Suriye devrimi ve bölgesel Şii yapı
Moritanyalı ünlü düşünür Muhammed Muhtar Şankıti'nin aşağıda yayımladığımız makalesini, özelde Suriye genelde Arap dünyasındaki değişimleri okuyamayan herkesin dikkatine sunuyoruz.
14 Yıl Önce Güncellendi
2011-12-25 23:03:18
Dr. Muhammed Muhtar Şankıti* / TİMETURK
Iraklı Sosyolog Dr. Ali El-Verdi (1913-1995), Sünni-Şii sorununu, mezhebi bakış açısından uzak, tarihi analiz mantığı ile anlamaya çalışan ciddi Arap araştırmacılardan biri idi.
El-Verdi Iraklı bireyin psikolojisine ilişkin araştırmalarında dinin bazen mezhep anlayışı bağlamında nasıl da kapalı ve her türlü ahlaki yükümlülükten yoksun bir kimliğe dönüştüğünü ortaya koymuş ve Irak insanının “Dine bağlılığı çok zayıf ve dini mezheplere mensubiyeti çok kuvvetlidir. Yani Irak insanı bir yandan ateist diğer yöndenden mezhepçidir” sonucuna varmıştır. (Ali El-Verdi, Iraklı Bireyin Kişiliği, sayfa: 47). “Irak halkının dini eğilimi zayıflamış, kendilerinde sadece mezhepçilik kalmıştır. Böylece aynı anda hem ateist hem de mezhepçi oldular. İlginç olan nokta budur.” (Ali El-Verdi, Sultanların Vaizleri, 260.sayfa).
El-Verdi’nin gözlemleri burada bize İrlandalı yazar Jonathan Swift’in (1667-1745) şu sözünü hatırlatmaktadır: “Birbirimizden nefret edecek kadar dindarlığa sahibiz. Ancak birbirimize birbirimizi sevdirmeye yetecek kadar dinimiz yok.”
El-Verdi’nin burada verdiği hükümde haksız bir genelleme söz konusu olabilir. Zayıf dindarlıkla karışmış dini radikalizm tüm Irak halkı için geçerli değil. Bu özellik, diğer halklar bir yana sadece Irak halkına has bir şey de değil. Ancak El-Verdi, derince düşünülmesi gereken bir olguya dikkat çekiyor. Bu olgu da dinlerin ve dini mezheplerin bazen herhangi ahlâkî bir anlamdan ve insani mesajdan yoksun sadece bir kimlik ve siyasi radikalizme dönüşmesidir.
Bu olgu bugün diğer Arap yöneticilerine nazaran en çok Şam yöneticilerine uymaktadır. Zira onlar dinsizlikle faşizm noktasına varan mezhepçiliği kendilerinde toplamaktadır.
