Dolar

34,9547

Euro

36,6100

Altın

3.020,33

Bist

10.058,63

Bana 'Beşiktaş'ın sultanı' deyin...

Beşiktaş Milangaz Basketbol Takımı Avrupa şampiyonu olunca projektörler haliyle başantrenör Ergin Ataman'a çevrildi.Fakat sportif başarının ardındaki insani faktörlere pek eğilen olmadı.

14 Yıl Önce Güncellendi

2012-05-06 09:12:35

Bana 'Beşiktaş'ın sultanı' deyin...
Ataman ailesiyle Bebek Oteli'nin terasında buluşup iki saat sohbet ettik. söyleşiyi okuduğunuzda da göreceğiniz gibi, Ergin Ataman mesleki hırsını, "iyi insan olmak" ilkesiyle dengelemeye çalışan, ailesine düşkün bir baba. "Beşiktaş'ın çocuğu" tezahüratlarına "Beşiktaş'ın Sultanı" hitabı da eklenir mi, bekleyip göreceğiz...
 
-Zengin, tekstilci bir ailenin oğlu olduğunuzu biliyorum ama detaylara vakıf değilim.

-Biz çok birbirine bağlı bir aileyiz. Rahmetli dedem, annemin babası Şemi Ergin ailemizin lideriydi. Adnan Menderes döneminde ulaştırma ve milli savunma bakanlıkları yapmış. Benim ismim de zaten oradan geliyor. Aile yaşantısı içerisinde hep kendime örnek aldığım, çok önemli bir insandı. Ailemizin tepesinde hep o vardı. Aile kavramı bizim için çok önemlidir. Çocukluk döneminde bütün aile her cumartesi mutlaka dedemin evinde toplanıp yemek yerdik. Pazar sabahları da birlikte kahvaltı yapardık.
 
-Babanızın tekstilciliği nereden geliyor?

-Babam kırk yıldır bir aile şirketi olarak çok büyük bir İtalyan tekstil makineleri şirketi olan Lonati'nin Türkiye temsilciliğini yapıyor. Ben ilkokula İtalya'da başladım. Beş yıl İtalya'da Brescia'da oturduk. Lonati, dünyanın en büyük çorap makinesi üreticisi. Ve şu anda dünya pazarının yüzde 90'ı bu firmanın elinde. İtalya'ya gittiğimiz dönemde henüz bu temsilciliği almadan babamın İtalya'da çorap fabrikası vardı. O amaçla İtalya'ya gidilmiş zaten. Bir İtalyan şirketi ile ortak olarak bir çorap fabrikası kuruyorlar orada.

-Babanızın İtalya ile bağı nasıl oluşmuş?

-Babamın babası da İstanbul'un en eski çorapçılarından. İstanbul'da bir fabrikaları varken babam da yenilikleri sevdiği için o ara bir İtalyan firma ile tanışıyor. Onlar da diyorlar ki, hadi gelin İtalya'da bir fabrika kuralım. Girişimci bir aile. Ve İtalya'ya gidiliyor. İtalya'daki o beş yıllık süreç boyunca işin sonuna doğru işler iyi gitmiyor. İtalya'da bir kriz oluyor.

-Hangi yıllar bu?

-1971-75 yılları arasında. İtalya'daki bu fabrika iflas ediyor. Bayağı sıkıntılı günler geçiriliyor. Türkiye'ye dönmeden babam bu çok büyük firmanın Türkiye temsilciliğini alıyor. O güne kadar bu firmanın Türkiye'de hiçbir faaliyeti yok. Daha sonraki kırk yıllık dönemde bu firma Türkiye'de çorap makineleri sektöründe lider oluyor. Şu anda babam kendini emekli etti. Doğal olarak işle ben ilgileniyorum. Firmanın sahibi olarak önemli yönetim kurulu toplantılarına, fuarlara katılıyorum. Basketboldan arta kalan zamanlarımda bu firma ile ilgileniyorum.

-Asıl mesainizi spora verdiğinize göre şirketi profesyoneller yönetiyor olsa gerek.

-Kuzenim Erkan Bey şirketin başında. Onunla birlikte profesyonel tabii kadromuz var.

-Türkiye'de de İtalyan lisesini bitirmişsiniz. İtalyan kültürüyle haşır neşir olmak kişiliğiniz, dünya görüşünüzü nasıl etkiledi?

-İtalya deyince bir kere medeniyet, kültür, sanata, tarihe özen gösterme gelir aklıma. İtalyanlar rahat insanlardır. Zaten bu rahatlık sonunda ekonomik krizi getirdi ülkeye.

-Tembellik de denilebilir mi?

-Evet, atalet, rahatlık... Böyle bakarsınız benim hep garibime gitmiştir. İtalyanlar Ağustos'da çalışmaz. İtalya'da Ağustos ayında bütün fabrikalar, her yer bir ay boyunca kapalıdır, tatil yaparlar. Noelde iki-üç hafta tatil yaparlar. İşçiler yılda neredeyse yetmiş gün tatil yapıyorlar. Bizde fabrikalar yirmi dört saat çalışırken İtalya'da fabrikaların çoğu tek vardiya çalışırlar. Sabah saat sekizde başlarlar beşte bitirirler. Üniversiteyi bitirdikten sonra bir sene staj yaptım bu İtalya'daki fabrikada. İşçiler arabasına biner fabrikaya gelir. Saat beş oldu mu fabrika kapanır. Bu fabrika dünya devi. Adamlar bu sistemi kurmuşlar. Ama tabii sonunda biz Türkiye'de o çalışkanlığımızla şu anda bunun üstüne çıktık.

-İtalya-Türkiye farkı olarak başka neler var zihninizde?

-Türkiye'ye baktığınız zaman sürekli bir yapılaşma var. İtalyan arkadaşlarım İstanbul'a ilk geldikleri zaman ya diyorlar sizde ne kadar büyük bir inşaat sektörü var. İtalya'da bunu göremezsiniz. İtalya'da hep tarihi binalar vardır. Temizlik vardır. En büyük fark olarak bunu görüyorum. Bir de tabii eğitim düzeyi orada çok çok yüksek.

-İtalyan edebiyatına merak saldınız mı orada?

-Çok fazla edebiyata meraklı değilimdir. Ama lise yıllarımda mecburen İtalyan lisesinde özellikle Dante'yi baştan aşağı okuttular bize. Tabii zaman içinde unutuyorsun.

A TAKIMINA GİREMEYİNCE OYUNCULUĞU BIRAKTIM

-Spora ilgi ne zaman başladı?

-Ailem zaten sporun içindedir. Babam gençlik yıllarında Galatasaray genç takımda futbol oynamış. Eniştem Orhan Girgin eski basketbol adamlarından. Milli takımda antrenörlük yapmış. Beni basketbolculuğa yönelten oydu. Ankara'ya gidip onun antrenmanlarını izlerdim daha sekiz dokuz yaşlarında. Kuzenim Tunç Girgin, uzun yıllar üst seviyede basketbol oynadı. Ben 11, 12 yaşlarındayken, Eczacıbaşı'nda o dönem Adnan Siyavuş vardı rahmetli Türk basketbolunun duayen antrenörlerinden. Eniştemin arkadaşıydı. Ona beni tavsiye etmişti. Ben de gittim. Beni beğendiler. Fiziğim de o dönem çok iyi. Yaklaşık yedi sekiz sene Eczacıbaşı'nın altyapısında basketbol oynadım.

