Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Çocuk ile kariyer arasında sıkışan anneler

Modern zamanlarda, mesai rutininde çocuk sahibi olmak küçük çapta bir kriz. Anneanne ya da babaanne ile aynı şehirde yaşanıyorsa ne âlâ, aksi hâlde ise çözüm üretmek oldukça güç.

14 Yıl Önce Güncellendi

2012-05-09 14:18:14

Çocuk ile kariyer arasında sıkışan anneler
Annelik geçmişte mi daha kolaydı yoksa günümüzde mi daha zor? Bir insanın dünyaya gelmesi, yetişmesi muhakkak ki keyifli ama aynı zamanda yeryüzündeki en zor işlerden biri, hangi zaman ve mekân koordinatlarında olursa olsun. ‘Plaza Çağı’nda çalışan annelerin çocuk yetiştirme maceraları ise ‘annelik tarihi’nde karşımıza örneği çıkmayacak kadar istisnai problemler barındırıyor. Çalışan annelerin yaşadığı sıkıntılara karşı anneanne ve babaannelerin kritik bir önemi haiz. Aynı şehirde yaşanıyorsa ne âlâ fakat annenin yaşadığı yerde ailesi veya birinci dereceden akrabaları yoksa vay hâline. İlk seçenek, uzakta da olsa, anneanne veya babaannenin torununa bakmak için kızının yahut gelininin yanına taşınması. İkincisi, bakıcı tutulması. Üçüncüsü ise bebeğin kreşe bırakılması.

Aksiyon'da Tuba Deniz imzalı haberde iş dünyasındaki çocukları ile işleri arasındaki kadına farklı bir bakış açısıyla yaklaşıyor:

Bir çırpıda saydığımız bu çeşitlendirilebilir alternatiflerin annelerin dünyasında ne tür gerilimlere, depremlere, vicdani yüklere sebep olabileceğine az sonra okuyacağınız örneklerde değineceğiz. Kimileri ise tüm bu ihtimallerle boğuşmak yerine ya çalışma düzenini değiştiriyor (evden veya yarı zamanlı çalışıyor) ya da tüm kariyerini geride bırakıp çocuğuna odaklanıyor. Ev hanımlığının çok da cazip sunulmadığı bir dönemde tahmin edersiniz ki bu pozisyonları kabullenmek de kolay değil.

Böyle bir dosyayı çalışmanın kolay yanı, görüş alacağınız kişiler hususunda size çok sayıda seçenek sunması. Kapı komşunuzun, yakın arkadaşınızın, yolda tesadüf edeceğiniz herhangi bir kadının muzdarip olduğu bir durumdan söz ediyoruz zira.

Hande Güray, 23 yaşında evlenir, 2 sene sonra anne olur. Yeni bir işe girdikten 3 ay sonra hamile kaldığını öğrenir. Oğlu Alper doğduktan sonra 8 ay boyunca annesi yanındadır. Güray’ın çevresinde hiçbir ebeveyni yoktur. Ücretsiz izin hakkı bittiğinde bir şirket aracılığıyla bakıcı bulur. Memnun olduğu ilk bakıcı ailevi sebeplerden işi bırakınca yeni birini aramaktan başka çaresi kalmaz. İkinci bakıcı tecrübesi ise pek iç açıcı değildir. Ailevi ve maddi sorunlarla boğuşan kadın, buhranlı ruh hâlini çocuğa da yansıtır. Pek titiz davranmaz ufaklığa. Mesela bütün gün televizyonda müzik kanalları izlemektedir.

Alper artık 20 aylıktır, aile tatilden yeni dönmüş, tüm senelik izinler kullanılmış ve pazartesi günü işbaşı yapılacaktır. Pazartesi sabahı bakıcı kadın arar ve “Ben gelemiyorum artık.” der. Doğal olarak Hande Hanım kendini çok çaresiz hisseder; ailesi uzaktadır, bakıcı bulması o gün için mümkün değildir. Alper 20 aylıkken yuvaya başlamak zorunda kalır. O gün için yuvaya verdiği para, maaşının üzerindedir. Annesinin yoğun mesai saatleri sebebiyle yuvaya ilk bırakılan ve en son alınan çocuk da Alper’dir.

