üzerindeki göreli etkisi, onlarda Osmanlıya karşı bir aidiyet hissi uyandırmıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nde ise söz konusu İslâmcılar devlete karşı her zaman mesafeli ve muhalif olmuşlardır. Cumhuriyetin modernleşme projesine karşı rövanşist bir eğilimle karşı çıkmışlardır. Devletle olan mesafeli tavırları bence 1980'den sonra devlet içinde yer bulmaya başladıklarında değişmiştir.

II. ABDÜLHAMİT'İN İSLAMCILIK ANLAYIŞI

II. Abdülhamid döneminde uygulanan İslâmcılık politikaları sonraki yıllara nasıl bir miras bırakmıştır?


II.Abdülhamit'in İslâmcılık anlayışı büyük oranda siyasal ve pratik bir hamledir. Şunu demeye çalışıyorum, İngiltere ve Fransa'nın siyasal, ekonomik baskılarını kırabilmek için II.Abdülhamit bir çıkış aramış ve elinde çok önemli bir kozun olduğunu görmüştür. Bu da sömürgelerinde çok sayıda Müslüman'ın bulunan İngiltere ve Fransa'ya, sözü edilen Müslümanlarda uyandırılacak bir İslâmi bilincin bahsedilen ülkeler nezdinde yaratacağı tehlikeli durum. Dolayısıyla II.Abdülhamit bir İslâmcı mıydı? sorusuna yanıt vermek zordur. Hatta bana kalırsa yaptığı yeniliklerle İslâmcı düşünürlerin tezlerine aykırı davranmıştır. Çünkü hayata geçirdiği uygulamalarla liberal-aydın ve askeri-bürokrat kesimin yetişmesini sağlamıştır. Yine eğitimi, hukuku sekülerleştirmek İslâmcıların pek de hoşlanacağı şeyler değildir.

Peki buna karşın Cumhuriyet devri İslâmcılığının II. Abdülhamit'e çok muhabbet duymasının sebebi nedir?

Belki en önemli neden psikolojiktir. II. Abdülhamit parça parça devam eden İslâmcılık akımını en azından siyasi düzlemde bütünlüklü bir projeye dönüştürmüştür. Osmanlı modernleşmesinin ilk ortaya çıktığı (ve görece keskinleştiği II. Mahmut, III. Selim) dönemlerinde, devletin izlediği yön adı konmamış Batılılaşmadır. Bu demektir ki Batı hem teorik hem de pratik olarak ideolojilerin ve ıslahatların kaynağıdır. Adının konması için de Tanzimat Fermanı'nı beklemek gerekir. Islahat Fermanı'yla da bu alandaki uygulamalar genişletiliyor. Örneğin adı geçen fermanlarla birlikte, Müslümanların 'millet-i hakime' yani hakim millet konumları sarsılıyor. Neden, çünkü artık gayr-i Müslimler ile yasal olarak eşit noktaya çekiliyorlar. Bu çekilme Müslümanların hak kaybı, gayr-i Müslimlerin hak kazancı şeklinde gerçekleşiyor. Bunun yaratacağı psikolojik travmayı düşünün. Gerçekten de Tanzimat Dönemi muhafazakâr kesim ve özellikle İslâmcılar için büyük bir yıkım olarak adlandırılır. Bu dönemde devlet yönetimine karşı bir tepki oluşuyor. Ve sonuçta güçlenen akım İslâmcılık oluyor. II. Abdülhamit de sanırım bu durumu iyi değerlendiriyor ve yaklaşık otuz yıl İslamcılık ideolojisine yöneliyor. Yani içerikte farklı uygulamalar olsa da görünüşte Batıya ve Batılılaşmaya karşı duruluyor izlenimi var. İslâmcılar da devletin bu paradigmayı benimsemesinden son derece memnun oluyorlar. Bu dönem, Cumhuriyet devri İslamcıları için de bir nevi güzel bir dönem olarak hatırda tutulmuştur.

SÖMÜRGECİLİK VE İSLAMCILIK

Sömürgeciliğin yaygınlaşması İslâmcılığı hangi noktalarda etkilemiştir?

Sömürgecilik İslâmcılığın genel olarak dünyada gerek siyasal gerekse akademik olarak ivme kazanmasında son derece önemli bir rol oynamıştır. Çünkü sömürgecilik İslâmcıların Batı kavrayışlarını ve dolayısıyla Batılılaşma konusundaki görüşlerini şekillendirmiştir. Nitekim Batı, çizmeleriyle Müslüman dünyayı ezen bir deccal olarak algılanmıştır. Bunun sonucu olarak Batıdan gelen her şey küfür sayılmış ve zararlı olarak addedilmiştir. Bu nokta önceleri İslâmcıların kendi kabuğuna çekilmelerine yol açan ciddi bir teorik sorun olagelmiştir. İslâmcılar tarafından Batının başta ahlâkı ve niyetleri olmak üzere her şeyi kötü olarak görülünce, ondan entelektüel olarak yararlanmanın imkânları azalmıştır. Batı sadece tekniğin alınabileceği bir depo olarak görülmüştür. Oysa Haçlı Savaşlarından sonra Batılılar İslâm dünyasından sadece tekniği değil, felsefeyi, sanatı da almayı sorun etmemişlerdir. Kısacası İslamcılar Batıya karşı ayıklayıcı bir tavır içinde olmuşlardır. Bu durum genel olarak Müslüman ülkelerde devam etmekte, hatta sertleşmektedir. Türkiye'de ise son otuz yılda kısmen değişmeye uğramıştır. Kısmen diyorum çünkü sözü edilen duygu bir tortu halindedir.