-Oyunculuk kariyeriniz parlak değil ama.

-Doğru. Şundan dolayı. Ben Eczacıbaşı'nda genç takıma kadar basketbol oynadım. O dönem Eczacıbaşı Türkiye'de bir ekoldü. En büyük yatırım yapandı. Daha sonra kapattılar, voleybola yöneldiler. Çok güçlü bir profesyonel kadro vardı. Benim oynadığım genç takımda da çok önemli yıldız oyuncular vardı. Tabii hepimiz birden A takıma çıkamadık. Onlar A takıma çıktılar ben geri planda kaldım. O zaman da çok hırslı bir kişiliğim olduğu için onu çok fazla sindiremedim ben.

-A takıma çıkamadınız diye oyunculuğu bıraktınız!

-Oyunculuğu bıraktım ama beni orada çok seviyorlardı. Zaten altyapıda yıldız genç takımlar adına kaptanlık yapıyordum ben. Bana daha 19 yaşındayken antrenörlük teklif ettiler. Yani sen çok bu işe ilgilisin, çok da bilgilisin. Minik takımlara antrenörlük yapar mısın dediler. Hobi olarak olur dedim.

-İyi hocaların da iyi oyuncu olması beklenmez tabii. Ekstra ne istenir bir hocadan?

-En önemlisi liderlik özelliği. Takım kadroları genelde yıldızlardan, egosu çok yüksek insanlardan oluşuyor. Türk olsun, yabancı olsun. Bunları yönetmek için mutlaka lider özelliğinizin olması gerekiyor. Tabii ki teknik, taktik, basketbol bilgisi bunlar tabii ki çok önemli. Ama psikolojik yatkınlık, doğal karakter özelliği ön plana çıkıyor. Onun için de illa ki profesyonel olarak iyi basketbolcu olması gerekmez hocaların. Hatta şöyle bir dezavantaj da vardır. Çok çok iyi oyuncuların çok çok iyi hoca oldukları pek görülmemiştir. Türkiye'deki en iyi hocalara bakın futbolda, basketbolda, işte Fatih Terim, Aydın Örs, çok çok üst seviyede yıldız olmamışlardır. Dünyada da bu böyle.

-Ben hoca olmak için doğmuşum hayata diyor musunuz?

-Evet, diyorum.

BANA SULTAN DEYİN

-Siz bir dönem italya'da da bir takım çalıştırdınız. O zaman imparator mu diyorlardı size?

-Doğru. İmparator diyorlardı. Ama ben imparator kelimesini çok fazla sevmem.

-Neden? Hırslı bir insan olduğunuzu söylemiştiniz. Üstelik orada da bir kupa kaldırdınız.

-Evet orada da Avrupa kupasını kazanmıştık. 35 yaşımdaydım henüz. Orada da esprili şekilde İmparator demeyin bana prens deyin demiştim. İmparator kelimesi bana güzel gelmiyor. İmparator olmaktan ziyade iyi bir başkomutan, iyi bir lider, iyi bir devlet adamı gibi anılmak çok daha güzel. İmparatorluk egoların çok çok yüksek olduğu, dejenarasyonun getirdiği bir olgu bana göre.

-Prenste de var bu dedikleriniz...

-Prens daha böyle gençlik, daha bir asalet çağrıştırıyor. Sultan belki imparatora göre daha güzel. Muhteşem Yüzyıl'ı da seyrettiğimiz için. ..

-Size takımın kültürüne uygun şekilde Beşiktaş'ın çocuğu diye tezahürat yapılıyor. Ama belli ki sizin için yeterli değil.

-İmparatorluktan ziyade böyle bir unvan verilecekse Beşiktaş basketbolunun sultanı denmesini tercih ederim.
-Berna Hanım: Sultan Türkiye'de bayan sporcular için kullanılıyor daha çok
-Ergin Bey:Ama tarihimizde Fatih Sultan Mehmet var. Yavuz Sultan Selim diyoruz, Kanuni Sultan Süleyman diyoruz.

-Tamam, Beşiktaş'ın sultanı diyelim size bundan sonra. Bu arada, imparator lakabı Türkiye'de iki kişide daha var. Bir, Fatih Terim, bir de İbrahim Tatlıses.

-İkisis de çok çok değerli ama benim tarzım biraz farklıdır.

-Size Beşiktaş'ın çocuğu diye tribünlerden bağırıldığı zaman ne hissediyorsunuz?

-Tabii ki taraftar sevgisinden dolayı bağırıyor böyle. Böyle büyük bir camiada sevgiye layık olmak çok güzel bir şey. Ben bunu hem tribünlerden hissediyorum, hem de yoğun olarak sanal alemde twitter'da da varım. Çok mesaj geliyor twitter'dan.

-Twitter'dan eleştiri de geliyor sanırım.

-Ben sahada nasılsam orada da öyleyim. Ben oyuncularıma karşı hiçbir zaman politik davranan, günü kurtarmanın peşinde olan bir hoca değilim. Hep doğru, dürüst, doğruyu savunan, en iyi olanı, iyi çalışanı oynatan bir antrenör oldum. Saha dışında da politik konuşmayı sevmem. Doğru bildiğim şeyleri açık ve net olarak söylerim.

NEGATİF TEZAHÜRATTAN ETKİLENİRİM

-Twitter ortamında yer alma sebebiniz be?

-Ben twitter ortamında özel hayatımı paylaşmıyorum. Ya da ben şu anda Bebek Otel'deyim, kahve içiyorum gibi şeyleri paylaşmıyorum. Ben twitter ortamında Türk sporu ile ilgili düşüncelerimi paylaşıyorum. Tabii ki düşünceler bazı eleştiri bazında da oluyor.

-Twitter'ı insanları tahrik amacıyla kullananlar var

-Ben hiçbir şekilde provake etmek için kullanmam. Taraftarlarımız çok merak ediyorlar takımda ne oluyor diye. Bir de onları paylaşırım. Ha bana karşı yapılan eleştirilere de zaman zaman cevap veririm. Belki bunu bir provakasyon olarak görüyor olabilirler. En son iki ay önce Fenerbahçe ile oynadığımız maçta çok ciddi anlamda bir hakarete uğradım ben tribünler tarafından.

-Takip etmemişim, ne dediler?