Yaşadıkları problemler yüzünden, Alper’in bir kardeşi olmasını istedikleri hâlde hep ertelenir ikinci çocuk. Hande Hanım aynı zorluklarla yeniden karşılaşma ihtimalini bir türlü göze alamaz. Alper 16 yaşına geldiğinde bir kardeşi olur. Neyle karşılaşacağını bildiği için anne daha rahattır, çalıştığı bankada ise artık yönetici pozisyonundadır. İlk tecrübelerden ders çıkarmıştır ve çocuk dünyaya gelmeden çok önce bakıcısını ayarlar fakat işe başlamasına çok kısa bir süre kala bakıcı gelemeyeceğini söyler. Eş dost vasıtasıyla ikinci biri bulunur, bir müddet anneyle birlikte bakıcı tecrübe edilir. Anne işe başladıktan sonra ufaklık yavaş yavaş alışmaya başlamıştır yeni yoldaşına fakat son dakika haberi: Hastalık sebebiyle bu bakıcı da ayrılacağını söyler.

Ev ile iş birbirinden boşandı

Günümüzde kadınların mesaili çalışması çocuk bakımını ister istemez problem hâline getiriyor. Hâlbuki kadınların tarlada çalıştığı ve ninelerin çocuklara baktığı yıllar çok gerilerde kalmadı. Peki, günümüz çalışan kadınlarının daha çok zorlanmasının sebebi ne? Sosyolog Nazife Şişman’a kulak verelim: “Geçmişte evin ortak bir üretim birimi olduğu geçim ekonomisinde işbölümü bugünkü gibi değildi. Ne tarlaya giden kadın çocuğunu bıraktığı için minnet duymak zorunda kalıyordu ne de yaşlı kuşak evini barkını değiştiren bir göçebe konumunda oluyordu.” Bugün kendisi çalışmayan anne ya da kayınvalideler torunlarına bakıyor. Karşılıklı anlayış ve saygı varsa güzel bir çözüm bu. Çünkü torun bakmayı pek çok babaanne veya anneanne çalışmak, hizmet etmek, bir şekilde aileye katkıda bulunmak olarak görüyor. Ama yaşlı kuşağın sığıntı gibi algılandığı, sömürüldüğü örnekler de yok değil.

Geçim derdi, ‘başarı’ odaklı hayata yönelik şartlanmışlıklar gibi pek çok sebepten ötürü günümüzde kadınların dışarıda çalışması bir ihtiyaca dönüştü. Zira sanayi devrimi sonrası Max Weber’in tabiriyle ev ile iş birbirinden boşandı. Yani eskiden evde üretim sürecine katılan kadın için evin dışında üretime katılmak zorlaştı. Şişman’a göre, annelik ile çalışma hayatını böyle gerilimli hâle getiren, işin evden uzaklaşması: “Yoksa tarih boyunca kadınlar hep çalıştı. Ama çalışmak ve üretmek için evden çok uzaklaşmaları gerekmiyordu. Bugün kadınların çalışmasını annelik rolleriyle çatışmalı bir düzlemde ele almamızın sebebi, mesaili ve evin çok uzağında çalışma zorunluluğu.”

