Güz gülleri gibiyiz hiç bahar yaşamadık
Arabesk başlık yazımızın ana temasının özelliklerini yansıtmaktadır. Tabi konumuz Müslüm Babanın biyografisi veya arabesk müzik değil. Oldum olası amiyane bir ifade ile babalara gelmemek için bil umum babalardan uzak durdum.
14 Yıl Önce Güncellendi
2011-12-06 13:34:02
Benim kastım İslam coğrafyasının son zamanlarda yaşadığı bahar havasına değinmek. Söz konusu coğrafyanın serencamı, serüveni arabesk bir özellik taşıdığı için bu başlığın cuk diye yerine oturduğunu düşünerek kullanmayı uygun gördüm.
Şimdilerde yaşanan ve Arap baharı olarak ifade edilen durum aslında sadece Arap coğrafyası ile sınırlı değil. Oligarşik sistemin yerini daha demokratik bir sisteme bırakıyor görüntüsü ve sivil özgürlükçü bir anayasa yapma çabası içinde olmamız, bizde de bir bahar havası estiriyor. Aslında ülkemizdeki bahar havası ile Arap coğrafyasındaki bahar havası birbirinden bağımsız da değil. Durum aynı projenin farklı ülkelerdeki farklı uygulanışından ibarettir.
Sorulması gereken sorular şunlar; İslam coğrafyasında esen bu bahar havası ilk defa mı esiyor? Yoksa daha öncede buna benzer bahar havaları yaşandı mı? Şayet yaşanmış ise onlar gerçek bahar mıydı yoksa yalancı bahar mı? Ve son soru, şu an yaşadığımız bahar havası gerçek bir baharın müjdeleyicisi mi yoksa ardından zemheri ayları mı gelecek?
Hafızamızı 1800 yıllara ışınladığımızda her ne kadar büyük halk kitlelerinde bahar havası estirmese de 1839 Tanzimat fermanı, 1856 Islahat fermanının ilanıyla Osmanlı bürokrasisinde ve gayrimüslim tebaada bir bahar havasının estiğini görürüz. 1876 I. Meşrutiyetin ve Kanuni Esasinin ilanı da -anayasal düzene geçiş- Osmanlı elitlerinde bir bahar havası estirdi. Fakat bu bahar havası kısa sürdü. Rumi takvime göre 1293 (Miladi 1877-1878) de gerçekleşen ve bundan dolayı 93 harbi diye tanımlanan Osmanlı – Rus savaşından sonra 2. Abdülhamid, meşrutiyeti ve anayasayı rafa kaldırınca bu bahar havası da kısa sürdü.
Geniş kesimleri en fazla etkileyen bahar havası 1908 II. Meşrutiyetin ilanı oldu. Esasında bu, I. Meşrutiyetin ve Kanuni Esasi’nin yeniden ikame edilmesiydi. 1909- 31 Mart vakasından sonra Abdülhamid’in tahtan indirilmesi ile her kesim ve düşünceden insan bahar havasına kendisini kaptırdı.
İslamcı Said-i Nursi’den ,Said Halim Paşaya, Mehmet Akif Ersoy’dan, liberal Prens Sabahattin’e, Türk milliyetçilerinin fikir babası Ziya Gökalp’ten, günümüz ulusalcı Kemalistlerin düşünce mimarı pozitivist Ahmet Rıza’ya, Ermeni Milliyetçileri Taşnak ve Hınçak örgütlerinin mensuplarına kadar herkeste bir bahar havası vardı. Esen lodos rüzgârı fena çarpmıştı. Dillerinde ki şarkının sözleri bu günküne ne kadar çok da benziyordu. Anayasa, hürriyet, meşrutiyet, eşitlik ve yönetime katılım, öyle ya Abdülhamid gibi despot bir padişahtan kurtulmuş, mutlak monarşinin yerini meşruti monarşi almış, anayasal düzene geçilmişti. İslamcılara göre meclis şura işlevi görecek ve işler istişare ile yapılacaktı.