-Yıllardır devam eden, dopingle alakalı bir şeyleri var bana karşı. Beni kızdırmak için doping yapsana, doping yapsana diye böyle bir koro halinde bağırıyorlar. Üç sene önce Efes Pilsen'i çalıştırırken, final serisinde biz 2-0 gerideyken dört maç üst üste kazanıp, 4-2 şampiyon olduk, Fenerbahçe'yi yenip. Fakat bir ay sonra bizim takımdan bir oyuncuda doping çıktı. Gerek gençlik ve spor genel müdürlüğü, gerek basketbol federasyonu çok geniş araştırmalar yaptı. Bunun tamamen bireysel bir durum olduğu ortaya çıkmasına rağmen tabii ki o mağlubiyetin vermiş olduğu hınçla sanki ben oyuncularıma doping yapmışım da biz o şekilde şampiyonluğu kazanmışız gibi bir imaj oluşturulmak istendi ki bu son derece komik bir şeydi.

-Niye komik, basketbol takım sporu diye mi?

-Hem o yüzden hem de Kerem Gönlüm'ün o gün doping testinde pozitif çıktığı maçta en kötü maçını oynamasından. Tabii Fenerbahçe taraftarları bunu uzun yıllar devam ettirdiler. Buradaki amaç benim sinirimi ve konsantrasyonumu bozmaktı.

-Negatif tezahürattan etkilenir misiniz?

-Tabii, etkilenirim. Sonuçta siz de insansınız. Sporda yeni çıkan şiddet yasasına göre aslında bu tür tezahüratların yapılması yasak. İşte bu maçta da taraftarlar böyle bir şey yapınca ben saha gözlemcisinden kuralları uygulamasını ve bunu durdurmasını talep ettim. Fakat onlar bunu durdurmadılar. Sonuçta yasayı uygulamadılar. Çekindiler o andaki atmosferi daha fazla germekten. Onun üzerine itirazlarımı sürdürdüm, hakem de beni diskalifiye etti sahadan. Tabii soyunma odasına gidince buna isyan ettim twitter'dan.

MONOTONLUK BANA GÖRE DEĞİL

-Basket maçlarında skor çok hızla değişir. Temposu çok yüksektir. Saniyelerin önemi vardır. Zamanın bu hızlı akışı sizin özel hayatınıza, kişiliğinize nasıl yansıyor?

-Ben de monoton bir yaşam tarzını seven bir insan değilim. Hareketli bir insanım. Evde oturmayı sevmem. Çünkü bizde adrenali hep yüksektir. Dediğiniz gibi basketbolda anlık olaylar, dakikalık olaylar, sürekli bir tempo olduğu için, monoton hayat bana çok sıkıcı gelir. Boş olduğum dönemlerde bile mutlaka çıkarım. Hatta havanın güzel olduğu anlarda çok vardır, benim sabah uçağa binip Antalya ya da Bodrum'a gidip, orada denize girip, akşam döndüğüm zamanlar vardır. Hatta eşimle ilk tanıştığımızda da o da şaşırmıştı. Biz her hafta sonu bir yere gidiyorduk. Hadi diyordum kalkıyorduk gidiyorduk. Ertesi gün antrenman vardı. Sabahleyin ya da akşamleyin geliyorduk. Yurtiçi olsun, yurtdışı olsun seyahet etmeyi severim. Dışarıda yemek yemeyi severim. Dışarıda oturup güzel arkadaşlarımla sohbet etmeyi severim.

-Zamanın akışını hisseder misiniz?

-Valla pek hissetmiyorum ben zamanın akışını. On yıl önce nasıl yaşıyorsam şimdi de aynı şekilde yaşamaya çalışıyorum. Bazen düşünüyorum, 46 yaşına gelmişim. Ama otuzlu yaşlarda gibi kendimi hissediyorum. O tempoda yaşıyorum. Günün birinde artık dışarı çıkmayayım evde oturayım der miyim onu da zaman içinde göreceğiz.

-Kararlarınızı çabuk mu verirsiniz?

-Berna Hanım:
 Çok hızlı karar verir. Seyahat için de öyle. Antalya diye yola çıkarız. Bir anda Bodrum'da buluruz kendimizi.

-Bu bir eş için yorucu mudur, heyecan mıdır?

-İkisi de. Çünkü artık düşünmem gereken bir ufaklık var. Dolayısıyla hem yorucu, hem keyifli.

-Neden sık karar değiştiriyorsunuz?

-Ergin Bey
: Süprizleri severim. En iyiyi ararım, mükemmeli ararım. Mesela tatile gideceğiz bir günlüğüne Bodrum'a. Bakarım Bodrum'da çok rüzgar var, deniz suyu henüz ısınmamış. Bir anda rotayı Antalya'ya çeviririm. En son iki günlük bir tatilimiz vardı. Viyana'ya gitmeyi hedefliyorduk kafa dağıtmak için. Ama son anda karar değiştirip İtalya'ya gittik. Bu tarz şeylerim çok vardır. Oyuncu seçimlerinde hızlı karar vermem. Çok ince eleyip, çok sıkı dokurum. Oyuncunun her türlü özelliklerini araştırırım. En az dört maçını izlerim. Sadece teknik özelliklerini değil saha içindeki davranışlarını incelemeye çalışırım.

-Ne dikkatinizi çeker?

-Takım ile olan uyumu önemlidir. Bir oyuncu büyük bir skorer olabilir. Çok büyük bir yıldız olabilir. Ama arkadaşlarıyla komünikasyonu çok kötü oyuncuları hiç sevmem. Antrenör-oyuncu ilişkisi çok önemlidir sahada. Biz sonuçta anlık olaylarda zaman zaman sert tepkiler de verdiğimiz oluyor. Bazı oyuncular size karşı sert tepki de verebilirler. Bunların hepsini gözlemlemek için gidip canlı izlerim o oyuncuyu. Hakemlerle olan diyaloguna bakarım. Karakter özellikleri oyuncuların saha içindeki performanslarına yansır. Dünyanın en iyi sporcusunu alın, karakteri bozuksa o takımı, kendisi iyi oynar ama takım başarıya ulaşamaz.

-Maçlardan önce bir uğurunuz, bir ritüeliniz var mı?

-Benim bir uğurum yok. Sadece kendi disiplinlerim var. Maçtan önce yalnız kalmayı severim.
Meditasyon gibi. O günü yalnız geçiririm. Sadece takım yemeği olursa çıkarım. Onun dışında maçtan önce iki üç saati eşimle çocuklarımla geçirdiğim vaki değildir. İstanbul'da olsam da kendimi izole ederim.

-Kafanızda oyunu mu kurarsınız?

-Hayır oyunu kurmam. Kafamı boşaltırım. Rahat olmaya çalışırım. Müzik dinlerim, televizyon izlerim. İnternette bakınırım, gazete okurum. Tabii ki ara sıra maçla ilgili ufak tefek düşünceler aklınıza gelir. Ama konsantrasyonumun başka yerlere geçmesini istemem. Başkalarıyla birlikte olup, başkalarıyla başka sohbetlere girmeyi sevmem.

BERNA HANIM'LA TANIŞTIM ÇALKANTI BİTTİ

-Nasıl tanıştınz? Çabuk karar verme özelliğiniz bu evlilikte rol oynadı mı?

-Ben 2005 yılında ilk eşim Hale Hanım'dan ayrıldım. Hale hanım, kızlarımın annesi. 17 yıllık bir evlilikti. Sonra iki yıllık bekarlık dönemim oldu.