İslâmcılığın karşı çıktığı modernleşme sürecinden etkilendiği alanlar nelerdir? İslâmcı yazarların gündemlerini meşgul eden belli başlı konular ve bunların ele alınma biçimi hakkında neler söylenebilir?


Her şeyden önce İslâmcıların uğraşmak zorunda kaldıkları konular artık ulemanın geleneksel olarak ilgilendikleri konular değildir. Çünkü karşılarında duran kavramlar, liberalizm, özgürlük, insan hakları, materyalizm, demokrasi, Darwinizm ve sekülerizm gibi modern içeriği olan kavramlardır. Aslında bu durum İslâmcılar için hem dezavantaj hem de avantaj teşkil etmiştir. Dezavantajdır, geleneksel entelektüel arka planlarında bu kavramlarla hesaplaşacak bir zeminleri pek fazla olmamıştır. Bir dönem çok güçlü olan felsefi hareketler de kesintiye uğradığı için arada geçen zamanda meydana gelen gelişmeleri izleyecek bir entelektüel birikim yok denecek kadar az olmuştur.

Ayrıca yine aynı dönemde yaşanan bir siyasal ve kültürel tecrübe de yoktur. Fakat buna rağmen modern kavramlarla ve teorilerle uğraşmak zorunda kalmaları, onların kendi entelektüel gelişimleri açısından avantaj teşkil etmiştir. Çünkü yoğun bir teorik çabaya girişmek durumunda kalmışlardır. Örneğin demokrasi ve parlamento kavramlarını meşveret ve şura kavramlarıyla uzlaştırmaya çalışmışlardır. Fakat dediğimiz gibi bunlarla başa çıkacak bir gelenekleri olmadığı için de sıklıkla anakronizme düşmek zorunda kalmışlardır. Zaten modern olanı geleneksel dille telif etmek her daim sancılı olmuştur. Diğer taraftan İslâmcıları ulemadan ayıran diğer nokta, gazete, dergi, son dönemlerde televizyon internet gibi modern basın yayın organlarını kullanmaları olmuştur. Bu nokta en azından teknik olarak modern hayatla ilgilenmelerinin önünü açmıştır.

Peki İslâmcıların felsefe ile ilişkileri nasıldır? Felsefi alanı canlandırmak için hangi çalışmaları yapmışlardır?

Bence İslâmcıların modernleşme sürecinden etkilenmelerine bir işaret de felsefenin canlandırılması konusunda duydukları ihtiyaçtır. Felsefenin modern dünyanın anahtarı olduğu konusunda ilk dönem İslâmcıları birçok yönden uzlaşı halindedirler. Özellikle Gazali tarafından kapatılan içtihat kapısının, başta entelektüel alanda olmak üzere hayatın her alanını olumsuz etkilediğini düşünmüşlerdir. Bunun gündelik hayatta, sıradan insanların dahi dinlerini algılama konusunda etki ettiğini ileri sürmüşlerdir. Zaten onlara göre Müslüman dünyanın sefalet içinde oluşlarının ilk nedeni Akif'in deyişiyle "düşünmez başlardır". Felsefenin ölümünün İslâm'ın akli yanının ölmesi olduğunu düşünmüşlerdir. Örneğin bazı İslâmcılar okul müfredatlarının felsefenin yaygınlaşması yönünde görüş bildirmişlerdir. Fakat bu durum daha sonra, özellikle de siyasal İslâm'ın güçlenmesi ile birlikte gündemden düşmeye başlamıştır. Şunu da belirtmek gerekir İslâmcılar daha ziyade bilim ve tekniği, felsefeye oranla daha öncelikli olarak ele almışlardır.

İSLAMCILIK VE SİYASAL İSLAM AYRIMI

İslâmcılık ve siyasal İslâm arasında ayrım mı yapıyorsunuz?


Ayrım yapılmalı diye düşünüyorum. İslâmcılık geniş bir çerçeve ve içinde birçok akım var. Ben çok zor olmakla birlikte gerek gelenek kavrayışları, gerek felsefeye karşı konumları gerekse siyasetle ilgileri bakımından, bir ideal tip denemesine giriştim. Siyasal teoloji geleneği, siyasal İslâmcılık geleneği ve tarihselci gelenek.

- Siyasal teolojide, ahlâk, din ve siyaseti özdeşleştirir. İdeal İslâm devleti hedeflenir fakat dinsel idealleri aktüel siyasal gerçekliğe teslim edilmez. Siyaset İslâm'ın araçlarından biri olarak kavranır. Bütün insansal etkinlik alanlarını dine tabi kılarlar.

- Siyasal İslâmcılık geleneğinde; din özünde siyaset olarak görülür. Sözü edilen geleneğe ait olanlar, din tarafından biçimlendirilen bir siyasal proje peşindedirler, din-ahlâk-siyaset özdeşliğini kabul ederler, söz konusu geleneğin temsilcileri aynı zamanda siyasal aktivisttirler, dini siyasete değil, siyaseti dine bağlarlar, insansal etkinlik olan siyasete ve felsefeye şüphe ile bakarlar.

- Tarihselci gelenekte ise; İslâm'a tarihsel ve evrensel bir gözle bakılır; İslâm'ın ilk metinlerine referans yapılmakla birlikte, İslâm'ın tarihsel birikimi değerli bir bilgi hazinesi olarak görülür. Felsefe, İslâm'ı daha da güçlendirecek ve derinleştirecek bir etkinlik olarak görülür ve önemsenir (dolayısıyla akıl da önemsenir). İslâm'ı daha çok ahlâk zemininde ele alır, onu siyasetten uzak tutar.