Çalışan annenin kendine eziyeti

Esra Çetin, bir dergide tasarımcı pozisyonunda çalışıyor. Evliliğinin ilk yıllarında işi sebebiyle pek düşünmez, erteler çocuk sahibi olmayı; fakat ailesinin ‘biz sana yardımcı oluruz’ teminatı üzerine 29 yaşında bebek sahibi olur. Kızı dört buçuk aylıkken işine geri döner. Annesi torununa bakmak için memleketinden ayrılarak kızının evine taşınır. Çetin’in ifadesiyle o zamana kadar paşalar gibi bakılan babası 50 yaşından sonra bekâr hayatı yaşamaya mecbur kalır. Yemeğini, bulaşığını, her ihtiyacını artık kendi gidermek zorundadır. Annesi arada memleketine gider tabii, hissettirmemeye çalışsa da İstanbul’dayken aklı hep eşindedir. İşi ile evi arasında mekik dokuyan, her iki tarafa yetebilmek için elinden geleni yapan Esra Hanım için bir zaman sonra annesinin bu hâli de sırtında yük olmaya başlar. Eşini, komşularını, evini sırf kızı bir çocuk sahibi olsun diye bırakmıştır annesi, bir nevi kızının hayatını yaşamak zorunda kalmıştır. Annesinin hürmet görmesi gerektiği bir dönemde bu kadar ciddi bir fedakârlığa maruz kalmasını bir türlü içine sindiremez. Kızı Ebrar’a çok iyi bakıldığını bilmektedir fakat yine de annenin yerini kimsenin dolduramadığını fark eder. Bunu özellikle kızı konuşarak kendini ifade etmeye başladığında anlar. “Anne işe gitme!” cümlesini akıldan çıkarıp iş için yollara düşmek hiç de kolay değildir. Zorlu süreç asıl şimdi başlamıştır: “Yürek parçalanması, vicdan azabı... Elini kolunu, vücudunun bir parçasını evde bırakıyorsun gibi. Ne evde ne de iş yerinde tam olabiliyorsun. İşe gidiyorsun aklın evde, eve geliyorsun aklın işte. Çalışan annenin kendine yaptığı eziyet, altından kalkılır gibi değil. Bir yandan da güçlü ve mutlu olmak zorundasın; çocuk senden etkileniyor çünkü.”

Şimdilerde bir kırılma dönemi yaşıyor Esra Hanım. Babasının rahatsızlıkları üzerine annesi memleketine dönmek zorunda kalmış. Zaten artık kendi başının çaresine bakması gerektiğine inanmakta. Aslında niyeti 4 yaşından önce çocuğunu kreşe vermemekmiş ama bu sıralar Ebrar’ı bir sıbyan mektebine alıştırmaya çalışıyor. Onun için öncelikli olan kızının sıhhatli yetişebilmesi, o sebeple işi bırakmayı dahi göze almış. “Biz önce çalışma ekseninde bir hayat kurmuşuz ve o hayatın içine çocuğu sığdırmaya çalışıyoruz. O hayatın içerisinde çocuğa zaten yer yok, bunun çatışmasını yaşıyoruz.” Yaşadıkları o derece ağır gelmiş ki Esra Hanım’a, ileriye dönük kararları konusunda kafası net. Allah nasip eder de bir çocuğu daha olursa aç da susuz da kalsa kendi çocuğunu kendi büyütmek istiyor.

Anneler takdir edilmiyor!

Ev artık bir üretim birimi olmadığı için kadının evde üretici olabilmesi ancak çok özel bir çaba ile mümkün. Dışarıda çalışmak, kadına statü sağlayan, kamusal alanda ona konum kazandıran bir faaliyet alanı. Ev hanımlığı ise tüm meşakkatine rağmen değersizleştirilen, görmezden gelinen bir emek bütünü. Evdeki pek çok hizmet hem ekonomik karşılığı hem de statüsü olmadığı için değersiz kabul ediliyor. Bir tarafta çalışmanın statü ve değer kazandırdığı bir süreç var, diğer tarafta ise anneliğin yükümlülüklerinin aşırı derecede artması. Bu iki hâl arasında konumlanmakta zorlanan kadınlar ise her hâlükarda sert eleştirilerin muhatabı. Kariyeri uğruna çocuğunu ihmal eden de annelik kimliğinden ötürü iş yerinde pozisyonu her daim sallantıda olan da aynı kutsal yaratık. Bu zorlu dönemde sürekli sınanan vicdanları bir yerde de kucaklarında büyüttükleri, gözünün içine baktıkları çocukları.