-O iki yıllık döneme dair bayağı bir çapkınlık hikayeleri var.

-Sonuçta bekar bir adamsınız. Evlilikten çıkmışsınız. Kültürlüsünüz. Eliniz ayağınız düzgün. Konuşmasını, oturmasını bilen ve hareketli bir insansınız. Aslında tabii ki bakıldığı zaman hani böyle çok çapkın, her gece bir barda, her gece bir yerde o tarz bir yaşantım hiçbir zaman olmadı. Ama sıkıntılı bazı ilişkilerim oldu o dönemde. Onlar biraz medyaya yansıdı. Malum biraz ünlü olduğunuz zaman paparazziler sizi sürekli takip ediyorlar. Tabii ki o zamanlar psikolojik olarak da yeni ayrılmışsınız. Yaş olarak da daha gençsiniz. Tabii ki yaptığınız hatalar mutlaka oluyor.

-O ilişkiler hata mıydı?

-Hatalarıyla sevaplarıyla ilişki ilişkidir. Her ilişkinin o anda bir anlamı vardır. Hayatta hiçbir şeyden pişman olmasını sevmem. Her ilişkinin kendine göre bir değeri vardır. O dönemde bir takım şeyler oldu. Bunlar bazen iyi, bazen kötü medyaya yansıdı. Hatta bir olay yüzünden o dönem Ülker sporda antrenördüm, ayrılmak durumunda kaldım.

-İstifaya mı zorlandınız?

-Aslında bu benim kararımdı. Bu olay basına yansıdığı için orada kalmamın doğru olmadığını düşünüp ben kendim o dönemde ayrılmaya karar vermiştim. Çünkü bulunduğum kulüp Ülker, aile kavramına çok değer veren bir yerdi. Ben o an için ona zarar verdiğimi düşündüm. Ki benim olay farklı yansımıştı basına. Biliyorsunuz basın böyle şeyleri abartmayı sever. Biraz da işte hızlı düşünme karar verme özelliğimden dolayı ayrıldım. Belki o olayın üzerine çıkıp kendimi anlatabilseydim o olayı çok daha yumuşak geçebilirdi. Ama ben hızlı bir tepki verip, o günün şartlarında ayrılmayı uygun gördüm. Çok radikal bir karar verdim. Bu sefer de olay daha da büyümüş oldu. Biraz böyle çalkantılı bir dönemdi.

-Ta ki Berna Hanım ile karşılaşana kadar.

-Evet. 2007 yılında Berna Hanım ile karşılaşıncaya kadar. Beşiktaş'a ilk transfer olduğum dönemdi. Berna Hanım da Beşiktaş'ın hemen bitişiğinde o dönemde Clup Sporium'un iletişim müdürüydü. Halen hem iletişim müdürü, hem de genel müdür yardımcısı.

-İlk karşılaştığınız anı hatırlıyor musunuz?

-Clup Sporium'un açılış gecesine ben de davetliydim. Orada başkanımız Yıldırım Demirören de vardı. Berna Hanım'ı uzaktan görmüşümdür ama kim olduğunu bilmiyordum. Bir gün ben antrenmandan çıkarken Berna Hanım da öğlen yemeğinden dönerken kapıda karşılaştık. Berna Hanım bana gülümsedi.
-Berna Hanım:Profesyonel bir gülümsemeydi. Ben o işin sorumlusuyum, o da Beşiktaş'la bağlantılı birisi. Yani bir gün yüz yüze geleceğiz. Böyle selam vermeden geçti diye algılanmasın istedim.
-Ergin Bey: Merhaba deyip gülümsedi. Ben o ana kadar tanımıyordum. Tabii ki etkilendim biraz. Arkama dönüp baktım ama gitmişti. Berna Hanım çekici, güzel bir hanım. Fakat o dönemde de yoğundum. Ve yaz tatiliydi. Aradan bir iki hafta geçti. Clup sporium'un kafeteryasında otururken bir daha gördüm Berna Hanım'ı. Çünkü benim aklıma yerleşmişti. Ama bilmiyordum orada çalıştığını. Yaklaşık üç hafta sonra biz sezon açtığımızda oyuncularımızın ağırlık çalışmalarını bu clup sporium'da yapmasını planladık. Fakat ben de çok iyi tanımıyorum club sporium'u. Onun üzerine benim kondisyonerime dedim ki, ya beni bir gezdirsinler. Onun yetkilisi de Berna Hanımmış. Berna Hanım geldi beni gezdirdi. Orada bir etkileşim oldu. Yaklaşık iki sene sonra da Efes Pilsen'de şampiyon olduğumuz sene ani bir kararla evlenmeye karar verdik.

-O çalkantılı hayatın bitti, yeniden bir aile kurmak istediniz.

-Gayet tabii. Ben 17 yıllık ilk evliliğim boyunca da ailesi ile yaşamayı seven bir insanım. Böyle yalnızlıktan çok fazla zevk almam. Zaten evlenme planım vardı. Artık bunun zamanı gelmişti. Onun için evlendik.

-Sizin endişeleriniz var mıydı?

-Berna Hanım:
 İş ile alakalı birkaç çekincem vardı. Sonuçta mesleklerimiz gereği profesyonel ilişkimiz olmak durumunda. Hani olur da yürümez biterse işimizi etkiler mi diye bir düşüncem vardı. Açıkçası ilk başta ilişkiye başladığımızda bu kadar popüleritesini, başarısını, çalkantılı geçmişini bilmiyordum. Kendisi hatta bana anlattı. Haberin olsun, böyle bir şeyler yaşadım diye.

-İnternetten de mi bakmamıştınız?

-Bilerek girmemiştim, etkilenir miyim, başkasının ağzından anlatılan şeylerden dolayı belki güzel olacak bir şeyi, başlamadan etkilenebilirim diye hiç google'lamadım. Kendisi anlattı. Çıktığımız ilk yemekte böyle böyle bir evlilik geçirdim. Böyle bir olayım oldu, falan diye. Sonrasında bu sporculuğun, özellikle antrenör oluşunun psikolojisini, kazanmayı, kaybetmeyi maça hazırlamanın zorluklarını, ilişki yaşarken anladım. Ben sakin bir yapıya sahibimdir. Sorunları genelde sakinleştirerek çözmeyi, konuşmayı tercih ederim. Oyüzden çok sorun olduğunu hissetmiyorum.

-Sizin bir mankenlik deneyiminiz var, değil mi?

-Evet. 96 yılında başladım modelliğe İzmir'de. 2002'de İstanbul'a geldim. 2007 yılında Akadlar club sporium'daki görevime başladım. Tam zamanlı bir işe geçince mankenlik zor oldu. Çünkü seyahatler gerektiriyor, tüm gün provalar gerektiriyor. Tam zamanlı bir işe başlayınca, bir de çok keyif aldığım bir işi yapınca mankenliği kendi kendine bırakmış oldum.

-İletişim eğitimi mi aldınız?