Temel düşünceleri göz önüne alındığında Mehmed Akif Ersoy, Said Halim Paşa gibi birçok İslâmcının siyasal teoloji geleneğinde olduğunu düşünüyorum. Eşref Edip ve özellikle Necip Fazıl Kısakürek'in ise siyasal İslâm damarına yaklaştığı düşüncesindeyim. Onlardan büyük ölçüde ayrılan Nurettin Topçu'nun ise tarihsel İslâm'a ait olabileceğine inanıyorum. Bu demektir ki siyasal İslâm ve diğer İslâmcılar arasında benzerliklerden çok farklılıklar vardır. Ama yine de ihtiyatlı olmakta fayda var. Çünkü aralarındaki farkı tarif etmek için çok daha incelikli ölçütlere ihtiyaç var. Dahası bahsedilen ölçütlere gelemeyen durumlar her an ortaya çıkabiliyor. Dahası teorik ayrımlar pratikte işe de yarayamayabiliyor.

SAİT HALİM PAŞA'NIN FİKİRLERİ


Meşrutiyet devri İslâmcılarından biri de Said Halim Paşa. Said Halim Paşa'nın düşünceleri Türkiye İslâmcılığı açısından ne ifade eder? Kendisinden sonraki isimleri etkilemiş midir?


Said Halim Paşa çok ilginç biridir. Etkileyicidir. Sadrazam olarak devletin üst kademelerinde olan biridir. Fakat bir yandan modernleşme hareketleri sürerken hem içinde olup diğer yandan onu eleştiren biri olarak tuhaf bir yerde durmaktadır. Fakat kullandığı kavramlar, meseleleri ele alışı itibariyle tespitleri derindir ve sosyolojiktir. Örneğin batıdaki feminizm kavramından bahseder, onun getireceğini düşündüğü tehlikelerden bahseder ve onunla hesaplaşır. Bu demektir ki Batıyı iyi biliyor. Düşüncelerine katılmayabilirsiniz fakat kendi durduğu yerde güçlüdür. Bence Said Halim Paşa Türk muhafazakarlığı için kapıyı aralayan biridir. Özellikle Türk düşüncesinin konumu hakkındaki düşünceleri, İslâm tarifi, kolektif ahlâk tasarımı, din-devlet ilişkisinin birlikteliğini ileri sürerek muhafazakar entelektüel ve siyasal hareket etkiler bırakmıştır.

İslâmcılığın seksenli yıllara kadar modernleşmeden habersiz olduğunu ve Batı eleştirilerinin genelde Hıristiyanlıkla sınırlı olduğunu belirtiyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?

Hayır tam anlamıyla öyle değil. Modernleşmeyi genel olarak Batı eksenli ve onun kültürel, siyasal ve ekonomik gelişmesiyle paralel görüyorlar. Batıyı modernleşme ile aynı görüyorlar ve Batıyı Hıristiyanlıkla çok daha fazla ilişkilendiriyorlar. Böyle olunca modernleşme, sekülerleşme gibi kavramları onun kendi sorunu olarak görüp uzak durmaya çalışıyorlar. Ayrıca Batının da örneğin ahlak yapısının kendi içinde bir mantığı olduğunu kabul etmiyorlar, mutlak kötü ve İslâm'a göre aşağı derecede bir ahlak sahibi olduğunu düşünüyorlar. Fakat bu düşünceleri, hatta yargıları, İslâmcıların küreselleşme ile girdikleri ilişki sonucu kısmen çözülmeye başlıyor. Zaten bunun için de Batı ile her alanda ilişki kurmaları ve sosyolojik olarak karşılaşmalarını beklemek gerekiyor. Modernleşmenin Batının bir başarısı olduğunu ve sadece batıya ait olmadığını düşünmeye başlıyorlar.

Yani Batı dışı bir modernleşmenin mümkün olabileceğini düşünüyorlar. Batının Hıristiyanlıktan daha fazla olduğunu da düşünmeye başlıyorlar ki bu durum teorik ve pratik olarak iyi bir gelişmedir. Çünkü dünyaya salt kendi pencerenizden bakarsanız büyük sorunlar çıkar. O zaman batı da kendi ölçütlerini devreye koyar ve İslâm ahlâkını, recm, kadını dövme ... gibi olaylarla ilişkilendirir ve ilkel bir ahlâka sahip olduğunu vurgular. Şunu demek istiyorum, oryantalistler bunu söylerken ona kızanlar batı için düşük ahlaklı diyenlerin tezlerine de itiraz etmek zorundadırlar. Yeri gelmişken değinelim, her oryantalistin söylediği de tümüyle yanlıştır demek çok ucuz bir yaklaşım olur. İslâmcılar oryantalistlerden çok şey öğrenmişlerdir. Konumuza dönecek olursak İslâmcıların Batı'ya bakışında bazı değişiklikler olmuştur son dönemlerde. Fakat bu demek değildir ki onu tümüyle benimsiyorlar. Sadece daha fazla anlamaya çalışıyorlar. Yoksa yakın zamana kadar batının tekniğini alıp ahlakından uzak durulması gerektiği konusu hala dillendirilmektedir.

İSLAMCILAR VE CUMHURİYETÇİ ETHOS

İslâmcıların Cumhuriyetçi ethosla hangi noktalarda çatışmış ve mücadele etmek durumunda kalmıştır?