Bu büyük telaş içerisinde annelerin en önemli ihtiyacı kendilerine bir varlık alanı açabilmek, ‘değerli’ olduğunu hissedebilmek. Günümüzde var olmak, biraz da görünür, yani ‘dışarıda’ olmakla mümkün. Ev nasıl hayatın dışına itilen boş mekânlarsa, evde yaşamayı tercih edenler de bir o kadar uzaklaşıyor akan ‘sosyal’ hayattan. Herkesin her daim ‘çok yoğun’ olduğu ve birbirine uzak semtlerde yaşadığı, komşuluğun bittiği metropollerde evde çok vakit geçirmek yalnızlaşmayı göze almayı gerektiriyor. En yakın arkadaş, akraba yahut ebeveyne ulaşmak için ortalama mesafe, birkaç toplu taşıma aracı. Bireyi tamamen yalnızlaştırmaya dönük apartman hayatında birçok kadın için çocuk sahibi olmak aylarca eve kapanmak demek. Belki de tüm bu sebeplerden ötürü dışarıda olmayı tercih ediyor herkes. Evlerimiz artık yaşanan değil de sadece kalınan yerler. Bir yerde de hayatımızın ne kadar yolunda gittiğini eş dostla paylaştığımız vitrinlerimiz.

“Bile isteye esaret aslında annelik, öyle bir tarafı da var.” diyor 2007’de ilk çocuğu dünyaya gelen Ayşe Pay. İkinci çocuğu doğmadan önce bir dergide yayın yönetmenliği yapan Pay, annelerin pek çok şeyden geri durmak zorunda bırakılmasını manasız buluyor. İlk çocukta bunun sıkıntısını daha çok yaşamış, ister istemez sosyal ortamından uzaklaşmış. Çocukla birlikte sosyalliği elinden alınan modern annenin psikolojisinin bozulması kaçınılmaz ona göre ve tüm bu kısıtlanmışlıklar sebebiyle anne için iş bir kaçış imkânı sunuyor. İlk çocuğu Leyla 10 aylıkken evden işlerini yürütmeye çalışır ama o süreç gerilimlidir. Bir müddet annesinden yardım alır işlerini yapabilmek için, kızı iki buçuk yaşına geldiğinde kreşe verirler ve yarı zamanlı çalışmaya başlar. Pay’a göre anneliğin bir meslek olarak tanımlanmaması anlamsız çünkü annelik esasında pek çok disiplinden beslenen bir meslek: “Aldığım tiyatro eğitiminin çocuklarımı büyütürken ciddi anlamda faydalarını görüyorum. Annelik çok özel bir duygu ve bu deneyim çok önemli. Bu kesinlikle kadını değiştiren ve güçlendiren bir süreç.”

Kadınların işini zorlaştıran, kendilerine ifade alanı açılmaması, ‘sen burada yoksun’ denilmesi. Ev, iş, çocuk bakımı derken yıpratıcı bir telaşın içinde boğuluyor günümüz kadınları. Bu süreçte babanın kadına nefes aldırabilmesi elzem, tabii fazla mesai ve toplantılardan sıra gelirse... ‘Sıhhatli anne, sıhhatli çocuk, sıhhatli toplum’ formülüne inanıyor Pay. Çocukların iyi yetiştirilmesi için her türlü ortam gözetilmesine rağmen annelerin görmezden gelindiği bir gerçek.

