Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Kaya: “28 Şubat Yargı Kararları İptal Edilsin!”

Özgürder Başkanı Rıdvan Kaya: '28 Şubat sürecindeki yargılamaların ister talebe bağlı olsun, ister olmasın, mutlaka bu dosyaların yeniden ele alınmasını, açılmasını ve bununla alakalı mağduriyetleri n mutlaka giderilmesi gerektiğini düşünüyoruz'

14 Yıl Önce Güncellendi

2012-06-12 13:19:48

Kaya: “28 Şubat Yargı Kararları İptal Edilsin!”

Röportaj: Fazıl Duygun
** *** *** ** *** ** ** ** **
Rıdvan Bey 5 Haziran günü İHH Başkanı Bülent Yıldırım Bey, Mazlum-Der Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal Bey, Büyük Doğu Fikir Ocakları Genel Başkanı Erdinç Trabzon Bey’le beraber Bolu F Tipi Cezaevi’nde kalan başta Sayın Salih Mirzabeyoğlu olmak üzere, İslâmî örgt davalarından ceza almış olan, Rıdvan Çağrıcı, İrfan Çağrıcı, Can Özbilen, Osman Erdemir ve İsmail Şah Balta'yı ziyaret ettiniz. Bu ziyaretinizin sebebi hakkında bilgi verir misiniz?

Burada öncelikle biliyoruz ki, Salih Mirzabeyoğlu’nun aldığı ceza olayı son dönemlerde epey bir gündem oldu, tartışıldı… Daha genelde 28 Şubat sürecindeki yargılamalar gündeme geldi. Arkasından Salih Mirzabeyoğlu’na verilen ceza yoğun bir şekilde tartışıldı. Bizler de bu konuyla alakalı olarak, doğrudan kendisiyle bu meseleyi değerlendirmek istedik. Aynı zamanda da özellikle 28 Şubat sürecinde çeşitli İslamî Davalardan yargılanan kişilerin, mahkemeler tarafından aldıkları cezalar, bu insanlara verilen mahkumiyet kararlarının hukuken herhangi bir zemini olmadığına ilişkin bir kamuoyu oluşturmak istiyoruz. Özetle, 28 Şubat süreci yargılamalarının kamuoyu gündeminde tekrar tartışılmasını ve bir şekilde gündemleşerek bu mağduriyetlerin giderilmesine yönelik bir kamuoyu oluşturma çabamız var. Bu çerçevede bu ziyaret gerçekleşti.

Adalet Bakanlığı bu ziyaretlere herhangi bir zorluk çıkardı mı? Yoksa prosedür tabii olarak işledi mi?

Engel çıkartılmadı. Başvuru yapılmıştı. Görüşülmek istenen isimler belirtilmişti. Süreç içerisinde isimleri çoğaltmamıza rağmen bir engel oluşturulmadı. Burada Adalet Bakanlığı’nın olumlu bir tavrı olduğunu düşünüyorum. Umarım bundan sonraki prosedürlerde bu olumlu tavır devam eder.

Peki nasıl bir şeyle karşılaştınız? Rıdvan Çağrıcı, İrfan Çağrıcı, Can Özbilen, Osman Erdemir ve İsmail Şah Balta bu ziyaretinizi nasıl karşıladılar, neler anlattılar ve talepleri nelerdi?

Biz öncelikle Salih Bey’le görüştük. Uzun bir görüşme oldu. Bir saatten fazla görüştük. Tabi şu da iyi oldu; açık görüş yaptık. Dolayısıyla cam arkasından, telefon kabininden konuşmak yerine, yüz yüze görüşmek elbette daha kolay iletişim sağladı. Önce Salih Bey’le, vakit de sınırlı olduğu için diğer arkadaşlarla daha kısa görüşebildik.
Şunu görüyoruz; tabii herkesin kendine göre özel durumları var. Örneğin Salih Bey’in ısrarla üzerinde durduğu bir Telegram meselesi var. Bu konudan dolayı ciddi anlamda bir mağduriyet yaşadığını ifade ediyor. Onun haricinde İrfan Çağrıcı, ağırlaştırılmış müebbet cezası aldığı için tek kişilik hücrelerde kalıyor. Ciddî anlamda bir tecrit yaşıyor. Meselâ, İsmail Şahbalta’nın ciddi bir rahatsızlığı var, tedavisiyle alakalı sıkıntılar var. Tabii Bolu F Tipi Cezaevinde kalan çok sayıda müslüman arkadaşımız var. Fakat hepsiyle görüşme imkânı olmadığı için sadece bazı isimleri seçmek zorunda kaldık. Fakat şunu gördük; seçtiğimiz her ismin uzun uzun anlatacağı, uzun uzun aktarabilecekleri ciddi mağduriyetleri , sıkıntıları var. Bunlar bir araya geldiğinde de maalesef Cezaevi sorunu dediğimiz olguyla yüzyüze geliyoruz.