İslâmcılar Cumhuriyetten önce Osmanlı modernleşme hareketlerine karşı da ciddi eleştirilerde bulunmuşlardır. Fakat her iki döneme karşı farklı üslup ve içerik kullanmışlardır. Şöyle ki Osmanlıda hayata geçirilen laik uygulamalara şeri açıdan destek vermişlerdir ya da vermek zorunda kalmışlardır. Çünkü Osmanlının İslâm ethosundan kopmadığını düşünmüşlerdir. Fakat Cumhuriyetin İslâm ethosundan uzaklaştığını düşünmeleri ile birlikte topyekun bir mücadele içine girmişlerdir. Cumhuriyetle çatıştıkları en önemli nokta kuşkusuz laiklik olmuştur. İslâmcılar, Cumhuriyetin dini ve devleti ayrıma projesine, İslâm'ın dini, devleti ve gündelik hayatı kuşattığı düşüncesiyle şiddetle karşı çıkmışlardır. İkinci eleştirileri seküler milliyetçilik olmuştur. Milliyetçiliğin özünde yatan dünyevi kimlik tasarımı, kimliği ümmet düşüncesinden alan İslâmcılar için kabul edilemez olmuştur. Son olarak en fazla itiraz ettikleri nokta Batılılaşma olmuştur. Gündelik hayatın Batı merkezli inşa edilmesine şiddetle karşı çıkmışlardır. Zaten metinlerinde salt Batıcılığı ve Türkçülüğü değil, Türkçü Batıcılığı veya Batıcı Türkçülüğü hedef aldıkları görülmektedir. Onlara göre Cumhuriyet'le birlikte İslâmlaşmak muasırlaşmak Türkleşmek formülasyonundan İslâmlaşmak devre dışı bırakılmıştır. Ve bu konu onları çok rahatsız etmiştir. Zamanla milliyetçilik konusunda düşünceleri değişmiş, milliyetçiliğin çağın ideolojisi olduğu konusunda iknâ olmuşlardır. Fakat benimsedikleri milliyetçilik, İslâm'la takviye edilmiş bir milliyetçilik olmuştur, seküler milliyetçilik değil.

KONJONKTÜREL DEĞİŞMELER

Cumhuriyet devrinde oluşturulan Diyanet İşleri başkanlığı hakkında İslâmcıları yapmış olduğu değerlendirmeler zaman içinde nasıl bir seyir izliyor?


İslâmcıların hedefinde olan konuların biri de Diyanet İşleri başkanlığı gelmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığını, Şeyhülislâmlığa göre, gerek kurumsal gerekse psikolojik olarak kendilerine yakın görmemişlerdir. Diyanet İşleri Başkanlığı'nı, başta ezanın Türkçe okunması olmak üzere birçok uygulamanın devreye sokan Cumhuriyetin, kendi İslâm anlayışını dayatmak için kullandığı bir tetikçi olarak değerlendirmişlerdir. Bu çerçevede Necip Fazıl Kısakürek bahsedilen kuruma "Cinayet İşleri" sıfatını yakıştırmıştır. 1950'den sonra Demokrat Parti ile birlikte sözü edilen kuruma karşı bir yumuşama içine girseler de tavırlarında önemli bir değişiklik olmamıştır. Çünkü adı geçen kuruluşu, toplumun değil devletin din işlerini yürüten bir pozisyonda ele almışlardır.

Peki, son yıllarda bir değişme yok mu?

Olmaz mı? 80 sonrası bir kırılma var. Devletin resmi ideolojisindeki İslâmi tonlar arttıkça ve hükümetlerin de İslâmi duyarlılığından kaynaklanan somut adımlar atıldıkça, İslâmcıların Diyanet İşleri Başkanlığı'na dair tavırlarında bir yumuşama ve iyimserlik görülmüştür. Bunları söylerken konjonktürel değişmeleri de hesaba katmak gerekir. Şöyle ki laiklik vurgularının arttığı dönemlerde ve hükümetler zamanında, sözü edilen başkanlık yine İslâmcıların hedefinde olmuştur. Şunu demeye çalışıyorum adı geçen kurum gibi diğer kurumların kimin elinde olduğu, onlara yönelik oluşturulan bakışı önemli ölçüde belirlemektedir. Nitekim İslamcıların, bir dönem şiddetle itiraz ettikleri kurumları ele geçirip dönüştürdüklerinde onlara karşı tavırları da değişmektedir. Örneğin son dönemlerde atanan Diyanet İşleri Başkanlarının söz ve eylemleri ile İslâmcıların iddiaları arasında örtüşmeler başlayınca, karşı çıkmak bir yana bahsedilen kurumu sahiplenmeler artmıştır. Ama tümden bir uzlaşma beklenmemelidir. Çünkü dediğim gibi çok farklı talepler dillendirilmekte ve bunların aynı anda hayata geçirilmesi tabi ki çok zor olmaktadır.

İSLÂMCILIĞIN AKIŞKAN KARAKTERİ

İslâmcılığın muhafazakârlığa eklemlenmesinde tek partili yıllarda uygulanan politikalar ne kadar etkili olmuştur?