Ancak Ali El-Verdi’nin –Şii bir aileden gelmektedir- görüşlerinde en dikkat çekici olan nokta Şia’yı psikolojik ve toplumsal olarak bastırılmış (patlamaya hazır) bir toplum olarak analiz etmesidir. Şia’yı her an yeniden patlaması mümkün; sönmüş bir volkana benzeten El-Verdi yıllar önce şöyle yazıyor: “Bugün Şiiler sessiz devrimcilerdir. Hükümdarlar kendilerini uyuşturmuşdur. Eskiden yöneticilere karşı savaştıkları kılıçlarını sırtlarına vurdukları zincirlere, kafalarını yaraladıkları mızraklara dönüştürdüler. Buna karşın bir gün gelip de bu zincirlerin ve mızrakların yeniden keskin bir kılıca dönüşmeyeceğini kim bilebilir? Kerbala’yı ziyaret sezonunu, oraya giden insanların çokluğundan ötürü hac mevsimine benzetmek mümkündür. Ancak Şia’nın ziyareti bazı açılardan hacdan farklılık göstermektedir. Bu ziyaret içinde atıl bir devrimin tohumunu taşıyor. Her kim Kerbela’daki ziyaretçilerin heyecanına tanıklık ederse bunun ardında gömülü bir tehlike olduğunu fark eder. Şia’nın şu anki durumunu sönmüş bir volkana benzettik. O, günlerden bir gün yanan bir volkandı ve geçen günlerle beraber söndü. Böylece ağzı ve ağzından çıkan dumanı hariç durumu sabit diğer dağlardan farksızlaştı. Sönmüş volkan görünürdeki sakinliğine karşın yine de tehlikelidir. O, içinde yanan ateşiyle ağzı kapalı dağlardan ayrılmaktadır. Bu ateşin tekrar ne zaman patlayacağını kimse bilmez.” (El-Verdi, Sultanların Vaizleri, sayfa 255)
El-Verdi’nin uzun yıllar önce bahsettiği sönmüş Şii volkanının gürültülü bir şekilde patladığı ve lavlarını uzak noktalara fırlattığı açıktır. İran’da 1979 yılında görülen İslam devrimi ve Irak’ta 2003 yılında Amerikan işgalinden sonra Irak’ta görülen kanlı mezhebi patlama, El-Verdi’nin isabetli görüşlerinin gerçekleşmesinden başka bir şey değildi.
Sönmüş yanardağ ağzını genişlemesine iyice açtı ve aleviyle İran’ı kapladı. Lavlarını attı ve Irak’ı yaktı. Yangını daha birçok ülkeye uzandı. Bu volkanın patlaması sadece şahın zulmü ya da Amerika’nın Irak’ı işgalinin rolü –ikisinin de tehlikesine karşın- ile açıklanamaz. Birçok halk zulüm (despotluk) ve sömürgecilikten çekti. Ancak hiçbirinin sonucu bu mizaç ve ruhta bir patlama olmadı. Bu nedenle durum, El-Verdi’nin bahsettiği psikolojik kapalılığı hesaba katmayı gerektirmektedir.
Suriye de sönmüş Şii volkanından nasibini aldı. Ancak bu volkan, İran modeli; gürültülü bir devrim ya da Irak modeli; bir iç savaş şeklinde olmadı. Suriye’de sessiz ve kontrollü bir şekilde; hiç gürültüsüz dağın zirvesine sızdı. Suriye’de volkanik yüzüyle Şii canlanması kendini Hama katliamlarında ve Tedmür hapishanesindeki korkunç tasfiyelerde kendini gösterdi.
Belki de volkanları İsrail’in sırtında bir kırbaca dönüşen Lübnanlı Şiiler, zaman zaman yaşanan çatışmalara rağmen, volkanının lavları şiddetli bir şekilde Arap-Müslüman toplumunun içine yönelmeyen tek istisnadır.
İran’ın seksenlerin başında Suriye ile birlikte ittifak kurması, Irak’ın da otuz yıl sonra bu ittifaka katılması ve Lübnan Şia’sının –sosyal anlamdaki yükselişi ve İsrail’e karşı direnişte önderliği ele almasıyla- canlandırılmasıyla Vali Nasr’ın “Şii Uyanışı” başlıklı kitabında davetini yaptığı Şii uyanışın halkaları tamamlanmış oldu. Aynı şekilde Bağdat ve Şam’dan geçerek Tahran’dan Beyrut’a uzanan bölgesel güçlü Şii yapının halkaları da kökleştirilmiş oldu.
Görünen o ki Arap stratejik boşluğunun söz konusu olduğu bir sırada İranlı genişlemeye dönüşen bu yapı modern Arap tarihindeki en önemli olay olan bugün yaşamakta olduğumuz Arap devrimleri baharına karşı iyi bir tavır sergileyemedi. Birçok yorumcu ve yazar –aralarında benim gibi mezhepçilikten nefret edenler de bulunuyor-, bölgesel Şii yapısını oluşturan tarafların bugün Suriye halkına karşı zulmünde Esad rejiminin yanında durmasından ötürü şaşkınlığa düştü.