Buradan şunu çıkartabilir miyiz? F Tipi Cezaevi sistemi bizim insanlığımıza, adaletimize aykırıdır diyebilir miyiz?

F Tipi Cezaevleri bir ara çok yoğun bir şekilde tartışıldı. Fakat maalesef süreçte baskıcı uygulama ağırlığını hissettirdi. F Tiplerine karşı Cezaevlerinde ortaya konulan direniş başarılı olamadı. Kamuoyu da bunu sürecin uzamasıyla beraber kanıksamış bir halde… Cezaevleri her zaman kamuoyunun gündeminden uzaktır. Tecridin yoğunlaşmasıyla beraber çok daha uzaklaşmış bir halde… Dolayısıyla bu anlamda ciddi bir sıkıntı var. En temelde şunu görmek lazım… Uygulama , Adalet Bakanlığı tarafından geçmiş hükümetler döneminde de, halen de çeşitli gerekçelerle kamuoyuna sevimli gösterilmeye çalışılıyor. İşte buradaki “düzen”, “temizlik”, “yemekler”, işte bazı farklı uygulamalar, “sıcak su” saatleri filan gibi şeyler üzerinden, bir takım teknik ayrıntılar üzerinden bu uygulamaların makûl olduğu, cezaevinde kalanlar için daha yaşanılabilir bir ortam olduğu ifade ediliyor. Fakat atlanan, görmezden gelinen bir şey var; en temelde olayın kendisi, teknik ayrıntılardan bağımsız olarak gayrî insanî bir durumdur. İnsan Rabbimiz tarafından sosyal bir mahlûk olarak yaratılmıştır. Bu noktada tecrid uygulamasına tabi tutulması, insanın bizatihi fıtrî özelliklerine terstir. Özellikle burada fıtrata, vicdana, insan olamaya aykırı gelen, insan olmakla çelişen bir durum olduğunun kabul edilmesi lazım. Bu gün F Tipleri ile alakalı kamuoyunda duyarlılık olsun yada olmasın, bu konuyla ilgili talepler direniş boyutunda gündeme gelsin yada gelmesin, F Tipi uygulaması gayrî insanîdir, gayrî İslâmîdir. Tecrit insani bir durum değildir. Dolayısıyla müslümanlar açısından da hem fıtrî kimlikleriyle, hem insanî özellikleriyle bu uygulamalara maruz kalan insanların, baştan mağdur edildiklerini kabul ederek olaya yaklaşmamız lazım.

Yani şimdi şunu görüyoruz…
Gerek Türkiye’de, gerek dünyanın pekçok yerinde, bütün baskıcı uygulamalarda Cezaevleri bizatihi kendisi bir caydırma, bir yıldırma aracı olarak kullanılıyor. Normalde hukuk mantığı açısından şu olmalıydı: Bir insanı ailesinden, eşinden, dostlarından, yakınlarından ayrı tutmak, onu dört duvar arasında tutmak zaten cezanın kendisidir. Cezaevinde bulunmak bir cezadır zaten. Ama siz Cezaevinin koşullarını da ayrıca “cezalandırma” unsuruna dönüştürmüş olursanız bu iki kere cezalandırma olur. Dolayısıyla, “ceza” olayına girmeden söylüyorum; (“suç var mı”, “suçlu mudur” ayrı bir tartışma) velev ki “suçlu” dahi olsa, hiçbir kimse iki kere cezalandırılmamalıdır. Burada tecrit, suçlu kabul edilen insanın ikinci defa cezalandırılması uygulamasıdır. Bunu böyle kabul etmek lazım.

