Cinsleri aşan bir yeni insan
19. ve 20. yüzyıl boyunca 'yeni kadın'ı tartıştı dünya. Çünkü hızlı değişimin hem motoru hem de en fazla etkilediği kesimdi kadınlar.
14 Yıl Önce Güncellendi
2012-03-10 07:15:52
Genelde yaşanan değişim çok köklü ve derindi; ama bu, kadınların hayatında daha bariz görünür oldu. Bugünse "yeni kadın"dan ziyade "yeni insan"ı tartışmamız gereken bir dönem içindeyiz. İki yüz yıl öncesinde başlayan ev ekonomisinin çöküşü, kürtaj hakkı, hukukî eşitlik gibi değişiklikler, daha ziyade kadınların hayatını doğrudan etkileyen dönüşümlerdi. Ama bugün yeni üreme teknikleri, genetik müdahaleler, dijital protezler, yapay zekâ gibi gelişmeler sadece kadınları etkilemiyor. İnsanın sınırlarının tartışıldığı bir dönemde cinsiyetin ötesinde, türün devamlılığına ilişkin risklerle karşı karşıya insanlık.
Cinsleri aşan bir "yeni insan" sorunu ile karşı karşıyayız, ama cinsiyetin ve cinselliğin insan hayatındaki konumunu değişip dönüştüren sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel ve teknik süreçler de eşzamanlı olarak tedavülde. Bir tarafta klasik "kadın sorunu" devam ediyor, diğer tarafta cinsiyetin heteroseksüellik üzerinden tanımlanmasına karşı çıkan, kadınların ezilmesini sosyo-ekonomik yapılardan ziyade söylemin yeniden üretilmesine bağlayan, cinsiyeti tamamen kültürel bir inşa olarak kabul eden yaklaşımlar seslendiriliyor.
Bu yaklaşımlardan en öne çıkanı, kadını ikincilleştiren, onun ezilmesine yol açan yapının bizzat aile içinde yeniden üretildiği iddiası. Bu iddia, kadının güçlendirilmesi ile ailenin güçlendirilmesini bir karşıtlığa oturtuyor. Son günlerde kadına yönelik şiddet yasa tasarısı etrafındaki tartışmalar da aslında bu yaklaşım farkından kaynaklanıyor.
Kadını aileye karşıt ya da aileye yapışık olarak tanımlamak bir sarkacın iki ucu gibi. Bugünlerde ailenin dışında ve aileye karşıt tanımlama gündemde; ama modernleşmenin erken dönemlerinden itibaren tam aksi bir yükleme söz konusuydu.
KADINA İHALE EDİLEN AİLE
Avrupa'da burjuva devriminin mutfak tezgâhının arkasındaki domestik kadına vurgu yaparak bir toplumsal iş bölümünü teşvik ettiği bilinen bir husus. Çünkü o dönem böyle bir aile kurgusuna ve kadın kimliğine ihtiyacı vardı kapitalist sistemin. Esasında bütün modernleşen uluslarda kadın meselesi, milliyetçi söylem içinde yer almış ve bu söylemde kadın, aile içine yerleştirilerek ele alınmıştı. Kadın, milliyetçilik, milli terakki ve kültürel değişme gibi meseleler, birbirine bağlanmış ve toplumun kurtuluşu aileye, ailenin kurtuluşu da kadına yüklenmişti.
Bizde ise Tanzimat'tan bu yana "kadın ve aile" hiç kopmamacasına birbirine bağlandı. Yenilgi ile yüzleşen Osmanlı yönetici ve aydınları için çözüm, basit bir izlek takip ediyordu. Terakki için yeni bir toplum, yeni bir toplum için yeni bir aile, yeni bir aile içinse yeni bir kadın gerekiyordu. Bütün bir medeniyetin mihengi olmuştu kadın. Farklı siyasal görüşlere sahip olsalar da Türkçü, Batıcı ve İslamcı bütün çözüm önerileri, aileyi güçlendirmek için kadını güçlendirmek üzerine kurmuşlardı siyasî projelerini. Ulusu yetiştirecek olan kadındı, kurtarıcı. Yani kadının güçlenmesi, ailenin güçlenmesi demekti.
