Türkiye’de ‘Siyasal İslam’ ve Siyasal İmkân
Geçtiğimiz günlerde yenilenmiş 2. baskısını yapan Mücahit Küçükyılmaz’ın “Türkiye’de Siyasal Katılım” kitabı, Türkiye siyasetinin kodları, geleceği ve bu çerçevede dindarların giderek merkezileşen konumuna ilişkin tespitler içeriyor.
14 Yıl Önce Güncellendi
2011-12-22 14:38:44
Geçtiğimiz günlerde yenilenmiş 2. baskısını yapan Mücahit Küçükyılmaz’ın “Türkiye’de Siyasal Katılım” kitabı, Türkiye siyasetinin kodları, geleceği ve bu çerçevede dindarların giderek merkezileşen konumuna ilişkin tespitler içeriyor. Ona göre, muhafazakâr, dindar veya İslamcı, her ne ad altında olursa olsun, İslam’ın sosyo-politik bir ‘imkân’ olma özelliğini dikkate alan siyasal hareketler halkın yönetime katılımını sağlayarak toplumsal temsil sorununun çözümüne katkıda bulunuyor.
Modern paradigma içinde belki de en çok tartışılan kavramlar, bir biçimde din ile ilişkisi olan kavramlar olageldi. Zira modern sosyolojinin, dinin toplumsal hayattan yavaşça çekileceği öngörüsünün rafa kaldırılmasından bu yana epeyce zaman geçti. Artık kendini farklı formlarda ortaya koyan din-siyaset ilişkisi, gerek siyaset biliminin gerekse sosyolojinin ana akım birçok tartışmasına kaynaklık ediyor. Tepeden inmeci ve hızlı bir modernleşme süreci yaşayan, bununla birlikte modernleşmenin Batılılaşma ile aynı anlama geldiği ülkemizde de din-siyaset ilişkileri hiçbir zaman ateşi sönmeyen bir tartışma alanı olarak algılandı. Bu bağlamda AK Parti iktidarı ile gündeme gelen birçok tartışmanın aslında yeni tartışmalar olmadığını da kabul etmek gerekir.
Mücahit Küçükyılmaz’ın kaleme aldığı “Türkiye’de Siyasal Katılım: Tek Partiden AK Parti’ye Siyasal İslam ve Demokrasi Tartışmaları” adlı kitap, diğer bütün getirileri/tartışmaları bir yana, Türkiye’deki siyasal katılıma ve demokratik gelişime en ciddi katkı yapan unsurun siyasal İslam olduğu iddiasıyla Türk düşünce hayatındaki çok önemli bir sorunsala dikkat çekiyor. Kitabın en önemli ana tezlerinden biri olan, “Türkiye’deki siyasal katılıma ve demokratik gelişime en ciddi katkı yapan unsurun dindar siyasetçiler olduğu” iddiasını, yukarıdaki modern sosyolojinin yanılgısı temelinde yeniden düşünmek/ele almak mümkündür. Zira hayatın hiçbir alanından geri çekilmediği (ya da başka bir ifadeyle dışlanamadığı) gibi siyasal arenadan da İslam’ın geri çekilmediği bir yüzyıl yaşandı bu coğrafyada. Nasıl tanımlanırsa tanımlansın Anadolu coğrafyasının mayasındaki ruh, kendini bu topraklara bağlı bildiği kadar Müslümanlığa da bağlı bildi.
Türkiye'de Siyasal Katılım, Mücahit Küçükyılmaz, Yarın Yayınları, 200 Sayfa
Menderes, Özal, Erbakan, Erdoğan Çizgisinin Toplumsal Zemini
Dolayısıyla kamusal tüm alanlar kendine kapalı olduğu zaman dahi (siyasal alan dâhil) kendi varlığını ifade etmenin bir yolunu aradı. Tek Parti döneminin ardından Menderes’in, Milli Görüş söylemindeki çekiciliğiyle Erbakan’ın, Amerikancılık ithamlarına rağmen muhafazakâr kimliğiyle Özal’ın ve nihayet AK Parti deneyimiyle Erdoğan’ın halktan bu kadar teveccüh görmesini sadece ekonomik ya da siyasal sebeplerle açıklamak yetersiz olacaktır. Bu bakımdan dini referanslara, az ya da çok, vurgu yapan siyasal oluşumların daha muteber olduğu bir ülkede siyasetin doğasını bu zeminde yeniden düşünmek gerekir. Hatta bu cümleye bir dönemin Demirel’ini dahi katmak mümkündür. Burada, Türkiye’de üzerinde bir mutabakat olmadığı için, ayrıca tartışılması gerektiğine inandığım ve bu metinde tartışmasına girmediğim iki temel soruya da dikkat çekmek istiyorum: (i) “Siyasal İslam” kavramı neye tekabül etmektedir ve nasıl anlaşılmalıdır; (ii) Türkiye’de “siyasal İslam” (örneğin sağcı siyasette) ne ölçüde araçsal olarak kullanılmıştır? Esasında aynı tartışmalar laiklik, demokrasi, sivil toplum ve ulusal kimlik gibi birçok temel kavram üzerinde de yapılmaktadır ve bu konularda varılacak mutabakatlar ülkenin ciddi kazanımları olacaktır.