“Kreşlerin çoğu ticarethane.” demesinin sebebi, kızı Leyla ile yaşadığı tecrübelerle alakalı. Çocuğunu, oturduğu semtin en iyi kreşine göndermesine rağmen bazı sıkıntılar yaşar o dönemde. Leyla kreşten ayrıldıktan sonra uzun süre gündüz uyumak istemez. Problemin kaynağı ise bir vakit sonra “Anne beni kreşe gönder ama uyku ve yemek olmasın.” cümlesini kurduğunda anlaşılır. Pedagoji literatürü sanki tek tip çocuğa göre çözüm üretiyor, hâlbuki her çocuğun ve her annenin çok özel olduğunu gözetmek zorundalar. 8 aylık oğlu Ahmet ile ilgilenen Pay, şimdilerde yeniden benzer bir süreç yaşıyor. Projelerini ağır aksak adımlarla evden yürütüyor, çok zor şartlarda çalışmasına rağmen meşguliyetlerinin ona nefes aldırdığını düşünüyor.

Annelikle çalışma hayatını karşı kutuplara yerleştiren bir diğer husus da yeni pedagoji anlayışı. Modern pedagoji, çocukluğu aşırı kırılgan bir dönem olarak tanımladığından, çocuğu koruyup kollama, kendine güvenini sağlama, yumuşak ve korunaklı bir atmosfer sunma görevi doğrudan annenin sorumluluğu altında. Boyu, kilosu, zekâsı gibi yediği, içtiği, izlediği, öğrendiği her şey santim santim ölçüye tabi tutulan çocukları yetiştirmek ister istemez meşakkatli bir uğraşa dönüşüyor. Bir proje gibi algılanan çocuğun başarısından büyük oranda anne sorumlu, tabii başarısızlığından da… “Böyle olunca sadece çocuğu ile ilgilenen bir ideal anne kadın tipi tedavüle giriyor.” diyor Nazife Şişman.

Gülhanım Bayrak, 18 yıldır çocuk doktoru ve 8 çocuğu var. Şartlandırıldığımız birçok bilgiyi, kuralı yıkan bir örnek Bayrak ve ailesi. Ona göre yeni doğan, büyütülen çocuğun âdeta bir sorun olarak görülmesinde insanların bireysel hayatlarındaki azami refah arzusunun yıpranabileceği korkusu yatmakta. Bu kadar rahat yaşaması, hiçbir sıkıntı çekmemesi, her daim sağlıklı, güzel ve hep eğlenceli olması gereken bugünün gençleri, çocuk doğduğunda bunların sınırlanmasına tahammül gösteremiyor. “Çocuklar günümüzde sadece eğlenmek için yapılıyor âdeta. Fakat çocuk doğurmak da hiç eğlenceli bir şey değil.” diyor Bayrak ve ekliyor: “Eğer temel gaye her zaman konforlu yaşamak ise çocuk dünyaya getirmemek lazım. Çocuk dünyaya gelince güzellik, rahatlık, tüm konfor bozuluyor.”

Annelere, babalara, çocuklara yüklenen anlamın değiştiğinden bahsettik. Gülhanım Bayrak, temelde insanların kendilerine yükledikleri anlamın eskisinden çok farklı olduğunu vurguluyor. Herkesin çocuğu dünyada bir tane, önceleri kendileri kâinatın merkeziyken, daha sonra çocukları merkezileşip kendileri uydulaşıyor. Annelik ve babalık artık çocuklara sunulan en mükemmel hayatla ölçülüyor. Çocukların günümüzde âdeta kutsandığını iddia etmek abartılı olmasa gerek, bir nevi etrafımızda dolanıp duran küçük tanrılar (!) onlar. Bayrak, hastaları ve çevresindeki gözlemlerden yola çıkarak bu durumu sıhhatli bulmuyor: “Zira her şey önüne serilen bir çocuk, kendisi üretmeyi, düşünmeyi, problem çözmeyi bilmiyor. 12 yaşındaki çocuk ayakkabısını bile bağlayamıyor. Geliyor 15 yaşına, eskinin 5 yaşındaki çocuk kapasitesinde. Zihinsel ve sosyal olarak yaşına uygun kapasitede gelişmiş, entelektüel donanım sahibi çocuk çok az.”

