Mekki Yassıkaya*
Aramızdan ayrılışının 75. yılında
27 Aralık’a bir zeyl
Âlemde edânîye müdârâdan usandım,
Nâ-hak yere takdîr ile gavgâdan usandım,
İkbâl etek öpmekle müyesser olacakmış,
Ben öyle rezîlâne temennâdan usandım.*
“Tek kusuru; Dâva adamı olmaktı onun. Ahlâki meziyetleri, insani vasıfları, şiirinden de, malumatından da yüksekti. Âkif’in bir kusuru, bir baş belası vardı ki, o da sırf mefkûresinin (dâvâsının, ülküsünün, idealinin) adamı olmaktan ibâretti. İşte onun içindir ki, hiçbir yerde barınamamıştır. (Şayet o) Abbas Halim Paşa’ya tesadüf etmeseydi, âkıbeti çok hazin olurdu. Çünkü insanlar hiçbir mefkûre sahibini hâl-i hayatında takdir edememişlerdir.” Seniyyüddin Başak Bey (1867-1963) böyle anlatır Âkif’imizi. Evet, o yaşarken takdir edilemeyen değerlerimizdendir maalesef.
Çünkü onun davası, gayesi; taviz vermeden yaşadığı ve yoluna her şeyini feda ettiği, ızdırap çektiği, sonunda uğruna vatanını da kaybettiği “mefkûresi” idi. Yaşamına yüklediği anlam bu idi.
Akif, müthiş bir karakter ve inanç sahibiydi. Rüzgâr nereden eserse, onun önünde sürüklenip gidenlerden değildi. Doğru bildiklerini yaşayan, hareketlerini inançlarına uygun hale getirmeye çalışan bir cemiyet adamıydı.
Azim sahibiydi. Azmettiğini yapmak onun için mes’ele değildi. Vefakârdı. Güvenilir bir dosttu, dostluğu çetin olanlardandı. Dostluğuna çok güvenilirdi.
Vefasızlık onun lügatinde namertlikti. Gösterişi sevmeyen mütevazı yaşayandı. Sırası gelmemişse ilmini bile izhar etmezdi. Hayatı boyunca kimseye zillet göstermemiş, zilletlik yaşatmamış izzet-i nefis sahibi örnek bir şahsiyetti. İzzet-i nefsini rencide edecek bir muameleye asla tahammül göstermedi. Yumuşak başlı idi ama asla uysal bir koyun olmadı. Şeref ve haysiyetine ömrü boyunca sahip çıkmış asla toz kondurmamış cesur bir mü’mindi.
Metanetliydi. Yeis, korku nedir bilmezdi. Soğukkanlıydı, kendisini frenlemesini bilirdi. Mert adamdı. Çocukluğundan beri mertliğin meftunuydu. Korkaktan, acze düşmüşten, zayıftan, güçsüzden intikam almak onun defterinde yazmazdı. Zaten intikamcı biri değildi. Çok hayırhahtı. Dostlarını, arkadaşlarını mutlu görmek onun en büyük zevklerindendi. Sözünde duranlardandı. Sözünde durmayanı insan olarak bile görmezdi. Dosdoğru bir insandı, yalan nedir bilmezdi, hep doğruları söylerdi. Hayatında hiç yalan söylememişti. Utangaçtı. Kendinden yanında bahsedilmesinden hiç hazzetmezdi. Izdıraplar karşısında tahammüllü idi. Hep iyilik düşünürdü, fenalıklara karşı bile iyilikle karşılık vermeye çalışır, bundan büyük zevk alırdı.
Haksızlığa asla tahammül edemezdi. Haksızlık karşısında her şeyi kırıp dökerdi. Halkın ızdırabı onun ızdırabıydı, sıkıntısı onun sıkıntısıydı. Buna lakayd kalanlara müthiş öfkelenir, onları adeta hasım bellerdi.
Sevdiğini tam severdi. Asla kindar değildi.
Hoşsohbet biriydi. Sohbetine doyum olmazdı. Susması bile bir anlam ifade ederdi. Ona susmak da yakışırdı. Sevdiklerine, inandığı şeylere asla söz ettirmezdi. Başkalarının sevdiğine, inancına da hürmetkârdı.
Kendiişlerine karşı lakayddı ama sevdiklerinin işlerine ziyadesiyle alaka gösterirdi, benimserdi ve eksiksiz tamam etmeye çalışırdı ve bundan da büyük zevk alırdı.
Yalnızlığı ve sükûneti şehrin dağdağasına karşı severdi. Mütefekkir adamdı. Nüktedandı. Çok fıkra bilirdi. Bunları tekrarlamaktan da hoşlanırdı.