Burada İslâmcılığın akışkan karakterinden bahsetmeliyiz. Bunda da ifade ettiğimiz gibi İslâmcılık düşüncesinin birçok farklı türü olması etkilidir. Nitekim kendisi için şartlar uygun olmadığında, hayatta kalabilmek için düşünsel olarak kendilerine yakın hissettikleri akımlara eklemlenmişlerdir. Orada elde ettikleri kazancı maksimize etmek ve pozisyonlarını korumak için olağanüstü bir gayret içinde olmuşlardır. Şartlar olgunlaştığında ise gerçek düşüncelerini ileri sürmüşlerdir. Cumhuriyetin ilk döneminde bu karakteri çok daha öne çıkmıştır. İlk zamanlar muhafazakâr düşünceye eklemlenmişlerdir. Bunda da Cumhuriyet'in İslâmcılara şüphe ile bakması oldukça etkili olmuştur. Cumhuriyetin kurucu kadroları İslâm ve İslâmcılar için şunu düşünmüşlerdir. İslâm sadece bir din değil aynı zamanda politika, ekonomi ve gündelik hayatın nizamıdır. Dolayısıyla kendi başına bırakıldığında hemen siyasallaşır. O halde kontrol altında tutulmalıdır. İslâmcılar çok partili dönemde ise sağ partilere yönelmişler ve o partilere siyasi dil konusunda takviyede bulunmuşlardır. Fakat 1960'lı yılların sonundan itibaren kendi diline dönmeye başlamışlardır.

İslâmcılığı özü itibariyle muhafazakâr bir ideoloji olarak görüyorsunuz. Niçin?

İslâmcıların muhafazakârlığın temel tezlerine yaklaştıkları için. Şöyle ki muhafazakâr ideolojide en genelde geleneğin korunmasına önem verilir; devrim tarzı değişmelere karşı çıkılır; seküler yaşam tarzının toplumda yabancılaşmaya yol açtığını ileri sürülür. İslâmcılar da benzer görüşleri paylaşırlar. Fakat yine de Batıdaki muhafazakâr düşünce ile İslâmcılar arasında da ciddi farklılıklar vardır. Batı muhafazakâr ideolojisi derin bir kültürel ve felsefi geçmişe sahiptir ve iddialarını bu düzleme oturturlar. İslâmcılarda felsefenin konumu o kadar derin değildir. Ben hep şunu söylerim, Türkiye'de bu tarz tek muhafazakâr kişi Nurettin Topçu'dur. İslâmcılar ona yaklaşamamıştır dahi.

Bir ara soru/n olarak şunu söylemek ve sormak istiyorum: Topçu'nun İslâmcılık içerisinde değerlendirilmesi oldukça sorunlu ve 'yapay' görüyorum. Bir ara dönem/geçiş figürü olan ve oldukça bireysel bir düşünür olan Topçu üzerinden sürdürülen İslâmcılık tartışmaları Türkiye İslâmcılığını anlama noktasında nasıl bir katkı sunabilir?

Haklı ve cevabı çok zor olan bir soru. Çünkü Nurettin Topçu gerek muhafazakârların gerekse İslâmcıların vazgeçemediği bir sima. Diğer yandan başından beri söylediğimiz şey burada da geçerli. Yani İslâm ve gelenek söz konusu olduğunda, bahsedilen konunun akışkan yapısı gereği kimi, nereye oturtacağınız sorun oluyor. Bence Nurettin Topçu İslâmi düşünceleri olan bir muhafazakâr olarak görülebilir. Dediğiniz gibi bireysel ve kendine özgü tarafları vardır. Fakat tümüyle bireysel bir düşünür değil. Aksine fertle başlayıp son halükarda kolektivist tasarıma dönüşen birçok düşüncesi var. Örneğin ahlâk, milliyetçilik tasarımları böyle. Öne sürdüğü tezleri ile zaman zaman İslâmcılarla yan yana gelmiştir fakat onlardan çok farklı tarafları vardır. Bu nedenle onu kendi naçizane sınıflandırmamda tarihsel İslâm kategorisine yerleştirdim.

Çünkü İslâm'ı tarihsel olarak ele alıyor. Hem Batıyı hem de İslâm'ı çok iyi biliyor. Felsefeye kurucu bir rol veriyor. Felsefeden dine geçmeye çalışıyor. Kısaca felsefi bir İslâm peşinde. Burası çok farklı bir duruş getiriyor ona. İsyan Ahlâkı ve irade kavramları da son derece önemli onun sisteminde. Hurafelerden arınmış bir İslâm peşinde. Tarikatları ticaret yuvası olarak görüyor ve İslâm'ın aklileşmesinin önündeki en büyük engellerden biri sayıyor. İslâm'ın siyasallaşmasının getireceği risklerden bahsediyor. Şöyle düşünün İslâmcıların teorik ve pratik olarak en uzak kaldıkları ideoloji olan sosyalizmi, kendi sisteminde farklı içerikte de olsa kavramsal olarak benimsiyor. Bu yönleri ile zaten bazı İslâmcılar tarafından sevilmiyor. Hatta Kısakürek'le ciddi bir polemik yaşıyor. Özetle Topçu İslâmcılardan çok farklıdır. Aynı kulvarlarda ele alınmaları pek isabetli olmayabilir. Topçu'nun İslâmcıları anlamak noktasındaki belki en büyük katkısı, metinleri ve fikirleri baz alındığında, İslâmcıların hangi noktalarda zayıf olduklarını anlamamızı sağlaması olabilir.

BİR SIĞINAK OLARAK MUHAFAZAKÂRLIK

Peki, bu noktada İslâmcılık cihetinden yapılan muhafazakârlık eleştirileri hakkında ne düşünüyorsunuz?