-Hayır, ben moda, aksesuar, tasarım üzerine güzel sanatlar eğitimi aldım. İzmir'de, 9 Eylül üniversitesinde. Ama İzmir'deyken de Damat Tween mağazalarında halkla ilişkiler yapıyordum. Geçmişimde benim de sporculuk var.

-Basket mi?

-Yok, yüzme.
-Ergin Bey: Topu gördü mü o bomba sanıyor.
-Berna Hanım:Babamın öyle bir esprisi vardır. Topu verseniz bomba diye karakola götürür diye. Babam eski futbolcu. Kızkardeşim milli hentbolcu. İzmir'de ciddi bir sporcu arkadaş çevrem var.
-Ergin Bey: Berna'nın babası şu anda İzmir'de panter Halil. İzmirspor'un kalecisi

KIZLARIM VOLEYBOLCU

-Kızlarınız kaç yaşına geldi?

-Kızlarım şu anda 14 yaşında. Esas onlar sporcu. Eczacıbaşı'nın küçük takımında voleybol oynuyorlar. Ve kendi yaş grubunda çok iyi durumdalar. Aynı zamanda Şişli Terakki Lisesi'nde okuyorlar. Okul takımının da en iyi oyuncuları. Beş yaşından itibaren ben onları spora başlattım. Önce jimnastiğe başlattım ki vücutları esneklik kazansın. Yedi yaşına geldiklerinde yüzmeye başlattım kas gelişmeleri iyi olsun diye. Dokuz on yaşına geldiklerinde de çocukların kişiliklerine çok katkısı olduğunu düşündüğüm için takım sporlarına yönelttim. Biraz da basketbolun dışında olsunda istiyordum. Onlar da sevdiler. Şu anda okul dışında neredeyse zamanın büyük bölümünü voleybol antremanları, turnuvalarla geçiriyorlar.

-Zaman ayırabiliyor musunuz kızlara?

-Tabii ki zaman ayırıyorum. Haftada bir ya da iki gün bize gelirler. Bizde kalırlar.

-Cici annelerinden babalarını kıskanırlar mı?

-Berna Hanım:
 Kıskandıklarını düşünmüyorum. Tabii çok küçüktüler biz tanıştığımızda. Onların gözünde belki güzel, hoş bir abla profili oluşturdum.
-Ergin Bey: Benim gördüğüm seviyeli, düzgün bir ilişkileri var. Zaten şu anda onların kendi dünyaları, kendi tarzları var. Bize geldikleri zaman bile bir saat görebiliyorsunuz. Okuldan saat dörtte çıkıyorlar, direkt antrenmana gidiyorlar. 8'de antrenmanları bitiyor. Saat 9'a doğru eve geliyorlar. Yemekte beraber oluyoruz. Ondan sonra 1 saat ders çalışıp yatıyorlar. Tabii 17, 18 yaşına geldikleri zamanki ilişkiler çok daha önemli olacak.
-Berna Hanım: Ben üç kızkardeşim. Kız kardeşler arasındaki ilişkiyi biliyorum. O yüzden onlarla öyle bir iletişim kurmaya çalışıyorum.

-Erkek kardeşiyle araları nasıl?

-Berna Hanım:Erkek olduğu için farklı geliyor onlara, küçük olduğu için de çok seviyorlar.
-Ergin Bey: İlk başta yaştan dolayı çok farkına varmıyorlardı. Eve geldikleri zaman direkt yukarıya, kendi odalarına çıkarlardı. Ama ne zamanki Sarp hareketlendi. Onları görünce ablalar geldi diye gülücükler atmaya başladı, tabii onlar da bundan hoşlanmaya başladılar.

127 KİLOYDUM. SEKİZ AYDA 30 KİLO VERDİM

-Fotoğraflarınıza baktım, bir dönem bayağı kiloluymuşsunuz.

-Doğru. Özellikle İtalya'da çalıştığım dönemlerde İtalyan yemeklerinin gazabına uğradım. Çok severim İtalyan makarnası, soslar, pizza favori yemeklerimdir. Zannediyorum 127 kilolara kadar çıkmışım o dönemlerde. İtalya'dan döndükten sonra ve özellikle tabii ki boşanıp bekar olduktan sonra dedim ki kendine çekidüzen vermen lazım. O dönemde Ülker spordaydım. Klübümüzün diyetisyeni Gülgün Hanım bir gün bana dedi ki, Ergin bey size yakışıyor mu? Bu kadar genç sporcunun arasında bu kadar kiloyla olur mu? Siz beni takip edin, ben sizi altı ayda ne hale getireceğim dedi. Hakikaten sekiz ayda 30 kilo verdim ben.

-Büyük başarı.

-Bunu verirken de hiçbir zorluk yaşamadım. İnanılmaz bir diyetle, yanında spor yaparak her şeyden azar azar yiyerek, sürekli kontrol altında otuz kilo verdim. Yeniden doğmuş gibi oldum. Alış veriş yapmaya giderdim, hiçbir şey bulamazdım üstüme. On yaş gençleşmiş gibi olunca kendimi birden alışverişe verdim. Artık dedim ben de güzel giyinebilirim. O tabii hayatıma bir dinamizm kattı. Tabii o dönemler bekar olduğum dönemlerdi.

-Eh hazır gençleşmişken rahat rahat çapkınlık yapabildiniz.

-Tabii. Buradaki benim için komik şey, ben bu kiloları verdikten sonra Siena'ya gittiğimde beni tanımadılar.Ondan sonra biraz kilo aldım. Şimdi son dönemde biraz vermeye çalışıyorum. Şu anda 105 kiloyum. İdeal kilomun 98 olduğunu düşünüyorum. Yeniden o 90'lı kilolara dönmeyi düşünmüyorum. Çünkü o da beni yıpratmıştı.

-Evde yemek yapıyor musunuz?

-Bizim aile pek yemek yapmaz. Yardımcılar var, onlar yapar. Bekarlık dönemimde bir tek makarna yapmasını öğrenmiştim, bir de ızgarada et yapardım.

KAYBEDİNCE KENDİ İÇİME ÇEKİLİRİM

-Sporda kazanmanın ve kaybetmenin gerilimi özel hayata nasıl yansır?

-Artık vücudunuz o kadar çok adrenaline, heyecana alışıyor ki bu sizin bir hayat tarzınız oluyor. Biz hocaların dinlendiğimiz, bir süre çalışmadığımız dönemler de oluyor. Bir iki ay çok rahatlıyorsunuz. Ama ondan sonra bu adrenalini aramaya başlıyorsunuz. Tabii ki onun özel yaşantıya da çok büyük etkileri var. Kazandığınız zaman mutlu, daha dinamik oluyorsunuz. Sağlık olarak bile kendinizi daha iyi hissediyorsunuz. Ama önemli bir maçı kaybettiğiniz zaman sanki üzerinizden bir tır geçmiş kadar kendinizi yorgun hissediyorsunuz. Enerjiniz, dinamizminiz düşüyor.

-Çevreye kötü davranır mısınız o dönemde?