Rıdvan Bey, malûm gündemde Özel Yetkili Mahkemeleri değiştirme veya kısıtlama meselesi var. Şimdi biliyorsunuz, Özel Yetkili Mahkemeler eski Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin devamı… Bu durumda DGM’lerde alınan bütün kararların tekrar gözden geçirilmesi, hukuk mantığı açısından gerekmez mi?

Doğrusu bu hukuken, yargı mekanizması anlamında çok ciddi bir zorluk ve yük çıkartacaktır. Dolaysıyla buna kolay kolay cesaret edilebilir mi, ondan emin değilim. Ama adaletin gereği, vicdanın gereği olarak şunu görmek durumundayız: Türkiye Cumhuriyetin’de İstiklâl Mahkemeleri’nden gelen bir yargı geleneği var. Dolayısıyla bunu bugüne ait bir usulsüzlük, hukuksuzluk olarak göremeyiz. Sistemin bir şekilde yargı mekanizması zaten zulüm üzerine oturmuş bir anlayışı temsil ediyor. Fakat bu süreç, özellikle darbe dönemlerinde çok daha yoğun ve sistematik hukuksuzluklara, hak ihlallerine yol açtı. 28 Şubat da bir darbe süreci olarak, yakın bir zamanda yaşanmış bir darbe süreci olarak bu anlamdaki hukuksuzlukların, bir anlamda zirve yaptığı bir dönem oldu. Şunu görmek lazım; bu davaların, şu anda konuştuğumuz şahıslar yada diğer müslümanlarla alakalı, yargılandıkları davaların bir kısmı 28 Şubat öncesinde başlamıştı. Fakat sonuçta şunu gördük. 28 Şubat sürecinde medyanın yargının brifing tezgahından geçtiğine şahit olduk hep birlikte... İşte askerler yargıçları bütün üst mahkemelerden başlayarak, bütün etkili konumda olan savcıları yargıçları topladılar, onlara bir takım talimatlar verdiler. Ülkenin ciddi bir “irtica” tehdidi altında olduğunu ve buna karşı hep beraber mücadele edilmesi gerektiği anlamında bir talimat yönelttiler. O talimatın da ciddî anlamda sonuçları olduğunu gördük. Nasıl gördük? Geçmişte de hukuksuzluklar vardı. Geçmişte de uygulamalarda bir takım yanlışlar vardı fakat bu süreçte bu yanlışlıklar ivme kazandı. Daha önce daha az cezâ istenilen insanların, eğer davaları bitmemişse bu süreçte daha ağır cezalar istenmesine dair maddelerin değiştiğini gördük. Davaları bitmiş ve cezâ almış insanların dosyaları eğer Yargıtay’a taşınmışsa, Yargıtay’da aleyhinde bozularak geri döndüğünü gördük. Yani bu süreçte 28 Şubat’taki o “Brifing” olayının özellikle İslâmî kimlikten dolayı yargılanan kişiler, hangi örgütsel yapıya mensub olmakla filan suçlanırsa suçlansın bütün müslüman tutuklularla alakalı olarak ciddi hukuksuzluklar şeklinde, ciddi baskılar şeklinde geri döndüğünü gördük. Bununla alâkalı olarak pek çok örnek var. Sadece ben daha somut olma açısından Sivas Davası’nı örnek olarak vermek gerekir diye düşünüyorum.
Sivas’ta 93’teki hadiseden sonraki ilk yargılamada mahkeme bazı sanıklara 15’er yıl ceza verdi. Ölüme sebebiyet vermekten ceza verdi ve tahrik indirimi yaptı. Aziz Nesin’in konuşmalarından dolayı… Biz doğrusu orada da polis ifadeleriyle bu insanların bu cezaları aldığına itiraz etmiştik. Bunun haksız bir ceza olduğunu düşünüyorduk. Fakat 28 Şubat sürecinin devreye girmesiyle beraber bu dava Yargıtay’a gitti. Yargıtay’da sanıklar aleyhine bozuldu. Dolayısıyla bizim ağır bulduğumuz, haksızlık olarak gördüğümüz 15 yılı da görmezden gelerek, çok sayıda sanığa idam cezası verildi. Şimdi burada ölüme teşebbüs suçu ortadan kaldırıldı, tahrik görmezden gelindi. Doğrudan ortada hiçbir örgütsel yapı olmamasına rağmen, bu insanlar örgüt adına “düzeni değiştirmeye kalkışma” suçlamasıyla 146. Maddeden idam cezası aldılar. Yani burada buna benzer dediğim gibi pek çok örnek var.
Burada şunu görmek lazım: Bugün güzel bir gelişme… 28 Şubat’ın failleri yargılanıyor. Haklarında davalar açılıyor. Tutuklanıyorlar. Bu anlamda adaletin gereği olarak atılan bu adımlardan dolayı seviniyoruz, hamdediyoruz. Ama bu insanların hangi fiillerinden dolayı tutuklandıklarını düşünmemiz lazım. Bu insanlar tutuklanmayı gerektirecek neler yaptılar? İşte, hükümeti devirmeye kalktılar. Toplumu baskı altına aldılar, fişlediler ve mahkemelere talimatlar verdiler. Yargı sistemini bir anlamda yeniden düzenlediler. Peki bu insanlar bu suçlamalarla yargılanırken, eylemlerine konu olan mağduriyetleri görmezden mi geleceğiz?