İslâmcılar, Cumhuriyet'e karşı genellikle muhafazakâr bir tonda eleştiriler getirirler. Savunmalarını da ilk dönemde bu çizgide yaparlar. Nitekim maziye vurgu yaparlar, yabancılaşmaya, seküler milliyetçiliğe karşı çıkarlar ve mukaddesatçı bir milliyetçiliği öngörürler. Fakat dediğim gibi aralarında da ciddi farklılıklar vardır. Bu nedenle bir kısım İslâmcılar bir anda gelenekçi olabilir, bir kısmı ise siyasal bir pozisyona yönelirler. Örneğin Necip Fazıl Kısakürek'te siyasal İslâmcılığın etkileri çok fazladır. Said Halim Paşa ve Mehmet Akif'te ise daha muhafazakâr bir hava vardır. Muhafazakâr tonda yaptıkları eleştiriler, kendi düşüncelerini direk olarak söyleyememelerinden dolayı adeta bir sığınak rolü üstlenmiştir.

İslâmcılığı Türk sağının üç halinden biri olarak gören yorumların gerçeklik değeri var mı? İslâmcılığın genel olarak eklektik bir yapıya sahip olmasını nasıl açıklıyorsunuz?


Evet büyük oranda bir gerçeklik değeri var. Çünkü örneğin milliyetçiliğe ve muhafazakârlığa yaklaşan, değişik düşünceleri bir arada tutan eklektik ve dediğim gibi akışkan bir yapısı vardır. Bunun yanında İslâmcılık sadece teorik değil aynı zamanda pratikte de kendini gösteren bir ideolojidir. Bu nedenlerin sonucunda İslâmcılık 1970'lerin ortasında kadar sağ ideolojiye eklemlenmiştir. Ama İslâmcılığın ondan daha fazla bir şey olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Çünkü İslâmcılık ideolojisi muhafazakârlığı da aşan daha geniş bir çerçevedir. Örneğin İslâmcılar muhafazakâr ve sağ ideolojiler gibi İslâm'ı sadece geleneğin bir parçası olarak görmezler. Bazen hatta çoğu zaman geleneğin kendisi olarak anlarlar. Nitekim bu bakış açısı, İslâm'ın bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de yükselişe geçtiği son dönemlerde daha da öne çıkmıştır. Özellikle İran Devrimi'nden sonra İslâm'ın sadece dini bir nizam değil aynı zamanda bu dünyayı da tanzim eden bir güç olduğunu düşünmeye başlamışladır. Bu demektir ki sağa eklemlenmek yerine sağın kendilerine eklemlenmesini isteyebilmişlerdir.

Türkiye İslâmcılığını diğer ülke İslâmcılıklarından ayıran noktalar nelerdir?

Bence en önemli farkı, İslâmcılığın diğer ideolojilerden birisi olarak görülmesi. Nitekim Ziya Gökalp'ten beri İslâmlaşmak düşüncesi, Türkçülük ve Batıcılık ideolojileri gibi bir ideoloji olarak görülmüştür. Zaman zaman bunlar arasında biri daha öne çıksa da. Bunun da pek çok nedeni var. Öncelikle İslâm Türk tarihinde tek kimlik değildir. İslâm'la tanışılan döneme kadar güçlü bir devlet geleneği ve Türk kimliği hâkimdir. Bu gelenek bence hala devam etmektedir. Nitekim modern milliyetçiliğin büyük oranda Türkiye'de tutmasının ve diğer Müslüman ülkelerde bütün çabalara rağmen tutmamasının en önemli nedeni budur. Çünkü sözü edilen ülkelerde Müslümanlık kimliği dışında kültürel ve sosyolojik bir başka kimlik tasarımı neredeyse yok düzeydedir. İkincisi, Osmanlı İmparatorluğu emperyalistler için hiçbir zaman tam bir sömürge olmamıştır. Sevr anlaşması ile buna yaklaşılmıştır fakat Kurtuluş Savaşı ile bu engellenmiştir. Dolayısıyla Batıya karşı ihtiyatlı olunmuş fakat hiçbir dönemde tam bir Batı karşıtlığı görülmemiştir. Hatta Osmanlıdan başlayan modernleşme hareketlerinin yönü Batı ile mücadele halinde olunmasına rağmen yine Batı olmuştur. Batı ile her zaman gerek kültürel gerekse başka bakımlardan hep iç içe olunmuştur. Bu da Türk İslâmcılarının Batıya karşı duygusunun değişken ve ona ihtiyatlı olmakla beraber çok sert olmasını engellemiştir. Diğer ülkelerde, Batı ile sömürgecilik yoluyla tanışıldığı için burada Batıya karşı entelektüel ve kültürel eğilim çok zayıf kalmıştır. Buralarda Batı çoğu zaman deccal ve ahlaksız olarak adlandırılmıştır. Batıya karşı saldırgan bir tutum baskın olmuştur. Yine ifade ettiğimiz gibi burada İslâm tek kimlik ve kültür olarak görüldüğünden, alternatif modeller ve ideolojiler tutunamamıştır. Çünkü bu ülkelerde Osmanlı ve Türkiye'de olan bir modernleşme deneyimi pek yaşanmamıştır.

1960'LI YILLAR SONRASINDA TÜRKİYE İSLAMCILIĞI

1960'lı yılların Türkiye İslâmcılığı açısından önemi nedir? Müslüman dünya açısından bakıldığında ihyadan inşaya geçiş yılları olarak andığınız bu yıllar ve sonrası aynı zamanda kültürel alandan siyasal alana geçiş olarak da değerlendirilebilir mi?