Günümüzde aileler için ikinci çocuk sahibi olmak büyük bir muhasebeyi beraberinde getiriyor. Ekonomik, sosyolojik, en çok da psikolojik bir hazırlık sürecini... Ki birçok insan da çalışma hayatıyla çocuk yetiştirmenin güçlüğünü tecrübe ettiği için böyle bir niyete hiç girmiyor. Doktorluk biliyoruz ki çok meşakkatli bir iş. Bu tempo içerisinde Gülhanım’dan 8 çocuğu nasıl yetiştirdiğini dinliyoruz.

İki anneli babasız çocuklar

İlk çocuğunu 20 yaşındayken dünyaya getirir. Üniversite bittiğinde 2 çocuk sahibidir. Başlarda babaanneden yardım alınır, diğer çocuklarda ise bakıcılar devreye girer. “Biz hiçbir şeyi sıraya koymadan yaşadık.” diyor Bayrak. İhtisas döneminde hocaları ‘hamile kalmayacaksınız’ diye imza almasına karşın onun o süre içerisinde iki çocuğu daha olur. En yoğun çalışması gerektiği günlerde hep çocuklu bir annedir. Bebeklik dönemlerinde serde gençlik vardır, enerjisi yüksektir. Fakat biyolojik bakımları yönünden, gündelik ihtiyaçlarını karşılamak açısından darmadağın olduğu kısa süreli dönemler de yaşamıştır. “Ben aslında biraz rahat bir insanım, çocukları her an denetim altında tutan biri değilim. Bir model biçmem çocuğa. Çünkü insanların genetik eğilimleri olduğunu bilirim.” Çocukları çok büyük insani zaaflar göstermedikçe müdahale etmez, karakter özelliklerini serbest bırakır. Temel hâller; kul hakkı, haram gibi insani erdemleri öğretmeye özen gösterir.

Mesleğini çocuklarına uydurması mümkün olmadığı için çocuklarının mesleğine uyması gerekir. Hamile olmak fizyolojik bir şey, çocuk sahibi olmak ise en doğal süreçti geçmişte. İnsanın hayatı dümdüz devam ederdi. Şimdi ise hamile kalmak hastalık, çocuk doğurmak olağanüstü bir şey gibi algılanıyor. Bu biraz da refahla gelen bir şey. Bayrak, annenin ev ile iş arasında sıkışmışlığı ifadesine şerh koyuyor: “Benim gözlemim; anneler anne olunca babalar her zaman baba olamıyor. Çünkü anneler onların da anne olmasını istiyor. Bazı babalar buna çok kolay teşne oluyor. Ondan sonra iki anneli ama babasız çocuklar yetişiyor. Tüm bunlar anlayışlı, iyi, çağdaş, modern baba modeli ile önümüze sürülüyor.”

Gülhanım Bayrak’a göre çocuk büyütmek o kadar da zor değil. En önemlisi iç sesi insanın. Bakıcılara yönelik önyargılara ise kızıyor: “Bakıcıya çocuk veremem demek ya kendini ve çocuğunu aşırı kutsamak ya da bütün bakıcıları kötülemektir. Genelde insanlar iyidir, kadınlar zaten iyidir. Çocuk bakarken zaten yumuşar insanlar.”