Sorun orada zaten…

Evet… Bunun mutlaka gündeme gelmesi lazım. Yani yargıya talimat vermek bir suçsa, talimat alan yargının işlemleri de mutlaka tartışılmalı ve gözden geçirilmeli. Eğer bu yapılmazsa burada kesinlikle adalet yerini bulmamış olur.
28 Şubat sürecindeki yargılamaların ister talebe bağlı olsun, ister olmasın, mutlaka bu dosyaların yeniden ele alınması nı, açılmasını vebununla alakalı mağduriyetleri n mutlaka giderilmesi gerektiğini düşünüyoruzç.

Peki, sizin düşüncenize göre bu hükümet böyle bir eyleme girmek ister mi, girer mi veya girebilir mi?

Bu olayın siyasî bir maliyeti olacağı gibi ayrıca hukuken, yargı prosedürü açısından da çok zor olduğunu baştan söylemiştim. Bu yüzden bunu göze alabilirler mi emin değilim. Ama adil olmak istiyorlarsa, tutarlı olmak istiyorlarsa bunu yapmak zorundalar. Bu anlamıyla da şunu söyleyeyim : Ümitsiz değilim, çünkü kişisel olarak da şunu ifade etmek istiyorum… Mevcut hükümeti pek çok açıdan eleştiriyoruz. Eleştirilmesi gereken pek çok eylemi, pek çok fiili var. Ama geçmişte adım atmadığı konuda, adım atmadığı için eleştirilen pek çok konun belki biraz gecikmeyle de olsa süreç içerisinde işlerlik kazandığını gördük. İşte 28 Şubat sürecinin faillerinin yargılanması uzun bir aradan sonra gerçekleşti. İşte Şemdinli Davası, diğer darbe yargılamaları… Bunlara baktığımız zaman umudun olduğunu düşünüyorum. Başörtüsü ile ilgili düzenleme, katsayı meselesi… İşte bu yıl gündeme geldi; mesela İmam Hatip Okulları’nın kesintisiz eğitimin dayatmasının kaldırılmasıyla beraber tekrar açılmasıyla birlikte gecikmeli de olsa toplum vicdanında bir şekilde yankı bulan konuların, bir şekilde ele alınabildiğini görüyoruz. Eksik olmakla beraber, geç olmakla beraber, tam anlamıyla yerine getirlmemekle beraber bu konuda atılan adımların umuyorum ki 28 Şubat sürecinin yargı alanında doğurduğu mağduriyetlere yansımasını inşallah ilerdeki günlerde göreceğiz… Burda tabii daha iyi olan şey şu: Hükümetin ne yapacağından öte, özellikle İslâmî alanda çalışan kamuoyu kuruluşlarının, Sivil Toplum kuruluşlarının, derneklerin, vakıfların, cemaatlerin, yapıların bu konuda sorumluluğu üstlenmesi lazım. Ve öncelikle bu konuyla ilgili olarak hükümeti de gündeme almaya zorlayacak bir kamuoyu oluşturması için çaba sarfetmesi lazım…

