Ayşe Doğu
İran’da Humeyni maketiyle Müslümanları ve İslam dünyasını kandırmaya ve oyalamaya çalışan ve giderek İsraile benzeyen bir ‘büyük şeytan’ yönetimi ile karşı karşıyayız.
Suriye’de 32 senedir devam eden zulüm rejimine ağabeylik yapan bu şer güçlerin, artık bizim İslam yani ‘barış’ kavramlarımızı kirletmesini ve bin dört yüz yıllık birikimimiz olan–hatta insanlıkla yaşıt- değerleri yağmalamasına göz yummamalıyız.
İran’daki yönetim, İslam’ın barışçıl değerlerine göre hareket eden insanlar tarafından temsil edilinceye kadar İran’ın, İslam dünyasından dışlanması ve devlet nezdinde de uluslararası kamuoyu nezdinde her platformda cezalandırılmalı, her türlü imkan kullanılarak tedip edilmelidir. Danışıklı batı-ABD-İsrail şer güçlerinin güya İran’a balans ayarı çekiyor gibi yapmasına yani bu tiyatroya seyirci kalmak yerine İslam dünyasının gerçek bir aktör olarak sahneye çıkmasının zamanı geldi de geçiyor.
Türkiye, Arap ülkelerini ve dünya vicdanını -Ortadoğu’da oynanan kanlı ve kirli kıyım karşısında- insana ve inanca saygılı bir dünyanın mümkün olduğuna inandırmak ve bunu savunmak zorundadır. Çünkü Suriyeli, Iraklı, Filistinli, Afganistanlı, Bosnalı Müslümanların bırakın dinine saygıyı; hayat haklarının bile yok sayıldığı bir dünyada hangi dinden ve inançtan olursa olsun hiçbir insanın geleceği yoktur.
Suriye’deki Esad yönetimine gemilerle silah gönderen Rusya’yı durdurmayan bir BM, imtiyazlı ve katil beş ülkenin dünyayı paylaştığı sözde bir BM, gayri meşrudur. Bu sistem sadece haksızlıklara kılıf olmak işlevi gören ve haklının sesini kısan, boğazını sıkan bir eşkıya çetesinin adıdır.
Bu sözde demokrasi yalanı; Yunan düşüncesinin ve felsefesinin yani imtiyazlıların demokrasisi yani eşitsizliğin tescili ve dünya halklarına silah ve cebir yoluyla kabullendirilmesidir. Biz ise, eşitliğin demokrasisine yani ruhlar aleminde, inanmış ve teslim olmuş bir neslin temsilcileriyiz. Artık dünyanın vicdanlı bireyleri olarak tarih sahnesine çıkıp canımız-kanımız pahasına çocuklarımızın, dünyanın gözü önünde boğazlanmaması için kendimizi ve enerjimizi son nefesimize kadar ortaya koymalıyız.
Türkiye hem halkın onayını alan meşru bir yönetim, hem de bölgesinin medarı iftiharı örnek alınan, ilham alınan bir kardeş ülke olduğunu, şu anda İslam dünyasının ve insanlığın gelecek umudunun mücessem hali olduğunu hatırından çıkarmadan; seyirci değil oyuncu olarak bu yağma dünya düzenine karşı ne yapılması gerekiyorsa, hangi bedelin ödenmesi gerekiyorsa korkmadan, çekinmeden gereken girişimleri ve adımları atmalıdır. Eski düzenin isimleriyle, kavramlarıyla konuşmayı bırakıp, yeni bir dil, yeni bir medeniyet, yeni bir dünya inşası için elindeki imkanları ve İslam dünyasının ve insanlığın fikri, insani, kültürel ve ekonomik birikimini ancak ve sadece bu amaç için kullanmalıdır. Eğer Türkiye bu konuda çekingen davranırsa; başına gelebilecekler, bugün Suriye ve diğer Ortadoğu devletlerinde yaşanan katliam ve kaos senaryoları ile Anadolu'nun yakın tarihinde yaşadığı işgal girişimi ve sonrasında yaşadığı elim olaylar, hukuksuzluklar, zorunlu göçler ve yoksunluklar yeterli bir fikir verebilir. Türkiye eline geçen hatta kendisine altın tepside sunulan bu fırsatı elinin tersiyle iter ve milletine yabancılaşırsa, harcanan birikimin ve devlet zevalinin yasını tutmak yine bu necip millete düşer. Bu milletin fertlerinin bireysel acılarını pazarlık konusu yapmak yerine bağrına taş basıp devletinin ve milletinin bekası için, kardeşlik ülküsünün zedelenmemesi için, alacaklarından vazgeçerek gözyaşlarını içine akıtması; devlet korkusundan değil, kerim devlete ve ilahi adalete olan inancındandır.
Bir devlet için en büyük zenginlik ‘insan’ gücüdür. Bir devlet için en büyük meşruiyet dünyanın sempatisidir.
Türkiye, bu güç ve uluslararası sempatisini; insanlığın ve barışın hizmetine sunmakla mükelleftir. Çünkü işgal ve sömürü düzenleri bile kendini demokrasi kılıfı ile önce zihinlerde meşrulaştırarak mesafe almaktadır. Bu yanıltıcı propaganda ve meşrulaştırma faaliyetleri olmasa; Osmanlı nasıl parçalanır ve kendi değerlerini bırakıp, ırkçı Avrupa’yı bir medeniyet taşıyıcısı olarak kabul eder de kendi tarihine, diline, dinine ve yaşam tarzına düşman hale gelebilirdi. Irak halkı bir milyon kardeşini yok eden ABD’yi nasıl çiçeklerle karşılar, işgali sevinçle kutlardı..
Onun için Türkiye ilk elde; Baas katliamına destek veren münafık İran rejimini ve onun Lübnan'daki yeni Hasan Sabbah çetesi konumundaki Hizbüşşeytan örgütünü teşhir ederek baskı kurmalı ve mazlum İran halkına özlediği barış mesajı göndermelidir. İster karanlık örgütlerden, isterse devletlerden gelsin her tür insan hakları ihlallerini gayri meşrulaştırarak, safların netleşmesi ve ak koyunla kara koyunun kim olduğunun Müslüman dünya nezdinde netleşmesi sağlanmalıdır.
Zaten 200 yıldır asıl sorunumuz; at iziyle it izinin karışması ve kalplerin bulandırılmasıdır. Suriye’de açık bir insanlık suçuna ortak olan ve laftan anlamayan güçler; daha başka yöntemlerle –İsraile yapıldığı gibi- anladıkları dille yola getirilmeli ve meşruiyet zeminine çekilmelidir.
Artık bu ABD-İsrail-Rusya-İran odaklı şu an yaşanan katliamı perdelemeye dönük tiyatroya karşı gerçeği; onların şeytani işbirliklerini teşhir etme ve karanlık planlarını ofsayta düşürme vaktidir.
Yüz yıl önce kesin bir yenilgi aldığımız Batıya en iyi cevap; onun ve uşaklarının ırkçı hayvan yüzlerini teşhir ederek insanlığı düzmece gündemlerden kurtarmak ve gerçeğin, doğrunun, insaninin ve hayatın şarkısını dillendirmektir.
Kaynak: Haber10