Savaşa mermi taşıyan anne gibi

İşini evden yürüten annelerin yaşadığı zorlukları dillendiriyor Ayşe Şahinboy Doğan. Dergilerde yazılar kaleme alan, kendi tiyatro ve organizasyon firmalarında genel koordinatörlük yapan Şahinboy, 28 yaşında anne olduğunda mesaili çalışmadığı için çok ciddi bir düzen değişikliği yaşamaz. Erken doğum yaptığı için biraz daha stresli ve meşakkatli geçer doğumdan sonraki ilk ayları. Fakat bebeği 5 aylıkken dergilere yazı yazmaya başlar yeniden. Çocuk dünyaya geldikten sonra tüm düzeni değişir. Bir de iş üretme telaşına girince uzun süre arkadaşlarıyla dahi görüşmeye fırsat bulamaz. İş-ev trafiğinin altından kalkmakta zorlanınca kayınvalidesinin yanına taşınırlar. Anneanne ya da babaanneye bağlı bir iş hayatında en büyük kaos, karşı tarafın önemli bir işi çıktığında zuhur eder. Böyle durumlarda bazı toplantılara kızıyla birlikte gider Şahinboy. Kızı yürümeye başladığından bu yana ev mesaisinin iyice zorlaştığından dem vuruyor. Sürekli bilgisayara tırmanan küçük parmaklara rağmen bir şeyler yazmanın zorluğundan bahsediyor. Bu durum annenin sabahlara kadar çalışacağı gecelerin habercisidir. Çamaşır, banyo, ev işleri tüm bu sorumluluklar her daim zihinde bir organizasyonu gerektirir: “Çalışan annelerin cepheye sırtında çocuğuyla mermi taşıyan kadından pek bir farkı yok.”

İyi bir eğitim, başarılı bir kariyer, çok daha iyi noktalara gelebilme hayali... Mesai saatleri ile hipnotize edildiğimiz bu başarı hikâyesinin içerisinde insanı durdurabilecek yegâne güç, en anlamlı sebep, bir çocuğun dünyaya gelmesi. Tuba Gölcüklü için oğlunun doğumu koşturmalı hayatına dışarıdan bakabilme, muhasebe imkânını da beraberinde getirmiş. Çocuğuna duyduğu güçlü bağ, ona akıntıya karşı durabilme gücünü de vermiş. ODTÜ İşletme’den 1992’de dereceyle mezun olur Tuba Hanım. Okul biter bitmez çok iyi bir firmada hemen iş bulur, oradan bir bankaya transfer olur. 9-10 sene çok iyi pozisyonlarda çalışır, ardından Amerika’ya gider ve master yapar, orada evlenir. Çevresinde yardım alabileceği, hatta arkadaşlık yapacağı kimse yoktur. Bu sebeple ancak Türkiye’ye döndükten sonra çocuk sahibi olurlar. Gölcüklü, çocuğuna kendi bakmaya karar verir ve hayatının bu noktasında kariyerini dondurur. “Zaten çocuk 3-4 yaşına kadar anneye ihtiyaç duyuyor. Düşününce bu insan ömrü için çok kısa bir zaman.” diyor. Bakıcıya bırakmak istemez oğlunu, güvenemez. Çevresinde sürekli bakıcı değiştiren arkadaşları vardır. Bir yandan da çocuğun büyüme sürecine bizzat kendisi şahitlik etmek ister, bunun dışarıdaki hayatından da kariyerinden de kıymetli olduğuna inanır: “Vicdan yükü bana daha ağır geldi, içime sinmedi.”

Hayatındaki bu kırılmadan ötürü hiç zorlanmadığını, oğlunu büyütmekten çok keyif aldığını anlatıyor Gölcüklü. İyi bir mevki ve kazancı olan, bu manada ciddi bir maddi fedakârlıkta bulunan Tuba Hanım şimdilerde hayatını küçülttüğünü ama bundan çok memnun olduğunu söylüyor. İş hayatının kadınlara dayatıldığını düşünüyor: “Ne kaçırıyorsun işe gitmediğinde? Hiçbir şey. Sabah 7, akşam 8… Ne kaçırdım şimdi ben? Her gün kucak kucağayız oğlumla, uyandığında ben kucağıma alıyorum onu ve bunu ben yapmak istiyorum. Daha değerli bir şey var mı?”