Bu yıllar tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de çok önemli kırılmalar yaratmıştır. Öncelikle İslâm'a dönüş olarak adlandırılan siyasal ve kültürel bir geçiş, bu dönemde hızlanmıştır. Bunun en önemli nedenlerinden biri İsrail'le yapılan savaşlarda alınan yenilginin yarattığı psikolojik travmadır. Bu yenilgiler, temel olarak Müslümanların kendilerine şu soruyu sormalarına yol açmıştır.

Neden yenildik? Bunun yanıtını da yine gelenekte aramışlardır. Biz özümüzü yitirdik, günah işledik ve cezalandırıldık. Çünkü onlara göre, İslâm orta yerde dururken Baas Parti'lerin ön ayak olduğu milliyetçi ve seküler kimlikleri benimsemek, yabancı ideoloji ve kültürlere adapte olmaya çalışmak, tırnak içinde "küfür"ü bir kültür olarak benimsemek yenilgiyi hazırlamıştır. O halde tekrar zafer kazanmanın yolu İslâm'dan ve İslâmlaşmaktan geçmelidir duygusu ve düşüncesi Müslüman ülkelerde hızla yaygınlaşmıştır. Dolayısıyla başarısızlık kendilerinin değil modernleşmenin başarısızlığı olarak konumlandırılmıştır. Bu da modernleşme ile aralarına ciddi mesafeler konulmasıyla sonuçlanmıştır.

Aynı dönemde Batı'nın kendi içinde modernleşmeye yönelik eleştiriler de yükselmiştir. İslâmcılar bu durumu şöyle algılamışlardır. Batı bile kendi kendini eleştirirken biz niye onları takip edelim. İşte bu etkenler, Batı ile başta siyaset olmak üzere birçok alanda ciddi bir kopuşlara yol açmıştır. Sözü edilen süreç İslâm'ın diriltilmesi olarak adlandırılan 'ihya'dan, İslâm merkezli bir 'inşa'ya doğru geçişi hızlandırmıştır. Özellikle Mısır'daki "Müslüman Kardeşler" örgütü bu geçişin temel aktörleri olagelmişlerdir. İslâm'ın siyasallaşması da bu dönemde büyük bir ivme kazanmıştır. Siyaset işin içine girince simgeler, ideolojiler, ekonomi ve gündelik hayat İslâm'dan hareketle yeniden kodlanmıştır. Dediğiniz gibi bu dönemden sonra kültürel hayat artık siyasal alanın konusudur. O günden sonra bu ivme Türk İslâmcılarını da etkilemiştir.

İSLAMCILIĞIN LİBERALLEŞMESİ TARTIŞMALARI

İslâmcılığın liberalleşmesi söz konusu edildiğinde ağırlıklı doksanlı yıllar bilhassa AKP'li yıllara işaret edildiği görülüyor. Çok partili hayatın başlangıç yılları ve sonrası Türkiye İslâmcılığı ve liberalizm ilişkisi bakımından nasıl değerlendirilebilir?

Burada bazı noktaları ayırmak gerek. Öncelikle 1950'li yıllar Cumhuriyetin liberalleşme konusunda adım attığı yıllardır. Bu dönem İslâmcılara daha rahat hareket etme fırsatı vermiştir fakat İslâmcıların teorik metinlerinde liberalleşme temaları pek görülmemektedir. Hatta 1960'lı yıllardan itibaren ifade ettiğimiz gibi siyasi İslâm etkisi ile sert söylemler daha fazla görülmektedir. Açık söylemem gerekirse 1990'lı yıllardan sonraki İslâmcıların metinlerini çok fazla inceleyemedim ve onlar hakkında yorum yapmam doğru olmaz. Fakat siyasi düzlemin analizinden çıkardığım bazı sonuçları paylaşmak isterim. 1980 darbesi İslâmcılar açısından önemli bir milattır. Bahsedilen darbe sonrası İslâmcılar, askerlerin İslâm'a toplumun çimentosu gözüyle bakmalarını çok iyi değerlendirmişler ve devletin kilit noktalarına yerleşmişlerdir. Diğer yandan devletin içinde olmak, dışında iken ileri sürülen tezlerden taviz verilmesini beraberinde getirmiştir.

Şunu söylemeye çalışıyorum, devlet içinde güçlenen İslâmcılar, radikal söylemlerden kısmen uzak durmaya gayret etmişlerdir. Çünkü iktidar ile kazanılan mevzilerini kaybetmeyi göze alamamışlardır. İşte bu nokta İslâmcıların tezlerinde kısmi bir liberalleşmeyi beraberinde getirmiştir. Fakat daha büyük bir gelişme ise uluslararası alanda neo-liberalizmin güçlenmesi olmuştur. İslâmcılar neo-liberalizmle eklemlenmeye ve küreselleşmenin temel tezleriyle örtüşmüşlerdir.

Nitekim özelleştirmeye sıcak bakmaları, ulusal devletin kurumlarını tasfiye etmek gibi uygulamaları benimsemişlerdir. Bu süreçten sonra özellikle ekonomik uygulamalarda zenginleşmenin, çalışmanın, birikimin, tasarrufun ve yatırımın kabul gördüğünü izliyoruz. Çünkü artık sadece muhafazakârlara değil herkese seslenmek zorundadırlar. Göreli radikal çıkışlar hem ulusal hem de uluslararası sistem tarafından kabul edilmemiştir. Refah Partisi'nin kapatılması malumunuz. İslâm'dan hareketle üretilen radikal söylem bu döneme uygun değildir. Zaten küresel aktörler kendilerine engel olarak gördükleri radikal rejimleri tasfiye eder. Kadife devrimleri, Arap Baharı'nı herkes takip ediyor. AKP sert söylemlerle tutunamayacağının farkına vardığı için (ilk dönemlerde daha fazla) liberal tonlar kullanmıştır. Fakat özellikle ekonomik alanda liberalizmle ilişkileri daha fazla olmuştur.