Rıdvan Bey, biraz da Salih Mirzabeyoğlu konusuna dönmek istiyorum… Ziyaretinizde neler konuştunuz, talepleri neydi rica etsem biraz daha detaylı anlatabilir misiniz?

Ben şunu söyleyeyim: içinde bulunduğu durumu şahsi gözlemim itibariyle iyi görmüyorum. Ciddî bir sıkıntı içerisinde. Çok aşırı bir yorgunluk hissediliyor. Uyku uyuyamadığını söylemişti. Hatta ilk karşılaştığımızda bazı arkadaşları tanımakta zorluk çekti. Yani burada şunu görüyorum: Telegram İşkencesi konusu açıkçası çok öznel bir olay. Nesnel olarak ele alınabilmesi, tartışılabilmesi çok kolay değil. Dolayısıyla ben bu konuyla alakalı olarak elbetteki olayın muhattabı olarak kendisi taleplerini, iddialarını, tezlerini ortaya koyacaktır. Ama bu boyuttan ayrı olarak, bu boyutu bir kenara bırakarak üzerinde herkesin objektif olarak hiç kuşku duymayacağı ve tartışamayacağı tecrit diye bir gerçek var… Bu kişi hiçbir şekilde silahlı bir fiil içerisinde olmuş bir insan değil. Örgütsel ilişki itibariyle, örgütsel ilişkinin bir yerinde olduğuna dair somut bir delil yok. Suçlama da yok. Bu anlamıyla bir takım çıkarımlar yoluyla ortada işte “şöyle bir örgüt var, o örgütün bir lideri olması lazım, o lider de bu kişidir” şeklinde çıkarsama yoluyla ceza hukukunda hüküm konulmasının bizatihi hukuk mantığına ters olduğunu görüyoruz…

Hukuku katlediyorsunuz yani!..

Evet… Dolayısıyla burada tabii biz genel 28 Şubat sürecinden bahsettik. Bu süreçte Salih Mirzabeyoğlu’nun da karşılaştığı bu durumun mutlaka acilen yargı tarafından gözden geçirilmesi lazım. Bu konuyla alakalı olarak, bu kişiye verilen ceza hangi somut delil yada gözlemlere dayandırılmıştır? Bunun ortaya konulması lazım. Böyle bir şey olmadığına göre de bu suçlamanın mutlaka geri alınması lazım. İllegal silahlı bir örgütün lideri olma iddiasındaki bir kişinin kamuoyunda bilinen kimliğiyle, işte kitap yazan, makale yazan, düşünce üretiminde bulunan pozisyonunda olması bir kere mantığa aykırıdır. İllegal bir örgütün üst düzey kadrosunun illegal pozisyonda olması lâzım. Fakat bunun böyle olmaması, bizatihi aslında savcı ve yargıçları şüpheye düşürmesi, tereddüte düşürmesi gerekirken, tam tersi bir “mantık”la davranıldığını görüyoruz. Bu yönüyle, demin bahsettiğim gibi işte, Sivas davası örneğinde olduğu gibi, başka davaların örneğinde olduğu gibi, Salih Mirzabeyoğlu’nun davasında da verilen kararın ben bütünüyle dönemin koşullarını ve o dönemde yukarıdan verilmiş bir kararın bir anlamda tatbik edilmesinden ibaret olduğunu düşünüyorum. Somut anlamda bir yargılama yapılmamıştır. Bilinen anlamda hukukî çerçeve içerisinde yargılama görülmemiş., önceden verilen hükmün bir anlamda prosedür neticesinde karara bağlanmasıyla karşı karşıya olduğunu düşünüyorum.