Dolayısıyla yeni sistem eskisine oranla daha İslami olacaktı. Liberallere göre yeni sistem daha özgürlükçü, İttihatçılara göre daha ilerici daha çağdaş olacaktı. Ermeniler de kızıl sultan Abdülhamid’den kurtulmuş, yeni oluşacak mecliste temsil hakkına sahip olacaklardı.
Fakat bu bahar havası uzun sürmedi. Lodos yerini sert bir poyraza bıraktı. Yeni dönemin hâkim güçleri olan ittihatçıların uygulamaları bütün bu kesimleri hayal kırıklığına uğrattı. 2. Abdülhamid’i ve onun mutlak monarşisini aratır hale getirdi. Daha özgürlükçü bir yönetim bekleyen liberaller de hayal kırıklığına uğradı. Daha İslami bir sistem bekleyen İslamcılar da. 1913’te hükümetin başında Said Halim Paşa gibi bir İslamcının bulunması da bu acı gerçeği değiştirmedi. Yeni statüko daha laikçi ve ceberuttu. Hatta ermeni milliyetçileri içinde, İttihatçı yönetim derin bir hayal kırıklığı olmuştu. 2.Abdülhamid’e karşı birlikte mücadele etikleri İttihatçılar onlara 1915 tehcirinde hiçte merhametli davranmamışlardı.
İslamcı kesimin tavrını ve duygularını bütün bu dönemlerin canlı tanığı olan Said-i Nursi’nin şahsında takip ederek bir kanaate varacak olursak, cumhuriyetin ilanından sonra Mustafa Kemal’in daveti üzerine mecliste yaptığı konuşmada da, bir bahar havası ümidi ve beklentisi sezilir. Fakat bu beklenti de kısa sürdü. Ankara bozkırının soğuk ayazı bütün ülkeyi kısa bir sürede kapladı. Daha sonraki süreçte de zaman, zaman güneş yüzünü gösterdiyse de batıdan, Balkanlar üzerinden gelen soğuk hava dalgaları bir türlü yurdum insanına baharı yaşatmadı. Yaşanan bu hayal kırıklıklarını Neyzen Tevfik çok güzel ifade ediyordu.’’ Türkü yine o türkü./ Sazlarda tel değişti./ Yumruk yine o yumruk./ bir varsa el değişti.’’ Bu aldatıcı bahar havaları sadece Türkiye’ de değil , Arap coğrafyasında da yaşandı.
Tarih 1950’li yıların başı, ülke Mısır çok güçlü ve güzel bir bahar havası bütün ülkeye hakim olmuş, Ak denizden püfür, püfür esen meltem rüzgarı bütün Mısırlıları mest etmiş, bu havaya kendisini kaptırmış olan Nil nehri de adeta daha bir coşkuyla akıyordu. Nasıl olmasın ki! İngiliz işgaline karşı verilen istiklal mücadelesi başarıyla neticelenmiş ülke bağımsızlığa kavuşmuştu. Bir o kadar önemli bir olayda, kral Faruk devrilmiş 1953’te cumhuriyet ilan edilmişti. Yeni rejimle birlikte artık Mısırlılar kendi yöneticilerini kendileri seçecek, yani kendi kaderlerini kendileri tayin edeceklerdi. Başka bir ifade ile Mısır bağımsızlığına, Mısır halkıda özgürlüğüne kavuşmuştu. İktidara gelen Cemal Abdülnasır bu bahar havasına gerek şahsi özelikleri ille, gerekse Arap halkının önüne koyduğu vizyon ile büyük katkı sağlamaktaydı.
Cemal Abdülnasır; karizmatik mi, karizmatikti. Hatip mi, hatipti. Antiemperyalist, anti Siyonist’ti. Milliyetçiydi. Süveyş kanalını millileştireceğini söylüyor, Adriyatik’ten Hint okyanusuna kadar bütün Arap âlemini birleştirmekten söz ediyordu. Solcuydu, ama dine saygılı bir sol anlayışa sahipti. Cemal Abdül Nasır ve onun lider kadrosunda bulunduğu hür subaylar hareketi, Mısırda ki İhvanı Müslim’in hareketini de inandırmış olmalılar ki, onlarda bahar havasına kendilerini kaptırmış, Hür Subaylar hareketi ile iş birliği yapmışlardı. Sonra ne mi oldu? Mısır’ın İslamcıları ve halkın büyük çoğunluğu için zemheri ayları başladı. Gökte kara bulutlar, yerde kara kış dünyalarını karartı. O dönemde İhvanın üyelerine yapılan zülüm ve işkenceleri merak edenler Zeynep Gazalinin anılarını okuyarak öğrenebilirler.