CUMHURİYET, POSTMODERN LİTERATÜR VE İSLAMCILIK

Peki, İslâmcılık klasik dönemde Müslümanların ortaya koyduğu yönetimden veya modern dönemde ortaya çıkan yönetim modellerinden farklı bir siyasal modeli teorik olarak ortaya koyabildi mi?


Evet. Şöyle ki İslâmcılık ideolojisi genel olarak cumhuriyet yönetimini kendi İslâm gelenekleri uzlaştırmışlardır. Daha önce değindiğimiz gibi "meşveret" ve "şura" kavramlarını, demokrasi ve parlamenterizm ile telif etmişlerdir. İslâm'ın demokrasiyle uzlaşabildiği düşüncesine kaynaklık eden nokta da burasıdır. Fakat burada bir sorun ortaya çıkmıştır.

Cumhuriyeti bir yönetim mekanizması olarak yani teknik olarak benimsemişlerdir. Cumhuriyet yönetiminin tarihsel olarak gerektirdiği özne-yurttaş kavramlarını ve akla dayanan irade kavramlarını benimsemekte zorlanmışlardır. Şunu demeye çalışıyorum:

İslâmcıların cumhuriyetle problemi yoktur ama onun seküler içeriğine karşı çıkarlar. Zaten İslâmcıların modern dünyada en fazla zorlandıkları konu sekülerleşmedir. Neden? Çünkü demokrasiyi de cumhuriyet yönetimini daha geri götürdüğünüzde akıl ve özgür irade kavramları, bunları besleyen dünyevi görüş belirir. Bunlarla İslâmcıların temel tezleri arasında henüz giderilemeyen kopukluklar var. Giderilebilir mi? Onu da bilmiyorum.

Postmodern literatürle karşılaşma İslâmcılığı hangi noktalarda etkiledi?

Şunu söylememe izin verin. Postmodern literatür belki de Batıdan çok İslâmcıları etkiledi. Yani post-modernizm, aklı tesis edebilmiş olan Batıda dahi bu kadar ilgi görüp ciddiye alınmadı. Neden, Çünkü İslâmcılar postmodernizmin moderniteye yönelik olarak ileri sürdüğü bütün tezleri ve eleştirileri büyük bir iştahla benimsediler ve kendileri için teorik bir zemine dönüştürdüler. Şöyle ki post-modern teori, modern bilimin sorunlarına, aklın sınırlarına, büyük anlatılarla inşa edilmiş projelere, buna bağlı olarak ideolojilere, ulus-devlete saldırıyor ve bunların sonunu ilan ediyordu. Diğer yandan post-modern teori, total kimliklerin değil otantik ve yerel kimliklerin yükselişini müjdeliyordu. Bu noktalar İslâmcıları heyecanlandırıyordu. Çünkü genel olarak her ideoloji kendini bir teorik modele dayandırmak zorundadır. İslâmcı ideoloji için de günümüzdeki bu model post-modernizmdir. Çünkü salt akıl yanında inancı da mümkün kılmak, cemiyet yerine cemaati öne çıkarmak herhalde İslâmcılar için kulağa daha hoş gelmektedir.

Kemalizm sonrası süreçte İslâmcılık nasıl bir anlam ifade edebilir?


Kemalizm bir ideoloji olarak 1930'lu yılların sonlarında Kadro Dergisi etrafında kurgulandı. Fakat Kemalizm sadece bir ideoloji olmaktan fazla bir şeydir. Tıpkı İslâmcılıkta olduğu gibi, ideolojiden fazlasına dönüşmüş ve bir yaşam tarzı olarak vücut bulmuştur. Türkiye'de Kemalizmin ne olduğunu insanlara sorun teorik açıdan doyurucu bir yanıt alamazsınız fakat bir yaşam biçimi olarak karşılığını bulabilirsiniz.

Dolayısıyla Kemalizm sonrası süreç dediğimizde bunu açmamız lazım. Kemalizm ideolojisinden vazgeçenler öncelikle 1980 darbesini yapanlar oldu. Onun yerine daha sivil ve liberal olduğunu düşündükleri Atatürkçülüğü tesis etmeye çalıştılar. Yani resmi ideoloji, Kemalizmle bağlantılarını kopardı. Bu süreç İslâmcılık düşüncesi açısından bulunmaz bir fırsattı. Nitekim resmi ideoloji içinde yer alıp güç kazandı. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde kabul gören "İslâmın her an siyasallaşma eğiliminden dolayı kontrol edilmesi gerektiği" düşüncesi etkisini büyük ölçüde yitirmiştir. Bu durum takdir edersiniz ki İslâmcıların hem entelektüel, hem ekonomik ve kültürel alanda daha fazla imkân elde etmelerini sağlamıştır. Bunun sonucunda projelerini daha rahat hayata geçirmeye ve özellikle gündelik hayatı dönüştürmeye yönelmişlerdir. Bu süreç günümüzde de devam etmektedir.

Söyleşi için teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim.

Hasan Şen, Kemalist Modernleşme ve İslâmcı Gelenek, Kadim Yayınları, 2012,384 sayfa

* Dünya Bülteni
SON VİDEO HABER

Iğdır'da AK Parti İl Başkanlığı binasına molotoflu saldırı

Haber Ara