1970'lerden itibaren bu söylemi daha ziyade İslamcılar devam ettirdi. Aile, dejenerasyonla eşanlama gelen değişme karşısında korunması gereken son kale idi ve kalenin muhafızı kadındı. Yetiştirilecek yeni nesiller kadına emanet edilmişti, erkeğin "evin reisi ve ailenin çobanı" olduğu şeklindeki geleneksel anlayışın yerine. Kültürün aktarım görevi, yeni pedagojik zorunluluklar ve tüketim toplumunun çocuk merkezliliği gibi hususlar kadınların aile içindeki sorumluluğunun yükünü olağanüstü artırdı. Modernleşmenin ilk yıllarındaki "eğitilmiş anne" ve "fenni usullerle çocuk yetiştirme" ideallerinin benzerleri hakim oldu camiaya. Bir projeye dönüşen çocuk yetiştirme ve ideal toplumu ve kültürü üretme görevi, münhasıran kadınındı. Ailede ve kültürün aktarımında, erkeğin rolü neredeyse hiç yok gibi kabul edildi. Bu kabulün modernleşmenin bir sonucu olduğunu değil de "İslamî" olduğunu düşünüyor bu konuda yazan çizen pek çok kimse. Bu konu, ayrıntılı bir şekilde ele alınıp analiz edilmeyi hak ediyor. Bu hakkı mahfuz tutarak, kadının ve ailenin güçlendirilmesi ile ilgili siyaset ve stratejilerin konjonktürelliğini vurgulamakla yetinelim.
KADIN ÖZGÜRLEŞMESİ VE AİLE HİYERARŞİSİ
Aile ve kadını birbirine kopmaz bir şekilde bağlayan modernleşme süreci, bugün yeni bir evresini yaşıyor: Kadının güçlendirilmesi ve bu güçlendirmenin tamamen aile bağlamından koparılarak yapılma çabası. Adeta aile ve kadını bileşik kaplar gibi kabul edip, biri artarken diğerinin azalacağını öngörmek. Bazı kadın STK temsilcilerinin, kadınlara karşı şiddeti engellemeye ilişkin yasanın Meclis'te görüşülme sürecinden ve ele alınış tarzından hiç memnun olmamasının arka planında böyle bir yaklaşım hâkim. Kadın aile içinde ele alınırsa problemlerin çözümsüz kalacağını düşünüyorlar.Şiddet başta olmak üzere pek çok sorunun ancak ve sadece kadının güçlendirilmesi yoluyla çözülebileceğine inanıyorlar.
Bu yaklaşımın arka planında, güçlü ailenin erkek egemenliği anlamına geldiği ve bu vurgunun kadınların güçlenmesi önündeki en büyük engel olduğu varsayımı yer alıyor. Kadınlara özgürlük, eşitlik üzerinden bir ideal belirleyen ve bütün kadınlar için ortak bir yol çizen bu yaklaşıma göre, "kadınların özgürleşmesi için, bütün hiyerarşilerin yıkılması gerekir". Aile ve din, kadınları kısıtlayan kurumsal örgütlenmelerin en baskıcısı olduğu için yıkılması ya da zayıflatılması gereken hiyerarşilerin en başında gelir. Bütün kadınlar adına, daha doğrusu "kadınlık" adına konuşan bazı kadınlar böyle bir iddiaya sahiptir.
Bu, bizi yaklaşımın arka planındaki ikinci varsayıma götürüyor. Kadınlığın ortak bir kategori olduğu ve dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın kadınların ortak sorunlara muhatap olduğu ön kabulüne. Esasında böyle genel geçer bir tespiti yapabilecek veriler mevcut. Dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın kadınların hayatını ve bu hayatta yaşadığı güçlükleri birbirine benzer kılan bir süreci tecrübe ediyoruz. Ama bu görünüşün altını kazıdığımızda, sınıfları, ırkları, sosyal statüleri, ulusları aşan bir kadından bahsedemeyeceğimiz ortaya çıkıyor. Sömürgecilik sonrası eleştiri, 1970'lerden itibaren ortak kadınlık kategorisinin "beyaz orta sınıf Avrupalı kadın" anlamına geldiğini ortaya koyan bir literatür oluşturdu. Bu sebeple kadınların karşılaştığı sorunların tek bir kadın perspektifinden çözülebileceğine dair iddia kabul görmüyor günümüzde.
