'Model Türkiye değil, Erdoğan'
İtalyan Yazar Daniele Santoro'ya göre Son yıllarda, özellikle de “Arap baharı” olayının patlak vermesinin ardından, Türk sosyopolitik sisteminin son on yıl süresince kaydettiği değişikliklerin ürünü “Türk modeli” hakkında yoğun bir tartışma başladı.
14 Yıl Önce Güncellendi
2012-05-04 18:39:01
Son yıllarda, özellikle de “Arap baharı” olayının patlak vermesinin ardından, Türk sosyopolitik sisteminin son on yıl süresince kaydettiği değişikliklerin ürünü “Türk modeli” hakkında yoğun bir tartışma başladı. Söz konusu tartışma kapsamında en fazla üzerinde durulan konulardan birisi, “Türk modelinin”, bin bir zorluk ve belirsizlik içerisinde demokratikleşme yoluna girmiş izlenimi veren Arap ülkelerine aşılanıp aşılanamayacağı konusudur.
Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı (TESEV) tarafından muhtelif Arap devletlerinde (sadece Arap devletleri de değil) her yıl yürütülen incelemenin ortaya koyduğu üzere, konunun doğrudan muhatapları bu konuda hiçbir kuşku beslemiyor gibi görünüyor: Onlara göre ülkelerinin demokrasiye doğru geçişini yönlendirmek için Türkiye, vazgeçilmez bir referans noktasını temsil ediyor. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton da aynı görüşte: Clinton'a göre, Orta Doğu ve Kuzey Afrika halklarının “Türkiye'nin vaktizamanında öğrendiği ve günbegün uygulamaya koymakta olduğu dersleri öğrenmeleri, kritik önem taşımaktadır.” Kaldı ki Ankara'nın İslam dünyasına bir model olarak kendisini sunma girişimi ve Batı'nın bu girişime verdiği destek bir yenilik teşkil etmiyor.
Nitekim İran Şahı Rıza Pehlevi'nin İran rejimi için ilham kaynağı olan Kemlist modelden başlamak üzere, tarih boyunca çeşitli “Türk modelleri” birbirini izledi. Daha sonra klasik Kemalist modeli, 60'lı yıllardan itibaren ve bir sonraki on yıllık süre zarfında gitgide daha etkili şekilde evrilerek bir nevi “Kemalizm 2” şekline dönüştü. Bu yeni tür Kemalizm’i karakterize eden özellik, askerî unsurun, “demokrasiyi bizzat kendi olası aşırılıklarından korumak” görevini kendisine vererek sivil unsura üstün geldiği “iki başlı bir siyasi sistemin” varlığıydı. Özetle söylemek gerekirse yaygın biçimde “eski Türk modeli” tabir edilen model (bugün Mısırlı generaller tarafından büyük dikkatle inceleniyor), General Doğan Güneş'in ifade ettiği gibi, bir nevi “askerî devlet” olarak ortaya çıkıyordu.
90'lı yılların başlarında Türkiye, bir önceki on yıllık dönemdeki Özal hükûmetleri tarafından uygulamaya konulan toplumsal ve ekonomik değişimlerin sonucu ortaya çıkan kendi kalkınma modelini (Türk modelini, komünist modele ve İran damgalı İslamcı modele kıyasla daha güven verici bulan Batılı müttefiklerin rızasıyla) yeni doğmuş olan Kafkas ve Orta Asya Cumhuriyetlerine ihraç etmeye çalıştı. Ayrıca Türkiye'nin, İslam dünyasının geri kalan kesimine model olarak sunulmasının Bush yönetiminin Orta Doğu stratejisinin parçası olduğu da hatırlanacaktır.
Hâlihazırdaki Türk siyasi sistemini karakterize eden demokrasi ile İslam arasındaki sentez, sivil güç ile askerî güç arasındaki daha dengeli ilişki ve ülkenin olağanüstü ekonomik büyümesi dikkate alındığında bugün Türkiye, “Arap baharı” denilen gelişmede yer alan Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkeleri için, pek çok kişi tarafından muhtemel bir “ilham kaynağı” olarak kabul edilmektedir. Yukarıda sıralanan unsurların ve “yeni Türk modelinin” Arap jeopolitikasında tekrar edilebilirliğine ilişkin ikilemin önemi kabul edilmekle birlikte, anılan bu modelin genellikle hafife alınan ya da kesin gözüyle bakılan bazı yönlerini hatırlatmakta fayda görüyoruz.