Oryantalist aklın tezgâhından geçmiş her literatürde İslam ile demokrasi birbirine uzak, Müslümanlık ile otokrasi/oligarşi de birbirine yakın kavram çiftleri olarak sunuldu/kullanıldı. Bu pencereden bakınca din-siyaset ilişkisi zemininde İslam’ın ürettiği sonuç ya Ortadoğu ülkelerinde olduğu gibi otokratik/oligarşik yönetimler ya da anti-demokratik uygulamaların “normal” görüldüğü “İslam Cumhuriyetleri”nden ibaret gibi algılanıyor. Bu durumu, siyasal İslam tecrübesine dair ortaya çıkan gerçekliğin tamamı gibi sunmak ve İslam ile demokrasinin bağdaşamayacağını savunmak, örneğin, Türk halkının veya Filistin halkının demokrasi mücadelesine haksızlık olurdu. Türk siyasal yaşamını birçok Batılı araştırmacı için farklı ve ilginç kılan temel olgulardan biri de zaten bu değil midir: Çoğunluğu Müslüman bir halkın laik bir Anayasa temelinde meşru seçimler yoluyla kendi yöneticilerini seçmesi ve demokrasi yolunda mesafeler kat etmesi! Bu anlamda Türkiye’deki din-siyaset ilişkileri tecrübesi farklı bir biçimde, kendine özgü dinamikleriyle ele alınmalı ve ona göre bugünün değerlendirmesi yapılmalıdır.
‘Dindar Siyaset’ ve Demokrasi
Kitapta sözü edilen “İslam’ın siyasal biçimini çoğu kez demokrasi içinde var edebildiği” ise, hem çok yönlü, hem de tarihsel derinliğe sahip bir analizi gerektiriyor. Örneğin, Hz. Peygamber’in vefatından sonraki Dört Halife döneminin siyasal haritasını düzenleyen ilke, bugünkü anlamıyla olmasa bile, bir seçim yapılması ve yöneticinin bu yolla belirlenmesi idi. Ancak sonraki birçok dönemde yöneticinin nasıl belirleneceği hususunda çok farklı ve hatta aykırı uygulamalara da rastlanmaktadır.
Dolayısıyla bu savı ilke düzeyinde ele aldığımızda şu iki noktayı vurgulamak mümkün: (i) İslam doğrudan bir yönetim biçimini dayatmadığı ve öz olarak (adalet gibi) temel yönetim ilkelerini ortaya koyduğu için bu temel ilkeleri temin eden herhangi bir siyasal yönetim biçiminin kabul görmesi mümkündür, buna demokrasi de dâhildir. Yani İslam, (adil bir yönetim anlayışına dayanan) demokrasi ile pekâlâ bağdaşabilir.
Dolayısıyla İslam ile demokrasinin bağdaşıp bağdaşmayacağını sorgulayanların önce İslam’ın siyasal aklını ve demokrasinin temel yapıtaşlarını mütalaa etmeleri gerekmektedir. Ancak Türkiye’de bu mütalaalar maalesef çok az yapılmakta, hayati kavram ve olgular klişeler/kalıplar üzerinden değerlendirilmekte ve toptancı bir yaklaşımla “İslam demokrasi ile bağdaşmaz” denmektedir. (ii) Müslüman kişilerin/toplumların tarih içinde baskıcı yönetim biçimlerini uygulamış olmalarını İslam’a mal etmek kabul edilemez; zira bu şekilde bakıldığında “ilke” ile “pratik” arasındaki anlam bağı yanlış kurulmuş olur. İlke/yasa/değer olarak ortaya konulmuş herhangi bir sabitenin pratikteki uygulama sorunları o ilkeyi ortadan kaldırmayacağı gibi esasında o ilkeye zarar da vermez. Bu bakımdan gelenek içerisinde zamanla ortaya çıkan tarihsel pratiklerdeki birçok yanlış uygulamayı örnek göstererek İslam’ın demokrasi ile bağdaş(a)mayacağını iddia etmek, ilkeyi/değeri değişken pratiğe feda etmek demektir. Bu durumda yasa koymaya hiç gerek yoktur, nasılsa onu çiğneyenler çıkacaktır.
Kitabın bir diğer temel tezi de, “Türkiye’de toplumun, kendisini merkezin uzağında hisseden geniş bir kesimi, DP ve AP gibi muhafazakâr; MNP, MSP, RP gibi İslamcı hareketler ve her iki ideolojinin zımni sentezi gibi duran AK Parti üzerinden Ankara’daki yönetim süreçlerine katılma imkânı buldu” şeklinde formüle edilebilir. Bu açıklama, Türk siyasi yaşamının bugününü anlamaya yönelik çok önemli bir argümandır. Eğer gerçekten de AK Parti’yi, DP, AP, ANAP gibi muhafazakâr ve MNP, MSP, RP gibi İslamcı unsurların geniş bir tabanda zımnen bir araya gelmesiyle şekillenen bir parti olarak kodlamak yerinde ise o zaman bu sentezin neden doğal olarak demokrat olması gerektiğine de işaret edilmiş olur. Çünkü adı geçen siyasal akımların hepsi de halkın teveccühünü kazanmasına rağmen, Türkiye’deki oligarşik asker-sivil bürokrasinin gazabına uğramıştır.