Okumayı sever, ezber yapardı, hafızası çok kuvvetliydi. İrfan ve liyakat meftunu bir insandı. Kudret ve fazilet sahibi kimseleri millete hizmette teşvik ederdi.
Cehalete, kör taassuba, sapıklığa müthiş düşmandı. Siyasetten hoşlanmazdı. Geniş düşünen, hür fikirliydi. Müsamahakârdı da. Ancak Dininden asla taviz vermezdi.
Musikiyi sever, ney üflerdi. Birçok şarkı, ilahi, mevlid ezberindeydi. Erken kalkmayı şiar edinmişti. Uyanınca hemen kalkardı. Kimsenin şahsiyetine karışmaz ama toplumu tenkit eder, çekiştirirdi. Kişilerle işi olmazdı..
Velhasıl; O tam bir insan-ı kamildi.
Bu vesile ile Akif’imizle alakalı dikkat çekici birkaç anekdotu sizlerle paylaşmak istiyorum:
“KESECİĞİNDE SADECE 36 KURUŞ VARDIR.”
Yunanlıların İzmir’i işgalini müteakip alıkesir’de başlayan milli hareketlere destek vermek üzere Balıkesir’e gelerek Zagnos Mehmet Paşa Camiinde heyecanlı hutbesi İzmir’e Doğru gazetesinde neşrolunmuştur. Merhum Hasan Basri Çantay bu olayı anlattıktan sonra onun vatanperverliğini şöyle dile getirir ve; “…Bu hitabe yüzünden Âkif İstanbul hükümeti tarafından memuriyetten azledilmiştir. Bu olayı müteakip Âkif bir arkadaşı ile birlikte Ankara yolunu tuttuğu zaman sevincinden, heyecanından ailesini bile unutmuştu. O, keseciğinde otuz altı kuruş parası ile Ankara yoluna çıkmıştı!”der.
Yine H.Basri Bey, AKİFNAME’sinde,”Âkif, zamanında “mürteci” adam olamazdı. O, kendisini geri görenleri fersah fersah geçmişti.Genellikle cehaletle, irtica ile, istibdat ile,yanlış itikatlarla, meskenetle hemen yegane uğraşan Âkiftir.İşte bütün eserleri…Süleyman Nazif onun için der ki; “ Âkif garbın ulum-i tabiye ve edebiyesine vakıf olmakta hiçbir vakit taassup göstermedi; okudu, öğrendi, okuttu, öğretti. Bunula beraber o yeşil sarığın altında yeşermeye başlamış olan iman ağacı, müsbet ilimlerin şiddetli telkinleriyle yıkılmadı. İtikadını taklitten tahkike ulaştırdıktan sonra Mehmed Âkif daha kuvvetli bir Müslüman olmuştur.”diye yazar.
İstiklal Marşı’nın yazılış hikâyesi ise çok geniş bir biçimde merhum âlimlerimizden Hasan Basri ÇANTAY’ın AKİFNAME isimli kitabında ele alınmış ve uzun uzun anlatılmış, bir ibret vesikası olarak tarihe emanet edilmiştir.
Öyle ki, yıllardan beri bu marşın yazılışıyla alakalı bir anektod dilden dile anlatıla gelmektedir. Akif’i anlamak için bu anektod bile kâfidir ama ne çare ki, onu, yaşarken bile devri, hükümferma olan güç ve ona İstiklal Marşını yazmayı talep eden irade bile anlamamış, onu Vatan cüdâ hale getirecek akıl almaz uygulamaları reva görmüştür. O günlere şöyle bir dönersek göreceğimiz manzara beynimizi zonklatacak türdendir...
İstiklal Marşı şairimiz, milli mücadelenin camilerde yükselen, milletimizin manevi dinamiklerini canlı tutan ve harekete geçiren mev’izelerin sesi, mebusluğunun bitmesinden sonra İstanbul’a dönmüş, çoluk çocuğunun rızkını kazanabilme derdine düşmüştür. Kendisine milletvekili olduğu için herhangi bir maaş, tazminat v.s. bağlanmamış, memuriyetinden dolayı emekli edilmemiş hiçbir geliri olmayan bir çaresiz insandır artık o. Ancak derdi sadece bu değildir onun. Ayrıca 24 saat peşi sıra takılmış bir polis kontrolünde de yaşamak zorundadır. Dönemin istihbarat birimleri onu polis takibi altına alarak adım adım takip ettirmektedirler. İşte böyle bir zamanda Akif Mısır’a hicret etmeye karar verir. Bu onun için çok zor bir karardır ama bu takip işi onu çok derinden üzmüştür. Yakın arkadaşlarının her biri onu bu kararından caydırma gayreti içine girmişlerdir.