-Hayır, kötü davranmam. Daha çok kendi içime kapanırım. Konuşmam kimseyle. Berna Hanım çıkar yatar, ben üç saat uyuyamam. Kendi başıma otururum. Bu halim yirmi dört saat sürer. Ertesi gün kalktığımda da kendimi çok yorgun hissederim. Ondan sonra bazı metotlar bulurum kendime. Burada Bebek Otel'de otururum bir saat. Ya da gider bir masaj olurum.

-Sizin açınızdan durum nedir?

-Berna Hanım
:Mesela maç vardır bugün. Biz kazanırız ihtimaliyle program yapmışızdır. Direkt iptal olur. Eve dönülür. Yol boyunca konuşulmaz. Eve girdiğinde herkes kendi köşesine çekilir. O yalnız bırakılır. Belki maçı tekrar seyreder. Belki yorumları okur.
-Ergin Bey: Bir düğün, nişan bile olsa maçı kaybettiysem gitmem ben.

-Yani bir suçluluk ve insan içine çıkamama psikolojisi mi?

-Hayır, suçluluk duymam ama enerjim düşük olunca insanların da enerjisini düşürmek istemem. Yalnız kalmak isterim. Maç kazandığım zaman da evde durmak istemem. Arkadaşlarımla yemek yeriz. Berna Hanım da onlardan bazen şikayet eder. Çünkü o masada o maçı konuşuruz, eğleniriz. Şeref Yalçın var bizim basketbol şube sorumlumuz. Hasan Bozkurt var, kardeşim gibi sevdiğim, Kubilay Keçeli. Böyle oturur sohbet yaparız. Maçı konuşuruz. Tabii Berna Hanım da bazen gider ama sıkılır tek başına olduğu için.

EN BÜYÜK BAŞARIM İYİ İNSAN OLMAK

-Başarının ego şişikliği yaratması diye bir problem de var. Onunla nasıl baş ediyorsunuz?

-Özellikle sporda, sanatta çok başarılı insanlarda, zirvede oldukları dönemde egolar daha yukarıya çıkar. Geçmişte bende de bu böyleydi. Örneğin Siena'da Avrupa şampiyonu olduğumuz dönemlerde kendimi hani Türk sporunun en önemli kişisi gibi görüyordum.

-O kadar!

-Evet. Basketbolun Avrupa'daki en önemli insanlarından biri gibi görüyordum. Ama zaman içinde olgunlaşıkça egonuz dengeye geliyor. Şimdi mesela bir Avrupa kupası kazandık. Öyle hissetmiyorum.

-Sporun dışında en büyük başarınız nedir?

-İyi insan olmak. Benim özellikle çok etkilendiğim, spor hayatıma daha yeni başlarken okuduğum, sporla alakalı bir kitap vardı. Bu kitabın yazarı da beni basketbola başlatan eniştem, doktor Orhan Girgin'in Basketbolcu adlı kitabıdır. Otuz yıl önce yazılmıştır. Önsözünde şu vardır: Önce iyi insan ol, sonra iyi sporcu ol, sonra iyi basketbolcu ol. Bu beni çok etkilemiştir. Önce iyi insan olmanın peşindeyim. Hayat felsefesi olarak insanlara iyi davranmayı, herkese yakın olmayı ilke edinmişimdir. Taraftarlarla, öğrencilerle, davet edildiğim yerlere gitmeye çalışırım.

-Basınla ilişkilerde neye dikkat edersiniz?

-Şu anda tabii ki durumun bilincindeyim. Şu anda siz gündemdesiniz. Herkes sizle ilgili. Şimdi siz ego yapıp da ya ben sadece ve sadece bir kişiyle görüşürüm, diğerleri beni ilgilendirmez dediğiniz zaman size gönül koyuyorlar. İnsanları kırmamaya çalışıyorum. Bazıları eleştiriyor, bunun da farkındayım. Ya işte sürekli oraya çıkıyor, onunla röportaj yapıyor, bununla yapıyor diye. Ama inanın ben röportajımı okumuyorum ya da çıktığım televizyon programını izlemiyorum bile. Bunu bir görev olarak görüyorum. Kamuoyunun heyecanına karşılık vermek, insanları kırmamak gibi bir tarzım var. Üniversite panellerine davet edildiğim zaman mutlaka giderim. Hayallerim arasında, günün birinde eğer devlet desteği olursa Türkiye genelinde çocuklara basketbol öğretmek isterim. Bütün illeri dolaşıp oradaki çocuklara basketbolu sevdirmek isterim. Ama tabii ki tek başıma bunu yapamam. Burada bir devlet desteği, bir sponsor desteği gerekli.

-Kaç yaşına kadar yapılabiliyor sizin işiniz?

-Amerika'da 70 yaşına kadar yapılabiliyor. Avrupa'da da 65 yaşına kadar. Kendimi enerjik hissettiğim sürece, herhalde on beş sene daha üst düzeyde yaparım.

-Bir hobiniz var mı?

-Antisosyal bir insan değilim. Sinemaya gitmeyi severim, tenis oynamayı severim. Ama sanata dönük hobilerim çok fazla yok. Yurtdışına gittiğim zaman tabii ki önemli müzeleri, önemli sergileri fırsat bulursam gezmeyi severim. Ama daha çok sevdiğim şey halkın içinde yaşamak. Çarşısında insanlarını görmekten, o kültürü yaşamaktan çok hoşlanırım.

RAKİBİM EN İYİ ARKADAŞIM

-Efes'te çalışırken Oktay Mahmudi sizin yardımcınızdı. O şimdi Galatasaray'ın hocası. Arkadaşlık ve rekabet nasıl yürüyor?
-Bizim Efes'te çok güzel bir yapımız vardı. 96'da Avrupa klüpler kupasını kazanırken Aydın Örs bizim hocamızdı. Ben birinci yardımcı antrenördüm. Oktay Mahmudi ikinci yardımcı antrenördü. Daha sonra Aydın Örs ayrıldı Efes Pilsen'den. Ben antrenör oldum. Oktay benim yardımcım oldu. Daha sonra ben İtalya'ya transfer oldum. Oktay Efes Pilsen'de başantrenör oldu. Tabii ki bu dönem içerisinde çok yakın dostluklarımız oluştu. Hep birlikte birçok şeyi paylaştık. Şimdi Oktay Galatasaray'ın, ben Beşiktaş'ın antrenörüyüm.

-Rekabet arkadaşlığı bozmuyor yani.

-Hiçbir şekilde bozmuyor. Şu anda hala Oktay benim en yakın iki üç arkadaşımdan biridir. . Biz yine onunla maç öncesi ve sonrası buluşur, birlikte yemek yeriz. Ailece tatile gideriz. Ama birlikteyken hiçbir zaman kendi takımlarımızdan bahsetmeyiz. Genel spor konuşuruz, ama maçtan bahsetmeyiz. Galatasaray-Beşiktaş maçını konuşmayız. Sahaya çıktığımız zaman da birbirimizi yenmek için en üst seviyede mücadelemizi ederiz. Kaybeden de o akşam veya ertesi gün telefon açıp ötekini kutlar. İlişkimiz bu şekildedir.