Cumhuriyet Kürtleri Neden İçselleştiremedi?
Bu bakımdan AK Parti’nin kendi varlığını muhafaza etmesi dahi, Türkiye’de özellikle merkeze uzak geniş halk kitlelerinin siyasal katılımını en üst düzeyde gerçekleştirmesine bağlıdır. Dolayısıyla ülkemizde demokrasinin varlığına ve gücüne bağlıdır; belki de AK Parti başından beri bu sebeple kendisini “muhafazakâr demokrat” olarak tanımlamaktadır. Bu bağlamda, bütün eksiklerine karşın AK Parti, çevreden merkeze gelen muhafazakâr orta sınıf Anadolu halkının yönetime katılma iddiasını (ve hatta inadını) yansıtmaktadır.
Demokrasi halksız olamayacağına göre, Türkiye’de demokrasi mücadelesinin, kitle hareketlerinin inisiyatifleriyle anlam kazanacağını ifade etmek doğaldır. Toplumsal katılımın yeterli düzeyde olmadığı durumlarda ne gibi örneklerin ortaya çıkabildiğini Terakkiperver Fırka örneğinden ve demokrasiye geçmeyi istediği halde bunu ömründe göremeyen Mustafa Kemal’in Serbest Fırka’yı kurdurtması ve sonrasında bu partinin akıbetinden çıkarmak mümkündür. Dolayısıyla tepeden inmeci bir demokrasi anlayışı daha baştan kaybetmeye namzettir ve Türk modernleşmesinin tepeden inmeci karakteri sebebiyle demokrasinin gelişememesi tam da bu nedenle doğaldır. Bu nedenle Türkiye’de, Küçükyılmaz’ın ifadesiyle, muhafazakâr, dindar veya İslamcı, adı her ne olursa olsun, İslam’ın sosyo-politik bir “imkân” olma özelliğini dikkate alan siyasal hareketler halkın yönetime katılımını sağlayarak toplumsal temsil sorununun çözümüne katkıda bulundular. Bunu, “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir millet” olma düsturuna bağlayıp sadece Cumhuriyet’in içselleştirme (bir potada eritme) başarısı olarak görmek, aynı başarının mesela neden etnik Kürt hareketinde gösterilemediği sorusunu doğuracağı için eksik bir analiz olarak kalacaktır.
Milli Görüş geleneği üzerinde de önemle duran kitap, siyasal İslam’ı Türkiye için bir “siyasal imkân” olarak ciddiye almayı öneriyor. Bunu yaparken de, Türkiye’deki demokrasi anlayışının siyasal İslam ile karşılıklı bir etkileşime girmesi ve birbirini besleyerek dönüştürmesinin toplumsal ve siyasal rüşt açısından ülkeye büyük mesafe aldırdığını ve merkezdeki bürokratik yapılanmanın güç kaybetmesi ya da bu etkileşime dâhil olması halinde, Türkiye’nin rüştünü gerçek anlamda ispatlayacağını ortaya koymayı amaçlıyor.
Çevreden Gelen “Zoraki Demokrat”
Kitabın asıl gövdesini teşkil eden üçüncü bölümde, yazarın “Çevreden Gelen ‘Zoraki’ Demokrat” olarak tanımladığı Milli Görüş Hareketi; Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi ve Refah Partisi gibi siyasal unsurlarıyla, Türkiye’de demokrasinin toplumsal nitelik kazanmasına katkısı bağlamında ele alınıyor. AK Parti’yi Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından bir “siyasal imkân” olarak gören son bölüm ise, içinde bulunduğumuz dönemde İslam-Demokrasi birlikteliği konusunda sistemik bir entegrasyon sürecinin yaşandığını savunuyor. Ancak bu entegrasyon sürecini sistemik olarak tanımlamak biraz iddialı olabilir; zira hem bunun sistemik olup olmadığını değerlendirmek için erken, hem de bu entegrasyon sürecinin vermesi gereken daha pek çok imtihan olacaktır.
“Türkiye’de Siyasal Katılım: Tek Partiden AK Parti’ye Siyasal İslam ve Demokrasi Tartışmaları”, Türkiye’de din-siyaset ilişkileri ile siyasal katılım ve demokrasi tecrübesi, bir korku değil imkân olarak siyasal İslam’ın Türkiye için önemi ve AK Parti’nin nasıl bir sentez olduğu gibi konularda önemli argümanlar sunarken, entelektüel zeminin bereketini arttıracak yeni tartışmalara kapı aralayabilir.
Kaynak: Haber10.com
SON VİDEO HABER
Haber Ara