“Mehmet Âkif’in Mısır dönüşü, ölmeden önceki son röportajı Yedigün dergisinin 1 Temmuz 1936 tarihli sayısında yayımlanır. Hasta ve güçsüz, dermansız bir Akif gelmiştir Mısır’dan. Hüzün dolu bir gönülle cevap verir sorulara. Muhabirin,“Özledin mi bizi üstat?” sorusuna, “Özlemek mi oğlum?… Özlemek mi?.. Mısır’dan üç gecede geldim. Bu üç gece, otuz asır kadar uzun sürdü… Orada on bir yıl kaldım. Fakat bir an oldu ki, on bir gün daha kalsaydım, çıldırırdım.” diye cevap verir.
Âkif, Cumhuriyet hükümetinin sürgüne gönderilecekler listesinde olmamasına rağmen, onun 1925-1936 yılları arasındaki on bir yıllık sürgünlüğü tamamen kendi kararıyla gerçekleşen gönüllü bir sürgündür. Peki, neydi Âkif’e “on bir gün daha kalsaydım, çıldırırdım” demesine rağmen gönüllü olarak sürgünü tercih ettiren sebep?” .”(Sekine Korkmaz, Zaman Kitap Eki, 3 Ekim 2011)
O günleri Neyzen Tevfik’in kardeşi ve Akif’in Ankara soğuğunda donmamak için muşambasını ödünç aldığı samimi arkadaşı Baytar Refik KOLAYLI Bey şöyle anlatır:
“Bir Cumartesi günü idi. Yanında Fazlı YEGÜL de vardı. ‘Yarın Mısır’a gideceğini ve arz-ı vedaa geldiğini söyledi..’ Çocuklarının tahsil ve terbiye çağı olduğunu, şimdi Mısır’a gitmekle çocuklarının tahsillerinin sekteye uğraması muhtemel bulunduğunu ileri sürerek kararından vazgeçmesinde ısrar ettik. Akif, büyük bir hüzün ve teessür içinde dedi ki; “Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Ben vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum ve işte bundan dolayı gidiyorum.”
“Felaket döneminde Âkif, halkı canlı tutmak ve ümitsizliğe düşmekten kurtarmak amacıyla İstanbul’un büyük camilerinde vaazlar verir. İngiltere ve Rusya adına savaşırken esir düşmüş Müslüman askerlere bağımsızlıklarını kazanma yolunda faaliyet göstermelerine yönelik telkinlerde bulunur. 1920 Şubat ayında Balıkesir’e giderek halkı birliğe ve savaşa çağırır. Cephelerde ve Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yine aynı misyonu yüklenir. Birinci Meclis’te milletvekili olur. Kaleme aldığı İstiklâl Marşı kabul edilir ama İkinci Meclis’te aday bile gösterilmez. Âkif’in görevi bitmiştir, yeni kurulacak devlette artık ona ve fikirlerine ihtiyaç yoktur. Çünkü Âkif için vatan, ezanın okunduğu yerdir, “…onun vatan anlayışı, modern/Batılı anlamda, sınırları belli bir toprak parçası olmayıp inancının hâkim olduğu, yaşandığı, kollandığı; Müslümanların kardeşçe, huzur içerisinde, birlikte ve bir arada yaşadığı; İslam dünyasının birlik ve beraberliğinin sağlandığı, Batı’nın hegemonyası altına düşmekten korunduğu bir değerler manzumesi[dir].” Kırgındır Âkif. Gönlü o kadar kırıktır ki, gönüllü sürgünü seçmiştir.”(Sekine Korkmaz, Zaman Kitap Eki, 3 Ekim 2011)
Evet, çok sevdiği vatanında yoksul da olsa onuruyla yaşaması bile çok görülen, böylesi onursuzlaştırılmanın reva görüldüğü sebeplerden dolayı Vatan cüdâ olmayı tercih etmişti Akif. Yukarıda da bir cümle ile belirttiğimiz gibi Akif Milli mücadeleye katılmak ve bu mücadeleyi yürütenlere destek vermek üzere Ankara’ya geldiğinde ve mebusluğu döneminde üzerinde paltosu bile olmayan, donmamak için samimi arkadaşlarının muşambalarını ödünç alan, öyle ısınmaya, soğuktan korunmaya çalışan biriydi. İşte İstiklal Marşı’nı da kendisine yapılan ısrarlara dayanamayarak ve asla ödül kabul etmeyeceğini bildirerek böyle bir ahvalde yazmıştı. Gerçekten de Akif İstiklal Marşı için konulan 500 liralık ödülü almamış, hatta İstiklal Marşı’nı hayatta iken Safahat’ına “ O milletime aittir” diyerek dahil etmemiştir. Bununla ilgili çarpıcı bir anektod ise tarih sayfalarına şöyle kayda geçmiştir:
“Bir gün samimi ahbabı Erzurum mebusu Gözübüyük zâde Ziya Bey, kerevitte otururken sohbet sırasında, latife olsun diye Akif’e, marşın ödülünü reddedişini gündeme getirdi.