GALATASARAY'A KIRGINIM

-Tuttuğunuz takım, çalıştırdığınız takıma göre değişirir mi?

-Beşiktaş'ta çalışırken bu soruya cevap vermem çok zor. Şu anda Beşiktaş camiasının bana olan sevgisinden, saygısından, ilgisinden son derece mutluyum. Ama şunu söyleyeyim. Hepimizin çocukluk döneminde tuttuğu takımlar vardır. Çocukluk dönemine babam Galatasaray genç takımında futbol oynadığı için beni de Galatasaraylı yaptı. Ama şunu açıklıkla söyleyebilirim ki Beşiktaş'ta belki bu bütünleşmeden dolayı çok büyük bir sempati duyuyorum. Galatasaray'a karşı da sempati duyuyorum. Son Galatasaray-Beşiktaş basketbol maçında on bin Galatasaray seyircisinin çok büyük bölümü bana karşı hiç hak etmediğim bir şekilde hakaret etmelerinden dolayı son derece kırıldım. Galatasaray'ın futbol maçlarına da çok gidiyordum eskiden. Son dönemde sadece İnönü stadına Beşiktaş maçlarına gidiyorum. İçimde böyle bir burukluk oluştu. İnşallah günün birinde bu değişir diyorum. Şu anda hiçbir kulüp taraftarı değilim. Ama Beşiktaş'a karşı tabii ki bir sevgim var. Sonuçta o insanlar bana Beşiktaş'ın çocuğu diyorlarsa benim de kalbimin orada olması gerekiyor.

-Galatasaray defterini kapattınız mı?

-Galatasaray'a karşı da çocukluğumdan kalan sempatim tabii ki bir anda yok olmaz. Ama çok kırgın olduğumu da belirtmek istiyorum.

İDDİALI OLMAK LAZIM

-Sizi diğer hocalarınızdan ayıran özelliğiniz nedir diye sorsam.

-Cesaret ve özgüven. Genelde hocalarda bir muhafazakarlık vardır. Büyük hedefler koymaya veyahut da bunları açıklamaya çekinirler. Çünkü iddialı olduğunuz zaman bu iddianızı gerçekleştiremediğinizde şemsiye tersine döner. Bütün eleştiriler sizin üzerinize yoğunlaşmaya başlarlar. Daha temkinli olurlar hocalar. Bense başarıya ulaşmak için mutlaka bu iddianın dile getirilmesi gerektiğine inanırım.

-Sanırım bu sizi motive eden bir şey.

-Beni, taraftarımı ve yönetimi motive eder. Ben bütün kültürümü Aydın abiden aldım. Aydın hocamız daha muhafazakardır, daha temkinli konuşur. Bense daha iddialı olmayı severim.

-Bundan sonraki en büyük iddianız ne?

-Bundan sonraki en büyük iddiam, çalıştıracağım takıma euro lig kupasını kazandırmak. Yani Avrupa şampiyonlar liginde şampiyon olmak. Tabii kısa dönemdeki iddiam Beşiktaş'ı Türkiye ligi şampiyonu yapmak. Bu son kazandığımız kupa sadece bir başlangıç. Bu kadarı bana yetmez. Kendi özgüvenimi oyuncularıma da taşımaya çalışırım. Ve onları da hem hırslı hem rahat olmaya teşvik ederim. Mesela Avrupa finalini oynamadan önce söylediğim tek bir şey vardı. Sakın bu finalin sonuçlarını düşünmeyin. Şampiyon olursak çok büyük bir iş başaracağız. Bütün Türkiye bizi konuşacak. Kaybedersek çok büyük bir demoralizasyon içine gireceğiz. Bunu düşünmeyin. Çıkın sadece maçı oynayın. Normalde lig maçını nasıl oynuyorsanız çıkın bu maçı da sadece daha hırslı bir şekilde oynayın. Bu da nedir, özgüven ve rahatlık.

-Demek ki bir denge arıyorsunuz.

-Evet.
-Berna Hanım: Doktor Jekyll ve Mr. Hyde gibidir. Yani takım elbisesini giyip maçta takımın başına çıktığı anda Mr. Hyde gibidir. Ne zamanki antrenman formasıyla oyuncusunun karşısına çıkarsa Dr. Jekyll olur, yani oyuncunun arkadaşı da olur, ağabeysi de olur, babası da olur. Onun sorununu da dinler, sorununu da çözer. Evdede böyledir. Ben sahadaki adamı tanımam. Ama evdeki adam daha yumuşak, daha sakin, insancıl, iyi insan halidir. O dengeyi bence öyle koruyor.

MİLANGAZ DESTEĞİ DEVAM ETMELİ

-Beşiktaş'ın sıkıntıları size nasıl yansıyor? Yeterince destek görüyor musunuz?

-Beşiktaş'ın sıkıntıları bu sene bize hiç yansımadı. Sezon başında aslında ciddi sıkıntılar yaşadık. Beşiktaş'ın son dört yıldaki sponsoru olan Colaturka, Ülker grubu stratejik bir kararla Beşiktaş ve Galatasaray'dan basketboldaki desteğini çekip sadece Ülker markasıyla Fenerbahçe'ye destek olmaya karar verdi. Böyle olunca Beşiktaş takımı sponsorsuz kaldı. Basketbolda bu kadar büyük rekabette sponsorsuz yaşamak imkansız.

-Çok uzun bir dönem sponsor arayışı içindeydi Beşiktaş.

-Evet, aradığı sponsoru bulamadı. Fakat o dönemde Sayın Erdoğan Demirören Beşiktaş basketboluna, Milengaz markasıyla sahip çıktı. Oğlu Yıldırım Demirören başkanı olduğu için değil, sahipsiz kalmaması için basketbol takımı ve güzel bir sistem oluşturuldu Beşiktaş'ta. Takım ekonomik olarak Milengaz'a bağlı bir hale geldi. Geçmiş yıllarda Colaturka'nın sponsorluğundan gelen para kulubün ana kasasına gittiği için kulübün içinde yaşamış olduğu maddi problemlerden basketbol takımı da fazlasıyla etkileniyordu. Çünkü o para dağılıyordu, gidiyordu. Oyuncular paralarını alamıyordu. Fakat bu sene böyle olmadı.

-Niye? Para doğrudan basketbol takımına mı geliyor?

-Evet. Milengaz sponsorluk anlaşması gereği direkt olarak takıma ödeme yapıyor. Böyle olduğu zamanda tabii ki Milengaz çok büyük bir kurum. Biz bu sıkıntılardan hiçbir şekilde zarar görmeden bu noktaya kadar geldik.

-Siz hedefleri daima çok büyük olan bir hocasınız. Beşiktaş yönetimi de sizin kadar büyük düşünüyor mu? Yolda kalmaktan korkuyor musunuz? Geçmişte çünkü öyle bir vukuatınız var. Paraları vermediler oyunculara, bıktınız, gittiniz. Bu tekrar edilebilir diye bir endişeniz var mı?