Başta İhvanın büyük teorisyeni Seyit Kutup olmak üzere çok sayıda İslamcı Cemal Abdül Nasır döneminde düzmece iddialar ve yargılamalarla idam edildiler. Olan biteni Şehit Seyit Kutup birkaç satırla çok güzel özetliyordu.’’ Mısırdan beyaz yabancı İngiliz çekildi. Yerine esmer yerli İngiliz’i bıraktı. Yerli İngiliz yabancı İngiliz’in yaptıklarının ve yapmak istediklerinin fazlasını yaptı.’’ Onun Mısır için yaptığı tespitler aslında bütün İslam coğrafyası için geçerli idi.
Seyit Kutup ’un iddiasını teyit eden en çarpıcı örneklerden biride Tunus’tu. Avrupa’nın en laikçi devleti olan işgalci Fransa’ya karşı bağımsızlık mücadelesi verildi. Yabancı Fransız çekildi. Yerini yerli Fransız sözde bağımsızlık mücadelesinin sözde lideri olan Habib Burgiba’ya bıraktı. Gerek Habib Burgiba, gerekse onun halefi Zeynel Abidin Bin Ali, Tunus’ta katı bir laiklik uygulamasını hâkim kıldı. Tunus’un Müslüman halkına kan kusturttu. Tunus’un kurtarıcısı Habib Burgiba, tarlayı istila eden çekirgeleri kovaladığı gibi kovaladığı Fransızlardan sadece laik cumhuriyet rejimini almakla kalmadı. Azıcık kullanılmış bir Fransız albayın dul eşi olan Mat ilde Lorraine’de aldı.
Velhasıl dostlar yirminci yüzyılın İslam coğrafyası için ne anlama geldiğini kısaca ifade edecek olursak, bu yüz yıl; şaibeli kurtuluş savaşlarının, o savaşların ürettiği sahte kurtarıcıların, batıda olduğu gibi burjuva sınıfının değil, askeri ve sivil bürokrasisinin öncülüğünde gerçekleştirilen otoriter, totaliter halksız cumhuriyetlerin, hemen ardından karakışların bastırdığı yalancı baharların yüzyılı oldu.
Yirmi birinci yüzyılın başlarında İslam ülkelerinde yeniden konusu bahar olan bir filim vizyona konuluyor. Bu filimin de geçmişte olduğu gibi oyuncuları, figüranları, dublörleri Ümmeti Muhammed ’ten (S.A.V), ama filim ABD ve AB ortak yapımı. Filimin senaristti, yönetmeni ve sponsorları küresel güçler. Oyuncular tümden iş birlikçi ve hain demiyorum. Elbette içlerinde böyleleri de var. Ama büyük çoğunluk iyi niyetle, Yeşilçam’ın emekçileri gibi boğaz tokluğuna, canla başla kendi rollerini en iyi şekilde oynamaya çalışıyor. Fakat oyuncular ne kadar iyi olursa olsun, filmin nasıl biteceğini onlar değil, yapımcı, senarist ve yönetmenler belirleyecek.
İnşallah yanılırım. Fakat korkarım ki bir kez daha yalancı bir bahar havası ile karşı, karşıyayız ve tomurcuklanan ümitlerimiz yine solacak. Vizyondaki bu filim sona erdiğinde, Ümmetti Muhammed (S.A.V) üst başlık olarak bir satırını kullandığım arabesk şarkıyı dilendirecek.
GÜZ GÜLLERİ GİBİYİZ. HİÇ BAHAR YAŞAMADIK.
HEP KELEĞE GELDİK. FARKINA VARINCADA GEÇ KALDIK.
SON VİDEO HABER
Haber Ara