Emir-komuta zincirinde bir hukuk(!) diyorsunuz…

Evet… Evet…

Peki, Telegramla ilgili olarak kendisinin talebi ne oldu?

Bununla alakalı şöyle bir şey oldu: Uzun süre neler hissettiğini, nelere maruz kaldığını ifade ettikten sonra ben de şunu ifade ettim; konun bu boyutunu bizim gündeme getirmemiz çok kolay değil. Çünkü kamuoyunda hukuk çerçevesinde bir talep gündeme geldiğinde bunun objektif koşullara dayanması gerekir. Bu olay çok öznel bir olay. Dolayısıyla bunun tartışılması kolay değil. Ama bizim daha ziyade kendisinin maruz kaldığı hukuksuzluk üzerinden konuyu gündemleştirebileceğimizi ifade etmiştik. Şunu ifade etti: Kendisinin çok uzun süredir bu sıkıntıyla, bu mağduriyeti yaşadığını, dolayısıyla yeniden bir mahkeme süreci görüldüğünde ne tür yönlendirmelere maruz kalacağı konusunda şüphesi olduğunu ifade etti. Bu süreçte bir takım, normalde beklenmedik bir takım sözler, beklenmedik bir takım fiiller serdedilecek olursa bunun buradan kaynaklanmış olabileceğini bilgisinin bizim de dikkate almamız gerektiğini hatırlattı.

CHP Malatya Milletvekili Sayın Veli Ağababa’nın cezaevindeki ziyaretinden sonra kendisi televizyonda anlatmıştı: “Niçin Telegramcıları , psikiyatriste, doktora gitmiyorsunuz mealindeki sorusuna; “eğer Telegramcıları bulacaklarsa o zaman giderim” diye bir şart koyduğunu söylemişti. Size de böyle bir şey söyledi mi acaba?

Bu anlamda bir konuşmamız olmadı.

Peki , bu Cezaevi ziyaretleriniz devam edecek mi tekrar?

Açıkçası bu konunun gündemleştirilmesi, şunu kabul edelim ki, kamuoyunda İslâmî camia da dahil olmak üzere Cezaevleri konusunda ciddi bir duyarsızlık var. Ciddi bir uzaklık var. Bu konuyu gündemleştirmenin bir takım zorlukları var. Bunu baştan kabul etmemiz lâzım. Ama bununla alâkalı olarak, biz Bolu’yu gördük fakat Türkiye’nin muhtelif yerlerinde kesinlikle 28 Şubat darbe koşullarının sonucunda yatan pek çok kardeşimiz var. Bunlarla alakalı olarak da elbette elimizden geldiğince bu konuyu gündemleştirmeye çalışacağız. Başka müslümanların da özellikle İslâmî medyanın da bu konunun takipçisi olmasının gerektiğini düşünüyoruz. Şu anda hükümeti çeşitli açılardan eleştirebiliriz ama en azından bu talepleri hiç olmazsa dinleyebilecek insanların olduğunu düşünüyorum hükümet kadrosunda... Yani 28 Şubat döneminde ne yaparsak yapalım dinleyecek muhatap bulma imkanımız yoktu. Bugün en azından bizi dinleyebilecek insanlar var. Sorumluluk alırlar mı bilmiyorum ama en azından dinleyebilecek olmaları bir avantajdır. Bunu değerlendirmemiz lazım. Bu konuyla alakalı çok çeşitli cezaevlerinde, çok çeşitli sorunlar var. Cezaevlerinde hasta olan müslüman tutsaklar var. Bunların tedavilerinin yapılmasıyla alakalı sıkıntılar var. İşte, Batman Cezaevi’nde mesela Fikret Bayram’ın yaşadıklarını biliyoruz. 2010’da Hizbullah Davası’ndan Cahit Durmaz’ın bir anlamda cesedi ailesine teslim edildi. Aylarca bu kişinin tedavi görmesi gerektiğine ilişkin hastane raporu, adli tıp raporu olmasına rağmen kolon kanserinden muzdarib oluğu için 30 kiloya düştükten sonra ancak oradan çıkmasına izin verildi ki, zaten “alın gömün” anlamına geliyordu bu.
Bakın şöyle, cezaevlerindeki herkes, siyasî görüşü ne olursa olsun, hatta adlî veya siyasî ayrımı olmaksızın herkesin insanca muamele görme hakkı vardır. Fakat bilhassa İslâmî davalardan dolayı cezaevlerinde bulunan kardeşlerimizin kamuoyu oluşturabilme konusunda ciddi engelleri var. Diğer tutuklular konusu az çok gündeme gelebiliyor.