İran kibir ve inatçılıkla Esad rejmini ‘terkedilemez’ bir müttefik olarak kabul edip onun yanında durdu. İranlı liderlerin Esad’ın ölüm makinesinin biçtiği Suriyeli gençlerin manzarası karşısında göz kapakları dahi kıpırdamadı, kalpleri yumuşamadı. Garip olan ise Batı’nın kendini bu kirli rolü oynamaktan utanmaya zorlayıp kaçtığı bir vakitte İran’ın diktatörü korumada sömürgeci Batı’nın rolünü oynamaya çalışmasıdır.
Bunun, İranlı yöneticilerin bugün bölgenin yöneldiği tarihi yolu kavramadaki yetersizliklerinin ve düşmanların dört bir yandan taşladığı yükselen devletlerine getireceği sonuçları bilmemelerinin delili olduğunda şüphe yoktur.
Hasan Nasrullah, Şam’daki kanlı rejimin bir sözcüsüne dönüştü. Arap gençlerinin ilham kaynağı iken zulmün koruyucuları ve savunucuları arasında şaşkın bir yüze dönüştü. Medyaya çıkışları da yakın geçmişe kadar karanlık aşağılama denizinde bir umut ışığı iken zulme gerekçe gösterme, katletmeyi yasallaştırma vesilesi oldu. İran’ın durumu gibi Hizbullah da Suriye’deki katillerin yanında durarak tehlikeye atıldı. Esad rejimi ile taktiksel menfaatini daha büyük stratejik çıkar olan devrimlerin sağladığı Arap ve Suriyeli halk derinliği ile birleşip kenetlenmeye tercih etti.
Irak’taki Şii güçlerin konumu ise Mukteda es-Sadr’ın, Esad’ın kanlı rejimini temize çıkarıp Suriyeli devrimcileri mezhepçilikle suçlayan arsızlığı ile Nuri Maliki’nin; Irak iç siyasetindeki dengeleri gözeterek aldığı kurnaz tavır arasında kaldı.
Maliki, mezhebi bir kazanç olarak gördüğü şey; Nusayrilerin Suriye’yi yönetmesi tehlikeye girince Suriyeli yöneticilerle tüm çatışmasını, kendilerini Irak direnişini desteklemekle suçladığını hatırlamazdan geldi. Maliki son dönemde Suriye konusunda belirsiz stratejik bir yaklaşım ortaya koydu. Bir yandan Irak dâhilinde ve Arap Birliği’nde Suriye’deki iç barışın önemini vurgulayan ince ifadeler kullanarak nezaket gösterisi yaparken diğer yandan da elindeki tüm imkânlarla hasta Esad yönetimini kurtarmak için uğraşıyor.
Sünniler ve Şiilerin, Araplarla İranlıların arasını açan zorbalıktır (despotluktur). Bu zorbalık bazen fıkhî bir sarığın altına gizlendiği gibi bazen de karşımıza askeri kask ile çıkabiliyor. Ancak neticede çirkin yüzüyle o yine de zorbalıktır. İki tarafı özgürlük ve farklı olma hakkını kabul etmek dışında bir şey bir araya getiremez. Elleri halkının kanıyla boyanmış Esad’a, Nusayri halklarıyla bir iç savaşa sürüklemek ya da isim ve bencil çıkar dışında bir mensubiyeti söz konusu olmayan bölgesel mezhebi bir ittifakı kalkan edinmek fayda vermeyecek. Bölgesel Şii yapının Şam’daki kan emicilerin arkasında durmasına münasip cevap da Sünni bölgesel saf oluşturma karşılığı olmayacak. Gerçek cevap, Suriyeli devrimcilerin verdiği; mezhepçilik mantığının bir kenara bırakılması, bedeli ne olursa olsun herkes için özgürlük ve adaletin tasarlanması cevabıdır. Zalimin ya da ona karşı çıkanların mezhebi önemli değil. Önemli olan zalimi yakalayıp adalet ve doğruluğa zorlamaktır.