-Şu anda Beşiktaş'ta basketbol, camia tarafından çok sevildi. Çok büyük bir heyecan yarattı. Öncelikle Türkiye kupası, sonra bu Avrupa kupası. Üçüncü de yolda, inşallah. Ama bir tarafta da Beşiktaş kulübününde bazı gerçekleri var. Şu anda çok ciddi maddi bir kriz içerisinde, problemleri var, borçları var. Beşiktaş'ta basketbolun yaşaması için mutlaka sponsor desteğinin devam etmesi gerekiyor.

-Eder mi etmez mi?

-Sayın Erdoğan Demirören bu sene çok büyük bir jest yaptı. Hatta şunu söyleyeyim, ilk başlangıçta 4 buçuk milyon dolarlık bir sponsorluk anlaşması yapılmıştı. Kalan parayı kulüp yarı yarıya alacaktı. Fakat kulüp maddi kriz içerisine girince hiçbir zorunluluğu olmamasına rağmen sezon ortasında sayın Erdoğan Demirören 3 milyon dolar daha yani sponsorluğu arttırdı. Yani tamamını kapattı. Normalde yarı yarıya olması gerekiyordu. Bu istikrar, bu destek devam ettiği takdirde Beşiktaş'ta basketbol büyür ve daha da ileri noktalara gelir. Belki bir şampiyonlar ligi şampiyonluğu da gelebilir Beşiktaşlılara önümüzdeki yıllarda.

-Yine de endişelisiniz.

-Endişem nedir benim? Geçen sene Colaturka'nın ayrıldığı dönemde herkeste şöyle bir ümit, ya biz Beşiktaşız. Colaturka gider başkası gelir diye böyle iyimserlik vardı. Ama o yaz dönemi boyunca gördüm ki kimse gelmedi. Politik şeyler de vardı belki. Aslında Beşiktaşlı olan çok büyük sanayiciler var.

-Niye el atmıyorlar?

-El atmadılar. Hepsinin farklı alanlarda spora verdiği destekler var. Belki kimisi sanata destek veriyor, kimisi başka alanlara. Kamuoyunda hep şu konuşulur. Efes Pilsen, Sayın Tuncay Özilhan çok koyu bir Beşiktaşlı. Bir gün gelecek Efes Pilsen ile Beşiktaş birleşecek. Beşiktaşlıların hep hayalidir bu. Ama ben uzun yıllar Efes Pilsen'de Tuncay Bey ile birlikte çalışan birisi olduğum için Tuncay Bey'in çok koyu bir Beşiktaşlı olmasına rağmen hiçbir zaman kendi Efes Pilsen'i bir sponsor haline getirmeyeceğini çok iyi biliyorum. Çünkü orası tarihi bir kulüp. Avrupa kupası şampiyonlukları olan bir kulüp. Elinde öyle bir kulüp varken kendisine rakip yaratmayı da sevmez Tuncay Bey. Neden Beşiktaş'a da ayrıca sponsor olsun ve Beşiktaş Efes Pilsen'in, Anadolu Efes'in rakibi olsun.

-Diğer sanayicilerin durumu ne?

-Bazıları sporu sever, bazıları sevmez. Erdoğan Demirören gibi çok büyük bir işadamının sadece maddi olarak değil, manevi olarak da ben basketbolu sevdiğini görüyorum. Maçlardan önce bizi arıyor. Maçlar biter biçmez bizi arıyor tebrik ediyor. Veyahut da bir oyuncunuz kötü oynadıysa hesap soruyor. Bu oyuncu neden kötü oynadı diyor. Bu oyuncuyu takip edin diyor. İyileştirin diyor. Dakika dakika maçları takip ediyor. Hatta rakip takımların maçlarını takip ediyor. Bu çok önemli bir olgu.

-Yıldırım Bey'de o kadar basket sevgisi yok galiba.

-Yıldırım Bey de basketbolu seviyor ama o daha çok futbol ağırlıklı. Fakat Erdoğan Demirören basketbolu sevdi. En önemli şey bu. Tuncay Özilhan, Anadolu grubu neden basketbola bu kadar çok yatırım yapıyor? Bunu reklam amaçlı yapmıyor. Sevdiği için yapıyor. Böylesine büyük bir insan bu işi sevmişken bu istikrarın devam etmesi Beşiktaş basketboluna büyük bir katkı verir. Ama şirketlerin stratejilerini bilemezsiniz.

-Bu sponsorluk anlaşması bir yıllıktı. Milengaz çekilirse ne olur?

-O konuda biraz geçmişten kalan endişelerim var. Ve üstelik de bu transfer dönemi öyledir ki bir ay sonra Türkiye'de sezon bitecek. Sezon bittiği zaman ben dahil bütün oyuncularımızın sözleşmeleri bitiyor. Tabii ki hepimize yurtdışından da geliyor, yurtiçinden de teklifler geliyor. Bütün bunların çok kısa bir süre içerisinde planlanması gerekiyor ki istikrarlı bir kadro devam etsin. Şu anda bir istikrar, bir organizasyon kurulmuşken bunun bozulup yeniden oluşmasının zaman alacağını ve bu zaman içinde çok şeylerin kaybolacağını düşündüğüm için keşke diyorum bu Milengaz Beşiktaş basketbol birlikteliğinin üç yıl daha sürse de biz de Beşiktaş basketbol takımına daha büyük başarılara getirmeye devam etsek.

BU SADECE BİR BAŞLANGIÇ

-Meyve veren ağacı taşlarlar. Sizin bu son başarınızı "Avrupa'nın üç numaralı kupasını kazandı. Bunlar en iyi takımlar değil" diye küçümseyenler de çıktı. Ne diyorsunuz?

-Söyledikleri doğru. Bunun en iyi bilincinde olan kişi zaten benim. Çünkü ben Avrupa şampiyonlar liginde euro ligde iki kez dörtlü final oynamış bir antrenörüm. Ama siz Türkiye her yıl bu kupalarda derece yaparsınız da Türk takımları olarak, sürekli euro ligde final four oynayan takımlarınız olur da bu kupayı küçümsersiniz. Bugün baktığınız zaman en son Avrupa kupası 96 yılında kazanılmış. Bu sadece basketbolla ilgili de değil. Bugün futbolda bizim kazandığımız, kimsenin yere göğe koyamadığı uefa kupası da Galatasaray'ın kazandığı şampiyonlar ligi şampiyonlar ligi değil.

-Kaldı ki Türkiye'de halter ve güreş dışında olimpiyatlarda madalyamız da yok.

–Evet. Olimpiyatlarda takım sporlarında oynayamıyoruz bile. Bu gerçeklerin farkına vararak bazı şeyleri görmek lazım. Onun için bu kazanılan kupa Beşiktaş için, Türkiye için çok değerlidir. Ve önemli bir başlangıçtır. Tabii ki önce kupa 3'ü kazanırsınız, sonra kupa 2'yi, sonra da belki bir gün kupa 1'i kazanırsınız.
 
SON VİDEO HABER

Polis memuru, ölümüne neden olduğu gencin ailesinden af diledi

Haber Ara