ŞİDDET, KADIN SORUNU MU?
Burada söz konusu olan, basit bir terminoloji farkı değil. Önemli bir yaklaşım farkına dikkat çekmek gerekiyor. Yaklaşımımız "kadın" temelli mi yoksa "sorun" temelli mi olacak? Ne demek istiyorum bu ayrımla?
Sorunların çözümü kadın odaklı bir perspektiften arandığında şu kavramlarla karşılaşıyoruz: Kadın yoksulluğu, kadın istihdamı, kadına yönelik şiddet vb. Hatta burada şiddetin aile bağlamında çok özel bir yere yerleştirildiğini görüyoruz, "aile içi şiddet" tanımlamasıyla. Şiddeti doğuran ve üretenin bizzat aile kurumu olduğu şeklinde bir anlayışa geçit veriyor bu tanımlama.
Halbuki artık dünyanın her tarafında yaşayan kadın-erkek bütün insanları ilgilendiren ortak sorunlarla karşı karşıyayız. Böylesine büyük sorunları "kadın sorunu" perspektifine hapsederek çözmemiz mümkün mü? Sosyal refah, işsizlik, yoksulluk... Ben bunların kadın sorunu olmadığını düşünüyorum. Bu sorunlardan en fazla muzdarip olanlar kadınlar bile olsa... Ve sadece kadın kadına konuşulup, kadın perspektifinden çözülmeleri de mümkün değildir. Bu sorunlardan en önemlisi de şiddet. Kadına yönelik şiddet en can yakıcı boyutlarda kendisini gösteriyor. Peki sadece "kadın" perspektifi, çok yönlü bir sorunu çözmekte isabetli bir yöntem midir; daha doğrusu bir yöntem midir? Şiddet, hem bireysel hem kitlesel boyutlarıyla karışımıza çıkan çok ciddi bir sorun ve onu "kadın sorunu"na indirgemek, çözümsüzlüğüne davetiye çıkarmak anlamına gelebilir.
İşte son günlerdeki yasa tasarısıyla ilgili tartışmalara çerçeve çizen fikirler böyle bir bağlam içinde anlaşılabilir ancak. Tanzimat'tan bu yana kadın ve aileyi birbirine yapıştıran yaklaşımın sırtımıza yüklediği bagaj nedeniyle diğer uca savruluyoruz. Kadını, mümkün olduğunca aileden bağımsız bir güçlendirme politikasını savunarak. Bu nedenle kadın perspektifini vurgulayanlar, yani "aile" telaffuz edildiğinde kadının ikincilleştirilmesini, "toplum" dendiğinde kadına yönelik baskıları, "din" dendiğinde "tek tanrılı dinlerin kadınları ezdiği" iddiasını anlayanlar, şiddetle ilgili çözümü de sadece kadının güçlendirilmesi perspektifine hapsediyorlar. Oysa hiçbir toplumsal sorun tek boyutlu değildir.
Diğer taraftan bütün kadınların ortak bir kadınlık durumunu paylaşmadıkları ve öncelikler sıralamasını farklı yaptıkları da bir vakıa. Çünkü kadın meselesine, tarafsız bir noktadan bakmak mümkün değildir. Zira bir tarafıyla kültürel, bir başka yönüyle dinî ve ahlakî bir meseledir bu. Bu nedenle hayatta neyin önemli olduğu sorusuna farklı cevaplar veren kimselerin bu hususta ortak bir dil kullanmaları oldukça zordur. Ama şu ortak noktaya gelinebilir yine de: "kadın" vurgusu illa ki aileye karşıt olmayabileceği gibi, "aile" vurgusu da kaçınılmaz bir şekilde kadını ikincilleştiren, bizatihi onu ezen bir konumlandırmayı ihsas ettirmiyor olabilir.
*Sosyolog, yazar Nazife Şişman
Zaman
SON VİDEO HABER
Haber Ara