Şam ülkesi güzel tarihi ve halkı ile ebedi çekim merkezi olabilirdi. Ancak önce Perslerle Yunanlar, sonra Perslerle Romalıların sonra Araplarla Romalıların sonra Türklerle Frankların sonra Türklerle Romalıların sonra da Fransızlarla İngilizlerin çatışma alanı oldu. Ayrıca daha önce olduğu gibi bugün de mezhebi çekişmelerle dini zenginlik ve yoğun kültürün de yurdudur.
Ancak şu anki Arap Baharı, Şiilerin adaletsizliğin esaretinden kurtuluşunun sağlanmasını, zulümden korkmadan ümmetin bedenine yeniden karışmaya uzanan belleği, düşünsel ve fıkhî hususiyetlerden taviz vermemeyi de içine alan; herkes için bir özgürlük alanının doğumu ile; öz ve diğerleri ile uzlaşma adına elde edilen tarihi bir fırsattır.
Ancak bölgesel Şii güçlerin Suriye devrimine karşı aldıkları konumlar bu tarihi fırsatı bir seraba dönüştürmek üzeredir. Öyle ki tarihi mazlumiyet bayrağı taşıyıcısı bir zalime veya zulüm destekçisine dönüştü. İran, Irak ve Lübnan’daki Şii liderler, Arap devrimlerinin kronik mezhepçilik yarasını iyileştirme ve kimsenin kimseye minnet duymadığı, dini veya mezhepsel esaslara göre ayrımın söz konusu olmadığı geniş yurttaşlık devleti kurabilme olasılığını hafife aldı.
Tüm insanlık, uydu kanalları ve internet aracılığıyla o “Ben insanım… Hayvan değilim” diye haykırışıyla kalpleri burkan Suriyeli adamı duydu. Bu adam bizlere doksanlarda Amerika’da göğsünde, basit; ancak derin, aynı iki kelimeden “Ben insanım” oluşan pankartı taşıyan Afrikalı zenciyi hatırlattı. İşte Şii liderlerin Suriye devrimini bu insani yaklaşımla düşünüp değerlendirmeleri gerekirdi. İkili davranma, siyasi bencillik ve çifte standart ise özgürlük ağacını her gün kanlarıyla sulayan halk devrimlerine karşı konabilecek türden uygun tavırlar değildir. Bu devrimlere karşı alınacak uygun tavır, içinde çifte standart ve eğrilik içermeyen; açık ahlakî ve insani bir duruştur. Yine Sana’a’dan Humus’a, Manama’dan Batı Trablus’a kadar adalet ve özgürlük isteyen tüm halklara yardımcı bir konum alınmalıdır. Uygun olan; özgürlük ve onur için ayaklanan Arap insanın Sünni ya da Şiiliğine, Müslüman veya Hıristiyanlığına değil sadece insanlığını kabul ettirmeye çalışan insan olduğuna bakıldığı bir konumun alınmasıdır.
Arap halkları, tarihinin dizginlerini ele geçirdi. Korku duvarlarını yıktı. Sünni olsun Şii olsun, Müslüman olsun Hıristiyan olsun işgalcilerden, zorbalardan ve aşırıya gidenlerden kurtulmakta ısrarlı… Şii liderler acaba bunu ve çok geçmeden tarihin süpürülmüş dalgasına katılacaklarını idrak ediyorlar mı? Acaba zalim, gururu yaralı, kana batmış Esad’ın kendilerini sürüklediği dipsiz çukurun tehlikelerinin önüne geçebilecekler mi?
*Moritanyalı ünlü düşünür, akademisyen ve timeturk yazarı.
Haber Ara