İlk olarak, Özal'ın “yeni-Osmanlıcılığını” tanımlamak için Cengiz Çandar'ın kullandığı tabiri kullanacak olursak kimlik anlamıyla “yeni Türk modeli”, Kemalizm’in “cenazesini” oluşturuyor. İkinci olarak, “yeni Türk modelinin” özelliklerini temsil eden değişimleri belirlemede Başbakan Erdoğan'ın oynadığı rolü dikkate almak gerekiyor. Bu, “Erdoğan olmasa (olmasaydı) nasıl bir Türkiye olurdu?” diye düşünerek anlamaya çalışıldığında açık ve net görüleceği gibi, gerçekten merkezî bir roldür.
M. Hakan Yavuz'un belirttiği gibi, “Modern çağda çok az sayıda ülke, Türkiye Cumhuriyeti gibi böylesine acı şekilde üzerinde tartışılan ve böylesine çeşitli şekillerde yorumlanan bir kimliğe sahip olmuştur”. Bu kimlik tartışmalarının özünde, geçtiğimiz yüzyılın yirmili ve otuzlu yıllarında Kemalist rejim tarafından uygulamaya konulan reformlar bulunmaktadır; Kemalist rejimin milliyetçi jeopolitikası, “öteki”nin mirasının sistematik olarak ortadan kaldırılması ve hegemonyal bir tarih yazıcılığının yayılması aracılığıyla boşluğun sahiplenilmesi ve zamanın birleştirilmesini başlıca hedef alan bir dizi strateji üzerine kuruluydu. Bu dinamikler, tam anlamıyla yeni tip bir normatif kişiliğin oluşumu sonucuna götürdü: “Homo Kemalicus” (Kemalist İnsan); “karşısına çıkan özgürlük kısıtlamalarına meydan okumamaya mahkûm edilmiş bir fert: Devlet tarafından özgürlüğe konulmuş sınırlar içerisinde kalmayı kabul etmiş bir fert.” Yani “gönüllü bir pozitivizm ve zoraki bir amnezinin (hafıza kaybı) yönettiği” bir fert. Kısacası, Emre Uslu'nun belirttiği gibi, “devlet, güç kullanımı aracılığıyla halkın kendi yerel kimliklerini unutmasını ve Türk kimliğinin ‘elbiselerini’ giymesini sağladığı” için Kemalist ulus, bir “unutucular ulusuydu”. Uslu sözlerini şöyle tamamlıyor: “İnsanlık unsurundan arındırılmış, gayrişahsi ve hiçbir ferdiyete sahip olmayan, bugün de hâlâ dışı cilalı, içinde ise paramparça olmayı sürdüren” bir kimlik. Bu bağlamda, Hülya Adak tarafından geliştirilen Kemalist ulusun tanımı oldukça yerinde görünüyor: Adak'a göre Kemal Atatürk, Kemalizm üzerine kurulu bir “ben-ulusa” hayat verdi; Etyen Mahçupyan'dan Atilla Yayla'ya varıncaya kadar Türk liberalizminin önde gelen isimlerinin ortaya koyduğu üzere, kademeli şekilde tam anlamıyla bir din hâlini alan bir doktrin söz konusuydu.
Milliyetçi ideolog Ziya Gökalp'in (1876-1924) tezi üzerinde şekillendirilen Kemalist tripodun (Gökalp'e göre Türk vatandaşı olmak demek; Türk milletine, İslam dinine ve Batı medeniyetine ait olmak anlamına geliyordu) içerdiği yerel ve kültürel kimliklerin kaynaşması, tam anlamıyla bir kimliksel şizofreniye neden oldu. Bu, Nükhet Kardam'ın yaşadıklarından da son derece açık şekilde anlaşılıyor: “Türk kimliğimi Batı kimliğine entegre etmeyi denedim ama kısa süre içerisinde anladım ki yurt dışında bu türden bir girişim imkânsızdı. Kanımca kesinlikle çağdaş olmayan o Türklere kıyasla kendimi Batılı ve çağdaş görüyordum: Yani fazla eğitimi olmayan, elit tabakada yer almayan o Türkler. Bununla birlikte, Kuzey Amerika'ya gittiğim zaman, Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülkeden geldiğim için 'kasabalı' görülen kişinin ben kendim olduğumu anladım; kesinlikle 'Batılı' kabul edilmiyordum. O çağdaşlık tanımlarının (Kemalist devlete ait) oldukça göreceli olduğu ortaya çıktı: 'Nereden geliyorsun? Türkiye'den mi? Türkiye nerede? Arap ülkesi mi? Orada terörizm yok mu? Hindistan'a yakın bir yerlerde mi? Türkçe mi konuşuyorsunuz?' Bu türden soru bombardımanına tutulunca kimliğimi saklamayı tercih ettim ve kimsenin bana hiçbir şey sormamasını ümit etmeye başladım. Kendimi oldukça küçük hissetmeye başladım."