5 aydır kısmi olarak yeniden çalışmaya başlamış Tuba Hanım artık kendi işini kuruyor. Ofise oğluyla birlikte gidiyor. Bir bebeği daha olursa onu da aynı şekilde yetiştirmeyi planlıyor. Üniversitedeki arkadaşları arasında da iş hayatında iyi yerlere geldiği hâlde tüm kariyerini, dolgun maaşını, emeğini geride bırakarak çocuğuna bakmayı tercih eden örneklerin olduğuna değiniyor.

İyi bir anne olmak ile kariyer arasında sıkışıp kalan kadınlar açısından belki de en büyük stres kaynağı çalıştıkları kurumlarda pozisyonları açısından kendilerini güvende hissetmemeleri. Hamile kaldığı için dahi işinden olan yahut görev tanımı değişen örneklerin sayısı hiç de az değil. Zihinlerde yankılanan bu tehdit kadınları ‘ya çocuk bakımı ya iş’ ikilemine zorluyor. Geçen günlerde insan kaynakları platformu kariyer.net’in düzenlediği anketin sonuçlarına, ailelerin sessiz bir imdat çığlığı diyebiliriz. Kadın ve erkek toplam 13 bin kişinin katıldığı araştırmaya göre kadınlara pozitif ayrımcılık yapılması gerektiğine dair ciddi bir talep var, özellikle annelik durumunda daha fazla esneklik sağlanması gerektiğini düşünüyor soruların muhatapları. Anlaşılan anlayışlı babalar, fedakâr nineler-dedeler, hoşgörülü kurumlar kadar her anne babadan üç çocuk isteyen ‘devlet baba’ya da iş düşüyor. Ekonomik ve sosyal şartların iyileştirilmesi kadar annelerin kendini güvende hissedebileceği ve çocuk-iş ayrımının silikleşeceği muhkem şartlar da elzem görünüyor.

Babalık elden gidiyor!

Nasıl günümüzde annelik, çocukluk, aile kavramları yeniden tanımlanıyorsa babalık kavramı da bu süreçten nasibini alıyor. Nazife Şişman’ın bu konuda ilginç tespitleri var: “Kadınlar son iki yüzyılda hep artarak, kendilerine alan açarak kimliklerini tahkim ettiler. Bu hızlı toplumsal değişimlerden erkeklerin hayatı da etkilendi esasında. Biz henüz bunları konuşmaya başlamadık. Erkekler eski iktidar alanlarını kaybettiler. Buna mukabil yeni tanımlamalar da yapılmadığı için belirsiz ve kaygan bir zeminde erkek kimliği. Mesela, ailenin reisi artık erkek değil. Medeni Kanun böyle söylüyor. İslami camiadan hiç kimsenin buna itiraz etmemesi ilginç. Erkekler ‘Reislik elden gidiyor’ itirazını henüz dillendirmedi. Bunun sebebi biraz da aile sorumluluklarını kadına ihale eden bir eğilim. Erkeğin babalık rolü de hem tüketim toplumunun hem de aile örgütlenmesindeki değişimlerin etkisi altında. Mesela baba artık çocuğun bütün tüketim ihtiyaçlarını karşılayan bir köle gibi. Onun dışında çocuk projesinin selameti ve başarısı anneye bağlı. Hep kadın kimliği ve kriz kelimelerini yan yana kullanan analizler yapıyoruz. Hâlbuki erkeklerin yaşadığı kimlik krizi ve dönüşümünü tartışmamız gerekiyor. Mesela işsiz kalan bir erkek, ‘eve ekmek getiren baba’ saygınlığını kaybettiği için iktidarını şiddet üzerinden ifade etmeye yöneliyor. Kapitalist baskının erkeğin aile içindeki rolünü nasıl etkilediğini ciddi bir analize tabi tutmazsak, dağılan aileleri, boşanan çiftleri kolaycı bir şekilde ‘kadınların çalışması, çoluk çocuğun sefil olması’ gibi klişe sebeplere bağlarız.”
SON VİDEO HABER

Uçakta olay çıkarıp, 'Türkiye'yi satın alırım' diye tehdit etti

Haber Ara