- Yahu azizim sen parayı (ödülü) niçin almadın? Sırtında palton yok, üstelik bana iki yüz lira borcun var... Sonra yüzünde beliren tebessümle:
- Bari alıp bana içinden borcunu verirdin,
Akif sertleşir:
- Ziya Bey kardeşim, borç başka bu iş başka!
Gerçektende o günlerde Akif’in sırtında bir paltosu bile yoktur ve Ankara’nın ayazında her yere ceketiyle gidip gelmektedir. Bunca acil ihtiyacı ve borçları olmasına rağmen 500 liralık ödülü kabul etmemiş fakat onu “DAR’ÜL MESAİ” (Fakir İslam kadın ve çocuklarına iş öğreterek sefaletlerine nihayet vermek için kurulmuş cemiyet)’e hibe etmiştir.
ÜSTADIN KIYAFETİ NASILDI?
Evet Üstad Ankara’nın dondurucu soğuğunda paltosu olmadan ceketiyle dolaşan biridir, bir mebustur, milletvekildir. İşte Akif’in o günleri ve Üstadın kıyafetiyle alakalı Hasan Basri Çantay şöyle yazmakta, bilgi vermektedir;
“…..Bunu anlamak için şu küçük fıkrayı arz edeyim: Bir gün onunla birlikte Ankara’nın koyun pazarına doğru gidiyorduk. Arkamızdanda Meclisin Kavânin (kanunlar) müdürü (Gazi Zağanos Paşanın ahvadı ve Balıkesir avukatlarından) Niyazi ve Dursunbeyli Ahmed Hulusi Beyler geliyorlardı. Aralarında kopan bir kahkaha ile başı mızı onlara çevirdik. Âkif Bey bundan bir şey sezmişti. Sebebini sordu, gülmeyi artırdılar.
Üstad:
- Allah aşkına, Allah aşkına söyleyiniz, dedi.
O, bu kahkahanın kendine matuf olduğunu anlamıştı. Ahmed Hulusi, “Darılmazsanız söyleyeceğim” dedikten; üstaddan, “Bilâkis memnun olurum” cevabını aldıktan sonra şöyle dedi:
- Niyazi’ye dedim ki, bu adam bizim taraflara gelse “keçi çelebi tüccarı” diye yüzüne bakan olmaz!
Bu söz Âkif’in o kadar hoşuna gitti ki, Ahmed Hulusi’ye bir kaç defa tekrarlattırdı!
Ahmed Hulusi de vefat etti.
Filhakika, Âkif sırtında (Ankara kışının ayazında) yazlık bir ceket, ayağında ütüsüz bir pantolon, onun üstünde yemenici işi, topukları beyaz bir çamurluk, kırarmış lâstik bir ayakkabı, kalıpsız bir külah ile giyinmiş kalender kıyafetinde bir adamdı!
O, fesçi dükkânının önünden geçmezdi, çünkü onun bir defa fesi nasılsa başından çalınmış, kalıplattırılmıştı! Bununla beraber elbisesi, üstü başı yağlı,kirli,paslı asla olmamıştır”
Akif, Mısır’da onbir yıl boyunca yüreği Vatan hasretinin ateşiyle yanıp “bülbülsüz baharlar” yaşarken bu hasretinin şiddetini kızı Suad hanıma, “civardan bülbül sesleri geliyor mu?” sorusunda bulmak mümkündür. Mısır’da da hayat onun için adeta elem verici ve yoksulluk içinde geçmektedir. Üstelik hanımı da çok hastadır. Öz Vatanında kendisine reva görülenlere, bütün kırgınlıklarına, içinde bulunduğu son derece olumsuz hayat şartlarına rağmen kendisi gibi veteriner olan damadının tayini Doğu’ya çıktığında şu cümleleri yazacak kadar düşünür hâlâ vatanını: “Şarka azimet için hazırlanmak emrini almışsınız. Rabbim hayırlı eylesin. Hamdolsun gençsiniz, dinçsiniz. Yurdun her tarafını dolaşmalı, her tarafına hizmet etmelisiniz. Vatan bir külldür ki tecezzî kabul etmez: Şarkı, garbı, şimâli, cenûbu kâmilen nazarımızda bir olmalıdır.” (Firaklı Nağmeler. Timaş yay.)
Ebediyete irtihalinin,75.yılında bile hala seni anlamaya çalışıyoruz. Bizleri affet!
Nur içinde yatasın aziz üstadımız. Resul-ü zîşanın komşusu olasın..
*Yazar
Mehmet Akif'in yaşamından ölümüne kareler