Kemalist laisizmin “din ile devlet ayrımının yanı sıra devletin din üzerindeki hâkimiyetini de öngören” karakterinin sebep olduğu etkiler ise çok daha sarsıcı oldu. Nitekim Kemalistler, dini ulusallaştırmayı ve bunu siyasi meşruiyet aracı olarak kullanmayı özellikle seçti. Bu, Kemal'in “iki üslup üzerine kurulu bir ideolojik düstur oluşturmasına” imkân tanıdı: Birisi, elit tabakaya yönelik seküler üslup; diğeri, halk kitlelerine yönelik kapalı dinî üslup.” Bir başka deyişle “din hiçbir zaman ulustan ayrılmadığı ve onun zımni bir tanımı hâline geldiği için Türk laisizmi, sindirdiği unsura her zaman bağlı kalmıştır.” Bu durum, Türkiye'nin bağımsız devlet olarak tanınması için yasal temel teşkil eden 1924 tarihli Lozan Antlaşması'nda yer alan azınlık kavramının tanımı dikkate alındığında oldukça açık bir hâl alıyor. Nitekim bu antlaşmada “azınlık” ifadesi, sadece Müslüman olmayan azınlıklara atfen kullanılıyor; bu azınlıkların Cumhuriyet rejimi altında yaşadıkları deneyim de “Türk karakterini tanımlamaya en fazla katkıda bulunan unsurun etnik köken değil, din olduğunu” gösteriyor. Milliyetçi laisizmin önde gelen temsilcilerinden Ali Haydar'ın 1926'da ilan ettiği üzere, “Bir gayrimüslimden iyi bir Türk vatandaşı yapmak imkânsızdır.” görüşünü de dikkate almak gerekiyor. Bizzat Kemal de ulus ile din arasındaki ilişkiler kavramını şöyle özetliyordu: “Tanrı'ya şükür hepimiz Türk ve Müslüman olduğumuz için hepimiz laik olabiliriz ve olmak zorundayız.”
Erich J. Zürcher'in belirttiği gibi, Kemalist rejimin bu dini siyasetleştirme girişimi, yani dini kamu alanından çıkarmak ve aynı zamanda da toplumsal bir meşruiyet aracı hâline getirme girişimi, İslam'ın, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu tarafından uygulamaya konulan zorunlu toplumsallaşma programının dışında kalan o gruplar tarafından bir nevi siyasi muhalefete dönüştürülmesine neden oldu. Nitekim, büyük tarihçi Zürcher şöyle söylüyor: “Kemalistler, popüler dinciliğe sırtlarını çevirmek suretiyle onları kitlelere bağlayan bağları kopardılar. Nitekim bu kitleler, 'elit tabakalar tarafından sunulan milliyetçi mesajın pasif alıcıları olarak kaldılar' ve dolayısıyla tarikat ve dinî ağları bir nevi 'alternatif kamu alanı' hâline dönüştürdüler. Bu dinamikler, Osmanlı dönemine dayanan merkez ile banliyö arasındaki kopukluğu, çağdaşlığın değer ve kavramlarını temsil eden kültürel iki 'sınıf' arasında bir ihtilafa dönüştürdü. Bu ihtilaf, Adnan Menderes'in 1947'nin Ocak ayında doğan Demokrat Partisine siyasi bir boyut kazandırdı; bu parti, Kemalist merkez nezdinde 'banliyö Türkiye'sinin organize ilk siyasi muhalefet oluşumuydu. Bu bağlamda, Recep Tayyip Erdoğan'ın 2003'ün Mart ayında göreve getirildikten sonra verdiği ilk mülakatlardan birisinde, 'ikinci bir Menderes çağının' başlangıcını ilan ederek, 1960'ta askerler tarafından idam edilen bu Türk hükûmet başkanına atıfta bulunmuş olması bir tesadüf değildir.""
SON VİDEO HABER
Haber Ara