İslâmî camia dışında meselâ, solcular bu insanî talebi oluşturabiliyorlar. İslâmî camia kendi insanına sahip çıkmada, hakkını aramada, zulme rıza göstermeme konusunda bir türlü istenilen seviyeye gelemiyor. Sizce bunun sebebi nedir?

En temelde, İslâmî camia dediğimiz geniş kesim de cezaevleriyle alakalı ciddi bir gündem olmadığını görüyoruz. Cezaevleri sorunlarına karşı bir daralma var. Dolayısıyla bunun dışında yaşananlara da algılamakta zorluk çekildiğini düşünüyorum. Ama ayrıca şunu da ifade edelim ki; Cezaevlerinde bulunan müslümanların da kurdukları ilişkilerle dışarıya kamuoyu oluşturma konusundaki en azından irtibatta oldukları insanların bu konudaki çabaları çok yetersiz.
Mesela ben şimdi şunu söyleyeyelim: Güler Zere olayını hatırlarız. Kanserdi ve çok sıkıntı çekti., çok zulum gördü. Ama arkadaşları Türkiye kamuoyuna ses getirecek bir duyarlılık oluşturdular. Bir çaba ortaya koydular. Bunu da görmemiz lazım. Yani mesela Cahit Durmaz olayını hatırladığımız zaman aynı yoğunluğun olduğunu göremiyoruz… Şunu kabul edelim: Sol yada PKK davalarından yargılanan insanların medyada ele alınış biçimleriyle, müslüman tutsakların ele alınış biçimi birbirine benzemiyor.

Bu da insanî ilişkilerdeki zayıflığı göstermiyor mu?

Elbette… Bu konularla alakalı ciddi bir duyarlılık eksikliği var. Geçmişte de bu böyleydi. Şu anda Türkiye’nin çok gündeminde değil ama işkence olaylarında da benzeri durumlar vardı. Algılamakla alakalı sıkıntı var. Bir örnek olması açısından şunu söyleyeyim: 94’te İzmir’deki iİslâmî Hareket Davası’ndan biliyorum… 5 kişi tutuklanmıştı hatırladığım kadarıyla. Birisi hanımdı. O hanım kardeşimizin gözaltı sırasında başörtüsünün açıldığına ilişkin bilgi kamuoyunda çok yankı yaptı. Ama o hanımın, diğer dört müslüman için “çırılçıplak soyulmuş ve işkencede çığlıkları yükseliyordu” şeklinde anlatımları bizim kamuoyunda ciddi bir yankı bulmadı. Konuya bütünlük içinde bakamamanın, siyasî perspektif eksikliğinin olduğu ortaya çıkıyor.

Sadece kendi içinde bulunduğu cemaatın acısına bakılıyor. Aslında acılar ortak olmalı. Ümmet şuuru, insan olma şuuru gereği olarak… Ötekini görmeyince yeri gelince onlardan destek de bulamıyorsun.
Mesala Yakub Köse’nin 28 Şubat’ın yargılanma sürecine dair büyük katkıyı, ordudan atılan ve bir çok dernek adı altında toplanmış yüzlerce subay, astsubay, Yakup Köse’nin, Özgür Der gibi sivil oluşumların desteğiyle açtığı süreci devam ettiremiyorlar. Oysa onların yolları o kadar açık ki… Zulmü seslendirme, ona karşı çıkma cesaretleri yok. Bunun kırılması gerekiyor.

Haklısınız…

Röportaj ve cezaevleri üzerindeki faaliyetleriniz için çok teşekkür ederim. Çalışmalarınıza başarılar dilerim.
Ben de teşekkür ederim.

Haber Ara